Şaşırtıcı bir roman, oyunlu bir roman, oyuncaklı bir roman.
Belli ki yazar, yazarken pek eğlenmiş. Siz de okurken eğleniyorsunuz…
Mario Levi’nin Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Bu oyunda gitmek vardı” kendisinin de söylediği gibi okuyana soru sordurtmayı amaçlıyor.
Hem de şahane sorular:
Kimi tercih edersiniz? Gitmeyi göze alanları mı, kalmayı
bilenleri mi? Gördüklerini açık açık söyleyenleri mi, “Hayat kısa!” deyip sizi üzmemek için susanları mı? İçlerindeki derin kederi gülümsemeleriyle örtenleri mi, isyanlarını dile getirmekten çekinmeyip cezalarına katlanmayı seçenleri mi? Konuşamayanları mı, konuşmalarıyla herkesi ikna edebilenleri mi? Kazananları ya da kazandığını sananları mı, kaybedenleri ya da kayıplarına sığınanları mı?
Teşvikiye’de buluştuk, sohbeti şahane biri, Mario Levi bir İstanbul uzmanı aynı zamanda, şehirle ilgili harika anektotlar anlatıyor, aynı şekilde edebiyatla ilgili, yazı atölyelerinden birinde buluşmak için sözleştik. Ayrıca önümüzdeki zamanlarda kadın-erkek, aşk ve evlilik üzerine bir röportaj yapmak için de. Çünkü üç kere evlenmiş biri o…
Mario Levi, farklı bir roman yazmışsınız. İnsan okurken heyecanlanıyor. Özel bir amacınız var mıydı? Bize neyi anlatmak istediniz?
-Ben her zaman aramayı sevdim! Her romanımda da kendime farklı ifade yolları aradım. Vardığım yer, belki de yıllar önce başlamış bir arayışın sonucu. Ama amaç hiç değişmiyor. Sorular sormak, daha da önemlisi sordurtmak. Bu sefer, arayışa bir anlamda okuru da katıyorum…
Bu, yeni bir tür mü? Çok perdeli bir oyun, çok seçenekli finaller… Nedir bu türün adı?
-Yeni bir tür demek çok iddialı olur. Romanın içinde bir kendini bulma ve var etme çabası diyelim. Bir de oyunlar söz konusu… Hatta oyun içinde oyunlar! Ama hayatımız, hayatlarımız da birer oyundan ibaret değil mi? Oyuna yüklediğiniz anlam önemli tabii burada…
Eğlendiniz mi yazarken?
-Çok!.. Belli oluyor demek ki!.. Zaman zaman hüzünlendim de. Kahramanlarımla beraber güldüğüm kadar ağladım da… Yazarlık böyle bir şey zaten. Sahicilik böyle bir şey… Ama insan zamanın akışında, yaşananlara gülmeyi daha iyi öğreniyor. Eğlenebilmem bundan. İsterseniz buna bir çeşit savunma da diyebilirsiniz. Gülmek, devrimci bir eylem ya aynı zamanda…
Sizin yazarlık kariyerinizde bu roman nereye oturuyor? Neyi temsil ediyor? Sizce nasıl bir yenilik?
-Belki biraz daha yalınlaştı üslubum. Bunun yaşla ilgili olduğuna inanıyorum. Yıllar geçiyor ve birçok kaygınızdan yavaş yavaş sıyrılıyorsunuz. Kaybetmeyi de öğreniyorsunuz çünkü. Hata yapmayı da. Kısacası hayat size daha sade görünüyor. Ben sadeliğin, ustalığa mütevazı bir adım olduğunu gördüm galiba…
Roman yazmak, sizin için çocuk doğurmak gibi mi?
-Bilmem… Ama sürecin çok sancılı olduğu kesin. Dediğim gibi kahramanlarınızın kaderini paylaşıyorsunuz. Onları anlamaya çalışırken kendinizi anlamaya başlıyorsunuz. En mühimi hatırlıyorsunuz, soruyorsunuz… Zor işler…
“Yazar tarafından sansürlenmiş baskı” diye bir laf var, bu ne demek? Otosansür mü yaptınız yazarken…
-Bu söz de, bu romanda inşa etmek istediğim oyunun bir parçası. Satır aralarına ipuçlarını bıraktım! Yalnız şimdi bunları söylersem oyun, oyun olmaktan çıkar! Hem dediğim gibi bu romanda okur da, oyunun kahramanlarından. İş daha da karıştı değil mi? Eh, bunu siz istediniz!
Ne kadar otobiyografik öğeler taşıyor? Sizden parçalar hangi oranda?
-Bu hikayede anlatılanların hiçbirini yaşamadım. Daha açık konuşalım isterseniz. Bende Saffet’i aramayın! Ama o benim çok iyi tanıdığım bir insan. Bunu da mecazi anlamıyla söylüyorum. Böyle biri de geçmedi hayatımdan. Ama bu roman, bunlara karşın bayağı otobiyografik! Şimdi bu söylediğim az önce söylediklerimle çelişkiliymiş gibi geldi. Gelmesin. Ben her yazılanın otobiyografik olduğuna inanan yazarlardanım. Yaşananlar anlatılıyor anlamında söylemiyorum bunu. Yaşananlar bizi inşa ediyor. Yazdıklarımız da bu inşa edilme çabasının getirdiklerinden oluşuyor. Ne yaşayabiliyorsanız veya yaşayamıyorsanız osunuz!
