Ve karşımda Profesör Alihan Gürkan.
Genel cerrah.
Memorial Sağlık Grubu’nda çalışıyor.
Genel Cerrahi Bölüm Başkanı.
İnsanın bir cerrahta hayal edeceği hangi özellikler varsa, hepsi onda.
Kararlı, güçlü, hızlı, özgüvenli…
Ve renkli.
Motosiklete binen cerrah o!
Siz de okuyacaksınız, eğitimini dünyanın dört bir tarafında tamamlamış ve borcunu ödemek üzere memlekete dönmüş.
Ben anlattıklarından çok etkilendim.
En çok da organ nakli için böbreğin vajinadan çıkarılma yöntemine…
Bir de gurur verici bir yanı var…
Bu yöntem dünyada ikinci, Türkiye’de ilk kez uygulanıyor.
Sizi Alihan Hoca’nın anlattıklarıyla baş başa bırakıyorum…
Tıp okumanızın özel bir sebebi var mı?
-Var, otomobiller! Otomobil meraklısıydım, küçükken bu güzel otomobiller kimin diye bakardım. Hep bir doktorun çıkardı. Bu kimin? Bir doktorun. Bu kimin? Bir doktorun. Sonra amcam Almanya’ya gitti, o da doktordur, orada yaşıyordu, yazları geliyordu. O da ne! Altında bir spor araba, Türkiye’de hiç olmayanlardan. İşte o zaman, “Büyüyünce ben de doktor olacağım” dedim.
Hep başarılı bir öğrenci miydiniz?
-Evet. Bu işi yapmak ve bu işte bir yere gelmek, ta o zamanlardan, bir disiplin gerektiriyor, o da vardı bende. Kafayı koyduğumu yapardım. Liseyi de, üniversiteyi de Antalya’da okudum. Antalya Tıbba da birincilikle girdim. Aslında Türkiye’de giremeyeceğim hiçbir okul yoktu
Neden Antalya’yı istediniz?
-Babam yüzünden, Antalya Ağır Ceza Reisi’ydi. İsmi çok büyüktü ama maaşı küçüktü. Bana dedi ki, “Sen sınava giriyorsun, Türkiye birincisi oluyorsun, belli ki istediğin tıp fakültesine girebilirsin ama ben sana ne yazık ki, her ay belli bir para gönderebilirim. Çünkü kazandığım ortada. Sen o parayla oralarda rezil olursun, daha fazlasını gönderirsem de, ben burada rezil olurum!” Ben de, çaresiz tıbbı Antalya’da okumaya karar verdim.
Ne kadar büyük bir şehvetle doktor olmak istediniz?
-Çooook. Zaten başarılı bir eğitim, arkasından gelecek olan mesleki başarısızlıkla bağdaşmazdı. İyi öğrencilik, tutkuyla yaptığım doğru meslek, ben hattı hiç kaybetmedim.
Hayal ettiğiniz gibi bir hekim oldunuz mu?
-Ona hastalarımın karar vermesi gerekiyor. Benim kendimle ilgili, yaptıklarımla ilgili vicdanım rahat. Mutlu bir adamım.
İhtisasınızı, üst ihtisasınızı Amerika ve Avustralya’da yapmışsınız, Amerika tamam da, Avustralya ne alaka?
– İstanbul’da genel cerrahi ihtisasım bitti, bir ay Norveç’te kaldım, sonra ver elini Amerika. Amerika Birleşik Devletleri’nde bir sınav var, ancak o sınavı geçerseniz hekimlik yapabiliyorsunuz, ben de geçmiştim, sertifikam cebimdeydi. Bir sene Houston’da kardiyovasküler cerrahiyle uğraştım. Organ naklini kuranlar hep vasküler cerrahtır. Sonra New York’ta bir pozisyon açıldı, oraya geçtim. Toplam 3.5 yıl kaldım Amerika’da. Sonra da beni bırakmak istemediler, bana iş buldular ama Ohio’da. “Ohio’ya, Oha!” dedim. “Yapamam orada!” dedim. “İstanbul’da yaşarım, Paris’te yaşarım ama Ohio’da yaşamam!” Ben Londra’ya gitmek istiyordum, fakat aynı anda Güney Afrika’dan ve Avustralya’dan da teklif vardı. Baktım İngiltere vizesinde sorun çıktı, Avustralya’ya “Ben geliyorum” dedim. 33 yaşında Sidney’de yaşamaya başladım. Çok da güzel imkanlar sundu o ülke bana. Fakat o dönemlerde Akdeniz Üniversitesi, “Sana ihtiyacımız var!” dedi, ben de Türkiye’ye geri döndüm.
