KÖMÜRLÜKTEN bozma bir ev, tek oda. Ortada kocaman bir soba.
Borusu kıvrılarak tavana uzanıyor.
Üzerinde sadece su kaynıyor, yemek filan hak getire.
Tepede bir ampul, floresan.
Pek yalnız, bu ana-oğul gibi.
Duvarda promosyon bir saat, plastik, Beko.
Şu an hepimizin üzerinde oturmakta olduğumuz odadaki yatak, zamanında kimsesiz, yaşlı bir teyzeninmiş, vefat edince, muhtar, “İsterseniz sizin olsun” demiş.
Camı çatlak minik televizyon da bir başkasından hediye.
*
Meryem ile Mehmet işte bu evde yaşıyorlar.
Açlık sınırında.
İçinde sadece küçük bir reçel kavanozu olan bir buzdolabı hayal edebiliyor musunuz?
Ben de edemiyordum, görene kadar. Gerisi yok, bomboş.
Yerdeki Caillou halı, tüm bu fakirliğe, çaresizliğe meydan okuyor.
Aslında battaniye ama halı niyetine kullanılıyor.
Yaşamı temsil ediyor, pes etmemeyi, devam etmeyi.
11 aylık küçük Mehmet, çizgi film kahramanı Caillou hastası.
“Caillou?” diyorum.
Gülümsüyor.
Çocuk her yerde çocuk.
Açlık sınırında yaşasa da.
*
Bütün bu acıklı görüntüye rağmen bir ışık var bu evde, bu kömürlükte, bu odada…
O ışık oğlandan mı, annesinden mi geliyor bilmiyorum. Sanırım ikisinden.
İkisinin birbirine olan sevgisinden, bağlılığından.
Ve tuhaf, mis gibi kokuyor!
Oysa rutubetli yerler kokar.
Acı kokar. Dert kokar. Ter kokar.
Burası öyle değil.
Bu kömürlükten bozma ev çocukluğumuzdaki Arap sabunu kokuyor.
Yaşlı teyzenin üzerinde vefat ettiği yatakta kıvrılıp uyuyasım geliyor.
O kadar temiz.
Çünkü Meryem inanılmaz titiz.
Dün gece kendimi, insanların kaderleriyle ilgili kararlar vermesi gereken biri gibi hissettim, ağır geldi bu yük. Bir Yarım Kalan Hayatlar daha yapmıştım, Carrefour’la -lütfen internetteki köşeyi açıp okuyun- ve bir 20 bin lira daha kazanmıştım.
Kime gidecekti o para?
Bir sürü mail arasından üçüne yanıt yazdım, “Acilen bana ulaşın lütfen!” diye.
Biri, boynundan aşağısı felç bir çocuk, biri bir kapıcının kasları eriyen evladı, diğeri de Meryem ile Mehmet, sahipsiz anne-çocuk…
Onların varlığından beni haberdar eden insanların hepsine mail attım.
İçimden de “İlk cevap kimden gelirse yarın ona gideceğim, diğerleri daha sonraki Yarım Kalan Hayatlar’a” dedim.
Kısmet, Meryem ile Mehmet’eymiş. Bizi o minik evinde misafir etti, bir şey ikram edemedi ama ana-oğul arasındaki o yoğun sevgi akışına tanık olmak bizi güzelleştirdi, arındırdı, temizledi…
Meryem, Karadenizli.
Rizeli. Onurlu, inatçı.
Hem yetim, hem öksüz.
Üvey büyükanne büyütüyor, ilkokul 5’e kadar da okutuyor.
12 olunca, babası yaşında bir adamla evlendirmek istiyorlar.
Dedim ya Meryem inatçı, “Ölürüm evlenmem” diyor.
Odaya kilitliyorlar 15 gün, küçük bir odada hem yemeğini yiyor, hem tuvaletini yapıyor, ama ıh ıh, Nuh diyor peygamber demiyor.
Kararlı, ondan bekleneni yapmıyor. Kaynar su döküyorlar, vücudundaki yanık yerleri gösterdi, yine başaramıyorlar. Dedim ya inat.
Ama büyükanne de öyle.
Bu dediğim dedik kızla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. Küsüyor, konuşmuyor, dövüyor, sövüyor…
Bütün bir hayat iteleniyor Meryem.
Bir kafasını okşayanı olmuyor.
Sonra bir gün, mahallede bir nakliyeci görüyor, Kürt bir delikanlı, Diyarbakırlı Hasan, vuruluyorlar birbirlerine. Kaçmaya karar veriyorlar.
Ama daha yaşı küçük, sabrediyorlar, bekliyorlar.
Meryem 18 olduğunda da bir yolunu bulup Rize’den Antalya’ya kaçıyorlar. Polis buluyor ama kız reşit, kimse bir şey yapamıyor.
Sonra bu ikili İstanbul’a geliyor.
Hasan’ı da hâlâ kızıyla evlendirmek isterlermiş meğer. O da Meryem’iyle bir hayat kurduğu için mesut. Çalışıyor, çabalıyor, bir çamaşır makinesi, bir televizyon, bir buzdolabı alıyorlar. Bir ev, bir hayat kuruyorlar kendilerine. Meryem hiç olmadığı kadar mutlu. Onu seven, sahip çıkan bir kocası var.