Biraz da geçmişe dönelim… Zor bir çocukluk mu geçirdiniz? Yalnız bir çocuk muydunuz?
-Zor bir çocukluk geçirdiğimi hiç kimseden gizlemedim. Sadece yıllar geçtikçe bunu daha açık bir şekilde ifade etmeyi başardım, hepsi bu. Evet yalnız bir çocuktum. Bu yaşadıklarımın çok işime yaradığınıysa ancak zamanla öğrendim. Bedeller ödedikten sonra. Bedel ödemeden hiçbir gerçek öğrenilmiyor zaten. Kendi kendime yetmeyi öğrendim mesela. Bunu yapamayan o kadar çok insan var ki…
Yazarlık mı sizi iyileştiren şey oldu? İlacınız edebiyat mı?
-Kesinlikle! Yazarak hayatımı anlamlandırabildim. Yazarak hayata tutundum. Sait Faik’i örnek alarak söyleyeyim, yazarak çıldırmaktan kurtuldum.
Şimdi de yazarak bu dünyaya tahammül edebiliyorum.
Karakteriniz Saffet de yalnız bir adam ve çok iyi kalpli. Sizin gibi mi?
-Tuzak soru! Size Saffet’te beni aramayın demiştim! Yalnızlık konusunda bir benzerliğimiz olduğunu söyleyebilirim ama… Belki de bu nedenle onun bu yönünü anlatırken çok zorlanmadım. Aramızda bir duygudaşlık ve ruh beraberliği vardı. Onu iyi kalpli bir insan olarak görmüşsünüz. Bence de öyle. Ama böyle olup olmadığımı söylemek bana düşmez. Soruyu hayatıma bir şekilde yolu düşenlere sormanız daha doğru.
Anlatıcı, onunla ilgili bir bölümde, “Ben artık bir insanda en çok iyi olmayı önemsiyorum” diyor. Bu, iyiliğin neredeyse tedavülden kalktığı bu günlerde önemli bir laf aslında. Sizin için de, iyilik en önemli değer mi?
-İyilik en önemli değer, evet. Ben hala iyiliğin neticede kazanacağına inanıyorum. Dahası var. İyiliğin tüm yaşadıklarımıza bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum.
Sizin için iyilik mesela, zekadan önemli mi?
-Ha bakın, ben size iyiliğin aptallık olduğunu söylemiyorum. Tam aksine, iyiliğin bunca insanın kötülüğü bir güç ve iktidar aracı olarak gördüğü bir dünyada bir akıllılık olduğuna inanıyorum. Ama zeka da elbette önemli. Yalnız içi boş olduğunda, duygudan yoksun olduğunda, sezgilerin büyülü dünyasını göz ardı ettiğinde o kadar sevimsiz oluyor ki!
İyi kalpli ama aptal biriyle birlikte olmak, kötü kalpli ama zeki biriyle birlikte olmaktan daha mı iyidir?
– İkisiyle de birlikte olmak istemem!
E peki biz ne yapacağız? Dünya cehennem yeri gibi… Nasıl bulacağız iyiliği? Bu kaostan sizin için çıkışın formülü ne?
-Her kaos, kendi gerçeğini doğurur. Ayrıca her kaos, göz ardı edilmiş bir gerçeğin sonucudur. Hatta her kaos, bir gerçektir. Kendimizi ve hakikati arama çabasından vaz geçmeyeceğiz öncelikle. İşimizi iyi yapmaya çalışacağız. Bu kaosta, halden anlamaya çalışacağız. Empati kuracağız yani bizden farklı olanlarla. Dışlayarak değil, kabul ederek yaşayacağız…
Siz kimi tercih edersiniz: Gitmeyi göze alanları mı, kalmayı bilenleri mi?
Romanınızın adı: “Bu Oyunda Gitmek Vardı.” “Gitmek” meşakkatli bir konu. “Kalmak” da öyle gerçi. Kitapta hem gidenlerin açısından anlatılıyor hikaye, hem de her daim kalan Saffet açısından. Aslında kitabın başında birçok soru soruyorsunuz. Bunlardan biri de, “Kimi tercih edersiniz: Gitmeyi göze alanları mı, kalmayı bilenleri mi?” Siz cevaplayın bu soruyu…
-Neden ben cevaplayacakmışım? Bu cevabın aranması için ben bir roman yazdım. Şimdi sıra sizde! Hem cevabı bilseydim, böyle bir hikaye yazmaya yeltenir miydim?
Siz hangisisiniz: Gördüğünü açık açık söyleyen mi, “Hayat kısa!” deyip insanları üzmemek için susan mı?
-(Gülüyor) Neden okurlara sordurtmak istediğim soruların cevabını vermeye zorluyorsunuz beni? Bakın insan bu soruları, zaten bir türlü karar veremediğinden sorar. Okuru bu yüzden oyunun kahramanı yaptım!