Eşinizle de o zaman mı tanıştınız?
-Evet. Dört bir kıtada bulamadım, aşık olacağım kadını memleketimde, Antalya’da buldum!
İnsanın kendi ülkesinde bu işleri yapıyor olması nasıl?
-Müthiş! Bir kere borç ödüyorsunuz. Ben bu insanlar sayesinde, dünyanın dört bir yanında, o tecrübeleri kazandım, onların sayesinde çok iyi yerlerde eğitim aldım, artık borç ödeme zamanı diye düşündüm. Çok isteyerek döndüm. Üstelik çok da güzel oldu çünkü Akdeniz Üniversitesi’nde yapılmayanı yapmaya başladık. Çok iyi bir ekiptik. Senede sadece 20 böbrek nakli yapan bir merkezi, 360 böbrek nakli yapan bir yer haline getirdik. Hepimiz canla başla çalıştık. Şu anda oradakiler bizim öğrencilerimiz, kardeşlerimiz. Hepsi de hala çok iyi bir şekilde bu işi götürüyorlar.
Biz pankreas kanserini en zorlu, en belalı kanserlerden biri olarak biliriz. Genellikle de sonu pek parlak bitmiyor. Bu alanı seçmenizin sebebi ne?
-Aldığım eğitimin bir parçası bu. Karaciğer nakli eğitimi alırken, bunu da öğreniyorsunuz. İkincisi, ilgi çekici bir alan, hızla inanılmaz gelişmeler kaydediliyor. Benim ihtisasım sırasında, karaciğerin bir parçasını çıkarmak filan zor işlerdi. Şimdi birinden çıkarıp bir başkasına takıyoruz, iş oraya kadar geldi. Hayatın akışı biraz beni oraya götürdü ama zor olması ve kimsenin pek uğraşmaması da bu alanı seçmemde etkili oldu…
En parlak adamlar, en parlak cerrahlar bu alanı mı seçer?
-Böyle demek zor. Her alanda parlak cerrahlar var. Memede var, kolonda da var. Ama bütün bu işlerin içinde en zor cerrahi hangisi derseniz, evet karaciğer, safra yolları ve pankreas cerrahisidir.
Cerrahide en verimli yaş diye bir şey var mı?
-Yaşam, çan eğrisi gibidir, iki yaşında başarı çişini tutabilmektir ama 82 yaşında da öyledir. 15 yaşında bir kadınla birlikte olmak başarıdır ama 75 yaşında da öyledir. Bu açıdan bakarsanız, cerrahide fiziki kapasite ve deneyimin bir dengede olması gerekiyor. 25 yaşında deneyiminiz yok ama avuçlarınızdan ateş çıkıyor, 65 de deneyiminiz var ama fiziki kapasiteniz artık eskisi gibi değil.
Genç birine tarif ederek yapılabiliyor mu bu işler?
-Oluyor ama şöyle: Genç arkadaşım açıyor, hazırlıyor. Gerisini, işin can alıcı kısmını ben yapıyorum. 60’larda, 70’lerde çok deneyimlisiniz, fikir önderisiniz, o vakanın en can alıcı kısmında olmanız gerekir, ama tabiri caizse ırgatlık kısmında sizi olmanız gerekmiyor. Zaten enerjiniz de yetmez.
Akdeniz Üniversitesi’nde muhteşem bir ekiple, 10 yıl boyunca başarılı organ nakillerine imza attınız, sonra Antalya’yı Türkiye’nin en önemli kanser merkezlerinden biri haline getirmeyi hedeflediniz. Bu iddia nasıl çıktı?
-Kanser, multidisipliner bir iş. Modern tıpta, kanserde organizasyon çok önemli. Siz allame-i cihan bir cerrah olabilirsiniz, ama ekibinizde iş yoksa, bittiniz. Mesela en iyi girişimsel radyologlardan biri bizde. Yapay damar taktığım zaman, onun tıkanıklığını tespit edebilmesi, bir daha ameliyat gerekmeden onu açabilmesi benim için büyük güvence.