Tencere kapak yuvarlanıp giderken, Diyarbakır’dan bir telefon. “Baban ölüm döşeğinde, gel.”
“Beni de yanına al” diyor Meryem, “Ellerini öpeyim, ana baba diyeyim, beni de kızları bellesinler…”
“Yok” diyor Hasan, “Uygun olmaz. Baksana babam hastaymış. Ben gideyim, bilirsin sana dönerim…” Ama dönemiyor!
Yolda, kamyoneti, bir TIR’ın altına giriyor ve oracıkta can veriyor.
Meryem’e ev sahibi haber veriyor. Morgda sevdiği adamı görünce inanamıyor, çünkü uyuyor gibi duruyor, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme. Meryem o gülümsemenin ne anlama geldiğini çok sonra anlıyor.
“Hasan, Mehmet’imi bildi!” diyor.
“Meğer o ölürken, ben oğlumuza üç aylık hamileymişim…”
Hasan’ın naaşı gömülmek üzere Diyarbakır’a gidiyor, Meryem de İstanbul’a… Evine… Kös kös… İstanbul’da kimseyi tanımaz etmez, yaşadıkları semtin dışına çıkmamış bile… Yol yordam bilmez…
Merdiven siliyor, evlere temizliğe gidiyor…
Ama yine de bulup buluşturup kirayı ödeyemiyor.
Ev sahibi sürekli sorun çıkarıyor, bunu da evden atmak istiyor.
Derken doğum.
Komplikasyon çıkıyor ve sezaryen. Refakatçisi yok, bir başına.
Rüyasında yaşlı bir kadın görüyor, “Bir oğlun olacak” diyor, “Okuyacak, adam olacak, adını Mehmet Hüseyin koy…”
Uyandığında doktora, “Oğlum mu oldu?” diyor.
“Evet” diyor doktor.
Hasretle sarılıyor bebeğine.
Onun hayatının anlamı bundan sonra Mehmet artık.
Ama gidecekleri herhangi bir yer olmadığı için sığınma evine doğru yola çıkıyorlar. Çünkü o arada ev sahibi, alacağını tahsil edebilmek için, evde ne var ne yok satmış.
Birkaç ay sığınma evinde kalıyorlar.
Daha sonra bir miktar para verip, “Ya başka bir sığınma evine göndereceğiz seni ya da başının çaresine bak” diyorlar.
Kucağında bebeği, kapı kapı dolaşıyor, kalacak yer arıyor.
Ve sonunda işte bu mahalledeki bakkal, “Şurada bir kömürlük var ama sana vermezler, dulsun” diyor.
“İyi ama çocuğumla öleyim mi sokaklarda, gidip konuşayım ev sahipleriyle” diyor.
Ev sahibi, başörtülü, beyaz tenli, çok tatlı bir büyükanne, eşi vefat etmiş, oğlu ortalıkta yok, çarşaflı gelini ve üç torunuyla yaşıyor.
Gelini, evlere temizliğe gidiyor.
Yani onların da durumu pek iç açıcı değil.
Ama mert insanlar, yardımsever insanlar, halden anlayan insanlar.
Diyorlar ki: “Tamam gel burada evladınla yaşa. Seni sokakta bırakacak halimiz yok ya. Sütten kesilince bebeğin, çalışırsın…”
Ve bu kömürlüğü ayda 200 liraya kiralıyorlar.
Üç aydır o kirayı da ödeyemiyor Meryem.
Bu arada, kapıcılık işi arıyor, “Erkeğin yok” diye vermiyorlar, gündelik işi arıyor, “Bebeğin var” diye vermiyorlar. Oysa çalışkan, dürüst, zehir gibi bir kız.
*
Hikâye bu.
Kafalarını sokacak yerleri var.
Ama herhangi bir gelirleri yok.
Bazen belediyeden yardım alıyorlar, bazen alamıyorlar.
Konu komşu bazen yiyecek veriyor, bazen veremiyor.
Yarını düşünmeden, bugünü yaşıyorlar. Gelecekleri meçhul.
Hasan’ın ailesi de, “Oğlanı bize ver ama seni istemeyiz” demiş.
Meryem de canını verir oğlunu vermez! Ona dedim ki: “Bu 20 bin lira senin Mehmet’inin kısmeti. Onun adına bir hesap açtıralım, parayı yatıralım. Hem bak doğum günü geliyormuş, oğlun bir yaşına giriyormuş…”
Yüzüme öyle güzel baktı ki…
O bakış her şeye değer…
HAMİŞ: Benim hayallerimin sonu yok. Oğlan bir yaşında ama gerçekten cin gibi, algıları çok açık, dünya tatlısı bir şey. Bilfen gibi bir okul sahip çıksa, anaokulundan itibaren bu çocuk okusa, ben de manevi ablası, teyzesi filan olsam ve ara ara size Mehmet’le ilgili haberler versem. Olamaz mı? Bu çocuğa böyle bir şans verilemez mi? Anneye de bir iş bulsak, tadından yenmez…