Sizce kişiliğinizin en baskın özelliği nedir?
-Hayal kurmayı ve anlatmayı severim. Tutkulu bir insanım. Ama en önemli özelliğim sabırlı olmam galiba. Ben bir maratoncuyum!
Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
-Hayatın kendisini. Sahiciliğin daha çok farkına vardığım ya da varmaya çalıştığım yer. Ölüme direndiğim yer. Ya da doğru bir ölümü hak edebileceğime inandığım yer.
Uzun bir süre yazmazsanız size ne oluyor? Kimyanız mı bozuluyor?
-Biraz öyle galiba. Başlangıçta ödevlerini yapmayan öğrencilerin duyduğu vicdan azabına benzer bir şeyler duyuyorum. Sonra mutsuzluk başlıyor. Bu mutsuzluğu çevreme, özellikle de sevdiklerime bulaştırmamak için de kağıda, kaleme sarılıyorum…
Romanın başında insanı gülümseten ve şaşırtan bir editör yazısı var. Milan Kundera diye bir editör. Kimdir o? Bu, bir hoşluk mu? O siz misiniz?
-Bunu da nerden çıkarıyorsunuz? Ben yazdım diye ben olmak zorunda mıyım? Olaylar tamamiyle kontrolüm dışında gelişti. Bu Milan Kundera başka! Ya da başka olduğunu söylüyor. Karışık işler…
Romanın birden fazla sonu var… Neden?
-Çünkü hayat ihtimallere açık!
Bu yaşadıklarımız başımıza kitapsızlıktan geliyor!
Türkiye’nin giderek muhafazakarlaşmasına ne diyorsunuz?
-Bütün dünya muhafazakarlaşıyor! Aslında burada “muhafazakarlık” yanlış bir terim. Ben doğru muhafazakarlığın yeniliklere açık olabileceğine inanıyorum. Böyle olunca muhafazakarlık o kadar da kötü olmuyor. Muhafaza edilmeyi hak eden değerler olduğu sürece muhafazakarlık doğru bir duruştur. Burada, günümüzde kötü olan, yeniliğe kapalı tutuculuk. Daha da kötüsü tahammülsüzlük. Bu gerginlik bizi hiçbir yere vardıramaz…
Azınlıklar seçim sonuçlarından sonra kendilerini daha mı sıkışmış hissettiler?
-Sadece kendi adıma cevap verebilirim. Ben bu sıkışıklığı her yerde hissediyorum. Dünyanın her yerinde. İşin özüne baktığınızda böyle. Distopik bir dünyaya doğru yol alıyoruz sanki. Onun için yazıyorum işte…
Bu renksiz ortamda kurtarıcımız edebiyat olabilir mi? Sizin kitabınız dışında, bizi yukarı çekecek ilaç niyetine okunacak yazarlar önerebilir misiniz?
-Kesinlikle doğru! Çivi çiviyi söker misali, Dostoyevski’nin romanlarını okuyun. Virginia Woolf’u okuyun, Mevlana’yı, Şeyh Galip’i, Turgut Uyar’i okuyun, ne bileyim… Yeter ki kitap okunsun. Bu yaşadıklarımız biraz da kitapsızlıktan geliyor!
Ders verdiğiniz yazı atölyelerinde öğrettiğiniz en temel şey nedir?
-Yazı yazmayı sevmek ve sevdirmek. Yazarak kendini ifade etmeyi sevmek. Yazmanın insana kendini keşfetme imkanı tanıdığını anlatmak. Bir farkındalık oluşturmak ve kitap yazmanın çok anlamlı bir hayal olduğunu göstermek.
Her önüne gelen roman yazıyor, her önüne gelen yazar mıdır? Böyle bir şey olabilir mi?
-Tabii ki yazar olmak o kadar kolay değil. Hatta hiç kolay değil! Hatta bazı tereddütleriniz varsa, yol yakınken dönün derim! Bu iş, tutkulu insanların işi. Sabretmeyi bilenlerin. Edebiyattan söz ediyorum tabii. Kitap yazarak meşhur olmak isteyenlerden ve sadece meşhur olmak isteyenlerden değil!
Gençekten gitmekten söz ediyor. Siz, yirmili yaşlarınızda olsaydınız ne yapardınız?
-Ben siyasi kavganın en acımasız olduğu günlerde üniversitedeydim. Yirmili yaşlarımdayken burada, topraklarımda, coğrafyamda kalmayı seçtim. Çünkü en çok burada kendimi var edebileceğime inandım. Sonrası geldi. Hiç pişman değilim. Şimdi olsaydı yine aynısını yapardım.
Yeni Türkiye’de sizi heyecanlandıracak bir şey var mı?
-Olmaz mı? Gençler. Kızlı erkekli hayata bir mizah penceresinden de bakmayı bilen gençler…
YARALARIYLA KENDİLERİNİ VAR EDENLERİN HİKAYESİ
Bu hikaye, aslında yaralı insanların hikayesi. Yaralarıyla kendilerini var edenlerin, hayata tututunanların veya tutunamayanların. Görmek isteyenlerin. Anlatmak isteyenlerin…