Cerrahlar kendilerini yarı tanrı zannederler değil mi?
-Bence yarı değil tam tanrı zannederler! Yarımlık bir iş değil cerrahi! İşin esprisi bir yana, bu biraz mizah işi. Mıy mıy konuşan bir adamın cerrah olma ihtimali düşüktür.
Yüksek ego mu gerekiyor?
-Evet, kendine güven gerekiyor. Tabii şu var: Delilikle kendine güven arasındaki çizgi de çok incedir. Özgüveni abartırsanız, hastanıza zarar vermeye başlarsınız. Çok aşağıda kalırsanız da, aslında yapılması gereken şeyleri yapamazsınız. Sabah bir operasyon yaptım mesela, bir hekim yakını, bir hafta önce, başka bir hastanede opere edilmiş. Açılmış, kalın bağırsaktaki tümöre bakılmış, “Çıkarılamaz!” denmiş kapanmış. Genç de bir hasta. Bana geldiler, baktım. Şifa vermek istiyorum ama umut taciri de olmak istemiyorum. Biri, o kapalı kutuyu açmış, bakmış ve demiş ki, “Olmaz!” Ama elinizde bilim var, güçlü bir ekibiniz var, dedim ki, “Ben bunu çıkarabilirim. Hasta, benim çocuğum da olabilirdi, bu tümörü böyle bırakamazdım!” Anlattım. Ama risklerini de söyledim. “Biz size güveniyoruz” dediler, sabah ameliyata aldık, söktük tümörü. Şimdi kemoterapi alacak. İşin yüzde 98’i temizlemiş oldu. İyi şimdi.
Ameliyathanede insan kendini nasıl hissediyor?
-Biz orada tanrının elleriyiz. Tanrı inancı olan biri olarak söylüyorum, bazen bir dokuyu çekip sökmeye çalışırken, fiziki olarak da tükendiğinizi hissedersiniz, işte o vakaların kritik noktalarında sanki biri makasımı iter arkadan. “Şöyle kes, böyle kes” diye kulağıma fısıldar. Bir atardamarın üzerinde çalışıyorsunuz mesela, iki milim aşağı gitseniz hastanız ölecek, ama o tam o 2 milimi tutturduğunuzda da, o tümörü oradan sökeceksiniz. Boşuna kutsal bir iş demiyorlar, öyle gerçekten!
Siz aşağıda tüm bunları yaptıktan sonra yukarıdaki gündelik hayatı kim takar. Manasız gelmiyor mu? Siz orada ölüm kalım meselesi yaşıyorsunuz…
-Ama hayat devam ediyor! Gerçi şunu da öğreniyorsunuz, hepimiz aslında, her an bir mayın tarlasında yürüyoruz. Etrafımız mayın dolu, yani hastalıklarla çevriliyiz. O mayına bastığımızda, ne kadar paran olduğunun bir önemi yok, hayattaki konumunun da… Aslına bakarsanız, yaşam mutluluk ve sağlık. O kadar. Bunu takdir etmeyi öğreniyorsunuz.
Bu sizi bir başka bilgeliğe ulaştırıyor mu?
-Yok canım, her ameliyatta yeni bir şeyler öğreniyorum, törpüleniyorum, gelişiyorum. Ama nihayetinde etten, kemikten oluşmuş bir canlıyım.
Şu oluyor mu: “Böyle yaptım, yanlış yaptım. Hastayı kaybettik. Bu tarafı değil, öteki tarafı kesmeliydik…”
-Olmaz olur mu?
Bunun altından nasıl kalkıyorsunuz?
-Ben risk alıyorum, bunu yapmazsam bu hasta ölecek… Biliyorum. İki ay içinde, üç ay içinde. Bütün bu riskleri de, hastayla çok açık yüreklilikle paylaşıyorum. Siz bu işi dürüst yaptığınız sürece hastaların size inancı artıyor. Kendi ailenize yapacağınız bir şeyi, hastanıza da yapıyorsanız, yanlış da yapsanız bunun hesabını vicdanınıza verebilir, geceleri uyuyabilirsiniz. Bir de tabii şu var: Sadece makineler hatasız yapabilir, ben insanım. Hata yapmaya da devam edeceğim. En zor hasta grubuyla uğraşıyorum. İki oda öteye gidin, oradaki meslektaşım cildiyeci, onun hastası hiç ölmez, daha fazla kaşınır belki ama ölmez. Benim hastam ölür. Benim hasta grubumda ben bir şey yapmazsam, yüzde 30’u 40’ı zaten ölecektir. Burada amaç, kaybettiğiniz yüzdenin Batı’yla aynı oranda olması.
Ameliyat masasında öldü, n’apıyorsunuz?
-Son 5 yıldır, hemen hemen hiç olmadı. Hatırlamıyorum. Ama ölüme yaklaştığımız hasta oluyor.
O ekibin içinde hep birinin, bir şeylere karar vermesi gerekiyor, o da sizsiniz değil mi?
-Evet, mesela kurul diyor ki “Çok yaşlı, riskli olur, ameliyat edilmesin!” Ama hasta diyor ki, “Ben riski alıyorum, ameliyat olmak istiyorum!” O zaman son kararı, cerrah olarak sizi vermeniz gerekiyor, çünkü bıçak, sizin elinizde. Yapacağınız işlemle ya kurtaracaksınız ya da öldürecekseniz. Ama neticede siz karar vereceksiniz. Dolayısıyla ekibin en tehlikeli ve en şanssız elemanı benim. Çünkü en büyük zararı ben verebilirim.
Vajinadan böbrek nakli nasıl bir şey? Ne kadar önemli bir gelişme?
-Çok önemli! Biz maalesef organ bağışı konusunda sınıfta kalmış bir ülkeyiz. Kimse, günahını vermiyor kimseye. 70 milyonluk ülkede, 300 kişi beyin ölümünden sonra organ bağışlıyor. Tamamen bencil bir ülke olduk, çıktık. Türkiye’de öyle bir paradoks var ki, sisteme organ bağışlamak yok ama yakınlarına organ bağışlamak deyince, en yakın rakibinize 7 kat fark atıyorsunuz. Almanya’nın 7 kat üstündeyiz karaciğer bağışında. Çocuğuna bağışlıyor, aynı duyarlığı topluma da göster. Yok! Oysa sen bir yakını toprağa gömüyorsun, üçüncü sınıf omurgasızlara yem yapacağına, böbreğini ver kardeşim, bekleyen 70 bin böbrek hastası var.
Neden olmuyor gerçekten?
– Eğitimsizlik ve duyarsızlık. Bir de tabii, biri bağış yapıyor, siz onun böğrünü, buradan buraya kadar yarıp böbreğini çıkarıyorsunuz. Sürünüyor ondan sonra. 10 haftada iyileşmiyor. “Bunu yapmayalım” dedim, “Bunun kapalı bir yöntemi var, biraz meşakkatli, bunu öğrenelim!” Batı artık böyle yapıyor. Sonra ben böbrekleri kapalı çıkarmaya başladım.
Çok sürreel geldi bana… Çocuk çıkarır gibi, böbrek çıkarılıyor öyle mi?
-2010 yılında vajinadan böbrek çıkarılması vakasını okudum. İlk okuduğumda bana da sürreel geldi. Fakat sonra bir hostes hanım geldi, çok da gençti, “Benim vücudumu lütfen kesmeyin!” dedi. Kapalı bir şekilde yaptık. Sonra da gerisi geldi. Sonuçlar çok güzel. Önce kasıktan kesip çıkarıyorduk, sonra dedik ki “Kasığını da kesmeyelim!” Orada bir kesi var, doğa yaratmış onu. Türkiye’de ilk defa, Avrupa’da da yapan ikinci merkeziz.
Bunun riski yok mu?
-Doğru dürüst yaptığınız sürece yok. 75-80 hanıma bunu yaptık. Doğum yapmış gibiler, böbreklerini veriyorlar, vücutlarında kesi yok. Ertesi gün ayağa kalkıp taburcu oluyorlar.
Cinsel fonksiyonda bir sorun…
-Hiç yok. Biz bunu karaciğer tümörlerine de uygulamak istiyoruz. Ufaltıp aynı yerden çıkartabilirsiniz. Kesmenize gerek yok…
20 YIL SONRA KANSER TEDAVİSİ İÇİN CERRAHİYE GEREK KALMAYACAK!
Şu anda kanserde en etkin tedavi cerrahi ama inanıyorum ki, 20 yıl sonra ilaçlar, akıllı moleküller bu işi çözecek. Biz kanser için belki cerrahinin son 20-30 yılındayız. Ben inanıyorum ileride medikal onkoloji, radyoterapi, kemoterapi ve nükleer tıp, daha çok bu işin içinde olacak…
KANSER TEDAVİSİNDE, HEM DOKTOR HEM HASTA MÜCADELEDEN KAÇINMAMALI…
“Ben her pankreas kanserini ameliyat ederim ve kurtarırım!” demek ne kadar yanlış bir cümleyse, “Aman! Pankreas kanserine dokunmayalım, ölür!” demek de, o kadar yanlış bir cümle. Evet ameliyat edemeyeceğimiz bir hasta grubu var, evet hala pankreas kanserinde tedavi şansımız çok düşük… Ama geçmişe göre de çok yüksek. Bundan 20 yıl öncesiyle aramızda çok ciddi fark var. O arkadaki büyük damara yapışmışsa, eskiden her şey bitmişti. Şimdi öyle bir şey yok, damarlara atlamış pankreas kanserini kemoterapiyle küçültüp ameliyat edebildiğimiz vakalar var. Dolayısıyla hastaya bu şans sonuna kadar verilmeli. Benim vurgulamaya çalıştığım hep şu: Mücadeleden hiç kaçınılmamalı!
Cerrahlar hiç bunalıma girer mi?
-Girer tabii. “Felaket asla tek başına gelmez!” diye bir laf vardır. Bazen öyle bir şey olur ki, arka arkaya 5 vakada problem çıkar, e, sizin de süngünüz düşer tabii! Ama hemen toparlanmak gerekiyor, çünkü bu insanların bize ihtiyacı var…
Canınızın hiç ameliyata girmek istemediği olmuyor mu?
-Hiç olmadı. Küçücük bir ben çıkarırken bile, ağzım sulanır benim. Apandisit ameliyatı yaparken bile. Garip bir şey ama öyle. Ameliyat yapmadığım zaman yüzüm düşer. Hanım hemen anlar, “Bugün ameliyat yoktu herhalde” der.
Bedendeki yerleşim benim çok hoşuma gidiyor. Vücudun ergonomisi müthiş! Gereksiz bir tek malzeme yok. Yanlış yerleştirilmiş hiçbir şey yok. Yer kullanımı çok efektif. En usta mimar bile böyle çizemez, her şey yerli yerinde. Onun bozulduğu yeri de anlayabiliyorsunuz.
CERRAHİ, BİR İNŞAAT İŞÇİLİĞİ!
Siz konuşur musunuz kanserli dokuyla?
-Konuşurum bazen küfredebilirim… “Allahın cezası, göreceksin sen, seni alacağım oradan!” gibi diyaloglar geçer aramızda…
En sinsi kanser?
-Pankreas. Hiç tartışmasız.
Ve bu kısa çubuğu çekmek gibi değil mi?
-Evet. Steve Jobs, düşünsenize, dünyanın en önemli adamlarından biri, çekti kısa çubuğa ve öldü gitti. Çok sinsi bir organ, çok arkada lokalize, belirti vermiyor. Geçen hafta benim karnım ağrıdı, hiç yapmadığım bir şey, gittim ultrason çektirdim. “Şu pankreasıma bir bakın!” dedim. Sizin karnınız ağrıdığında, kızartmayı fazla kaçırdım dersiniz ama benim gibi hafta da üç tane pankreas kanseri ameliyatına girince, ister istemez insanın algısında seçicilik oluyor. Ki, pimpirikli bir adam da değilim.
Ailede kurallarınız var mı? Kadınlar mamografilerini hiç aksatmayacak gibi…
-Ailedeki kadınlara bir sözümü geçirebilirsem, ah neler yapacağım da!
Parmaklarınızı esnekliğini ve el kabiliyetinizi koruyabilmek için ne yapıyorsunuz?
-Motosiklete biniyorum. Motosikletim var, herkes deliriyor, ama benim de kafayı reset‘lemem lazım, bir şekilde. Gerçi elimi koruyorum. En azından korumaya çalışıyorum. Tam teçhizatlı biniyorum, böyle şeylere dikkat ediyorum.
Bir cerrahın anlayışız karısı olabilir mi?
-Olmamalı. Gerçekten bizim hayatımızı cennete de cehenneme de çevirme yetisi kadınların elinde. Kimsenin, anlayışsız karısı da, kocası da olmamalı.
Çok şişman bir cerrah olabilir mi?
-Yok. Bu maalesef fizik kuralı. Ben cerrahiyi inşaat işçiliğine benzetiyorum. Biz inşaat işçisiyiz ve bedeni kullanmak zorundayız. Yıpratıcı bir meslek bizimkisi. Kalp krizi riski yüksek, emboli riski yüksek. Sürekli ayakta kalıyorsunuz. Dolayısıyla, bir cerrahın fit olması lazım, koşması, yüzmesi yazım.
Bir daha dünyaya gelseniz yine cerrah olur muydunuz?
-Kesinlikle evet!
Kadın cerrah neden az?
-Bizim bencilliğimizden aslında. Biz kadınlardan korkuyoruz, kadınlar o kadar yetenekli ve o kadar muhteşem ki. El yeteneğiniz iyi, algınızı iyi, insani ilişkileriniz iyi. Ben önce tanrı var diyorum, sonra kadınlar var diyorum bir de biz ve solucanlar filan… Üçüncü kademedeyiz yani!…
PROF. DR. MUSTAFA ÖZDOĞAN’LA KANSER ÜZERİNE…
Her yıl 200 bin kanser vakasının 150 bini tedavi edilebilir!
Ve karşımda, o sıra dışı kemoterapi merkezinin kurucusu ve her şeyi Prof. Dr. Mustafa Özdoğan.
Dünyanın en alçak gönüllü insanı.
Çok sevecen, çok samimi.
Yaptıklarının çok güzel şeyler olduğu söylendiğinde utanan nadir kişilerden!
Hastalarının ona nasıl sevgiyle baktığını da gözlerimle gördüm.
Bu merkezin kuruluşun ilginç bir öyküsü var.
Akdeniz Üniversitesi’ndeki hocası Mustafa Samur -o da bir onkolog- lösemi oluyor.
Burada hastaneler bakımda olduğunda, kemik ilik nakli için Amerika’ya gitmek zorunda kalıyorlar.
Mustafa Samur’ın yanında öğrencisi Mustafa Özdoğan var.
250 bin dolar nakil ameliyatı ücretini yatırmışlar, orada bir ek kemoterapi tedavisi için bir 50 bin lira daha isteniyor, “Siz o 250’den alın, biz 50 daha bulup getireceğiz!” diyorlar. Cevap: “Hayır olmaz o nakil parası!”
Birden Amerika’nın paraya dayalı farklı bir yüzünü görüyorlar.
Para bulunuyor, kemoterapi de nakil ameliyatı da yapılıyor, Türkiye’ye dönüyorlar, hoca 4 yıl daha yaşıyor.
Sonra vefat ediyor.
Öğrencisi Profesör, Mustafa Özdoğan, şu an insanlığın ağır bastığı bir merkezi hayata geçirmiş durumda…
Neden hekim olmak istediniz?
-Aslında istemedim. Ben mobilyacıydım…
Nasıl yani?
-Niğdeliyim. Çocukluğum ve gençliğim mobilyacılık yaparak geçti. Babam mesleğimdi. İyiydim de. 17-18 yaşında usta olmuştum. Ama tüm ailemin hayali, hekim olmamdı. Beni hep beyaz önlükle hayal ediyorlardı. Matematiğim de iyiydi. Tıp Fakültesi’ne girmeyi başardım. Ama sonra pişman oldum, iki kere bırakma teşebbüsünde bulundum.
Neden?
-Mobilya aşkı! Yanıp tutuşuyordum! Bir de sarmadı Tıp beni. Ama o kadar çok ısrar ettiler ki, “Bırakma, bırakma…” Devam ettim. Sonra zaten hayatıma onkoloji girdi. Dünyaya gelme sebebim olarak hissettiğim alan. Şimdi mesleğimi inanılmaz çok seviyorum.
Sorunu ve çözümü aynı anda görebildiğiniz için mi?
-Evet. Sonra mücadele başlıyor. Uygulandığımız tedavilerle, insanların sorunlarına bir nebze çare bulabiliyorsak ne mutlu bize!
HER ŞEY, BİLGİ VE TEKNOLOJİ DEĞİL!
Daha önce böyle bir yer görmedim ben. Burayı farklı kılan nedir?
– Biz insanlara dokunabiliyoruz ! Duygu var burada, sevgi var. Aile gibiyiz. Yoksa teknolojik olarak diğer yerlerden çok bir farkımız olduğunu düşünmüyorum. Ama insani dokunuş konusunda iddialıyız. Zaten bence mesele de bu. Kliniklerimize 5 milyon dolarlık radyoterapi cihazı almayı biliyoruz ama duvara bir resim asamıyoruz. Her şey mekanik. Bu mudur? Değildir! Her şey, bilgi ve teknoloji değildir. Bizim, dokunmamız ve hissetmemiz azaldı. Bazı şeyleri çok Batılı yapmaya başladık. Oysa biz aynı zamanda Doğulu’yuz. Bizler üzüldüğümüzde de mutlu olduğumuzda da birbirimize sarılırız. Kültürümüzde var. Ama giderek bu tür şeyler eksiliyor. Ben mesela hastalarıma dokunmayı severim. Kanser olduğumuzda, kendimizi en çok emanet edeceğimiz kişiden, yani doktorumuzdan bir temas beklememizden daha doğal ne olabilir!
Buradaki hastalar size bayılıyor. Para verseniz bu kadar güzel şeyler söyletemezsiniz insanlara…
-O sevgi karşılıklı! Kanserle karşılaşan biri, önce karanlıkla baş başa kalıyor. Bir sonrakini adımı göremiyor. Kemoterapi nedir bilmiyor. Damarımdan bir ilaç verilecek ama ne sonra olacak? Bin tane soru var kafasında. Ama doktorla konuştuğu ve başına ne geleceğini bilmediği o merkezde, elinde fırçası resim yapan kemoterapi hastalarını görünce rahatlıyor. “Çok kötü bir yerde değilim herhalde” diyor! Resimle, müzikle, yogayla onları tekrar hayatın içine çekiyoruz.
SIRADA ORMAN İÇİNDEKİ ONKOLOJİ KÖYÜ VAR
Böyle bir proje nereden aklınıza geldi?
-Daha önce bir üniversite Hastanesi’ndeydim, benzer bir kemoterapi merkezi projesini orada gerçekleştirdik. Bir bağış projesiydi. 1300 metrekarelik bir alanı kapatıp, bir teras yaptık. İnsanlar bize inanarak bağışta bulundular. Orada da resim öğretmenleri, cam sanatçıları, müzisyenler vardı. Amacımız, kemoterapi merkezlerinin bodrumlardan teras katlara çıkmasıydı. Yıllarca kemoterapi üniteleri kötü yerlerdeydi. Karanlık, izbe, bunaltıcı odalar. Hala birçok yerde öyle…
Neden? Yer olmadığı için mi?
-Hayır, “İlaçları güneşten korumalıyız” diye bir zihniyet var. Bunu çok iyi anlıyorum da, o ilaçları korurken, insanlar mutsuz etmenin manası var mı? Hastayı niye güneşten koruyalım, ışıksız yerlere tıkalım! Biz o üniversitedeki terasta farklı bir konsept uyguladık. Türkiye’deki köşe taşlarından birini değiştirdik.
Sonra?
-Onkolojide iyi bir şeyler yaptığınız zaman hastalar üstünüze akar. Öyle oldu. Evet, klinik ve kemoterapi ünitesi kurmuştuk ama gerçek anlamda bir kanser hastanesi yoktu. Türkiye’de yok aslında. Onkolojiyle ilgilenen 25 profesör ve akademisyen hocaların da desteğiyle dedik ki “Gelin Türkiye’ye örnek olacak böyle bir proje gerçekleştirelim! “ İnanılmaz heyecanlandık. Hastane projesi yapan uluslararası firmaları davet ettik. Hastalar da mutlu oldu, bağışlar yapmaya başladılar. 6 ay sonunda, rehabilitasyon alanlarıyla, çocuk nakil üniteleriyle, kemik nakli üniteleriyle muhteşem bir şey çıktı ortaya. Daha önce gerçekleştirdiğimiz kemoterapi ünitesi de finans da sağladı. İlaçları da dışarıdan eczanelerden sağladık. Robotik sistem de kurduk. Gerçekten Ortadoğu’nun örnek projesi olma yolunda gidiyordu. Ama tam gün yasası ve mevcut birtakım koşullar, üniversiteyi çok farklı yerlere savurdu. Projenin benim istediğim gibi hayata geçemeyeceği bana deklare edildiğinde, projeyi teslim ettim, “Bana müsaade!” dedim. İşte o dönem Memorial çıktı karşıma, onlara anlattım. Ve biz birlikte yola koyulduk. İlk hedefimiz bu merkezdi, onu gerçekleştirdik. Sırada şimdi, orman içindeki onkoloji köyü var…
KANSER TEDAVİSİNİ BAŞTAN
SONA YÜRÜTEN KLİNİK ONKOLOGLAR
Onkologlar mı kendini daha çok ciddiye alır cerrahlar mı?
-Cerrahlar. Çünkü bugüne kadar, cerrahi üzerine kurulmuş bir tıp vardı. Ama bu artık değişiyor. Çünkü kanser hastalarını ele alacak olursanız, yaşamlarının bir parçasında cerrah var ama onkolog, tedavinin başından sonuna kadar var. Teknoloji de çok gelişti. Tümörleri yakabiliyorsunuz, bazılarını dondurabiliyorsunuz. Radyoterapi de çok çeşitlendi. Birinin, bütüncül bakması, başından sonuna kadar her şeyin zamanlamasını ayarlaması gerekiyor ki o hasta iyileşebilsin. Tıbbi onkologlar artık bu işin yönetimine talip…
Orkestra şefi gibi mi?
-Evet.
-Kanser olsanız, bilmek ister misiniz?
Yüzde 90 cevap: “Evet!”
-Kanser olduğunu hastanıza söyleyelim mi?
Yüzde 90 cevap: “Hayır!”
Ölüm kavramıyla, yüzleşemediğimizi söyleyen onkologlar var. Hasta ve hasta yakınlarıyla yaşanan problemlere değiniyorlar. “Gerçekler söylenmiyor, çünkü duymak istemiyorlar ama dünyanın başka ülkelerinde söyleniyor” diyorlar. Biz, ölümle barışamayan bir toplum muyuz?
-“Kanserli hasta iletişimi”, neredeyse uzmanlık alanlarımdan biri. Gönüllü iletişim dersleri verdim, bu konuda ödüllü çalışmalarım var. Hasta yakınlarıyla ilgili yazdığım makalenin biri, ayın makalesi seçildi Avrupa’da. İlginç bir şey var. Hasta yakınlarına soruyorsunuz, “Siz kanser olsanız, bilmek ister misiniz?” Yüzde 90’ı “Evet!” diyor. “Peki hastanıza kanser olduğunu söyleyelim mi?” Yüzde 90’ı “Hayır!” diyor. Dünyada da bu böyle. Peki Türkiye’de bizim yaptığımız çalışmalar ne diyor? Hastaların yüzde 80’in “Hastalığımla ilgili her şey ben bilmek isterim” diyor. Yüzde 20’si ise, “Ben istemem! Tedavileri ve sürece benim tayin ettiğim yakınımla konuşun!” diyor.
Madem dünyada aslında yüzde 90, “Hastama söylemeyin!” diyor, bugün artık neden söyleniyor?
– Çünkü yasalar ve yasal süreç değişti. Amerika’daki hekimlerin babacan tavrı, birdenbire farklılaşmadı yani. 60’lara kadar bizimle aynı olan konumda olan Amerika’daki anlayış; bireysel hak ve özgürlüklerin tanımlanması ve bireyin kendi yaşamıyla ilgili tüm haklarına sahip çıkmasından sonra değişti. Gerçekleri hasta duymak istemediği için anlatmayan hekimler, mahkemeye verilmeye başlandı. Çünkü onayını almadığınız zaman, “Benim kalan 6 ayımın hesabını ver bakayım!” diyebiliyor, “Kemoterapi almak yerine belki bir adaya gidecektim, belki hayatımın son günlerinde denize girecektim!” Biz bu konularda daha çok geriyiz, tartışılmıyor bile…
Bizde sorun nerede başlıyor?
-Tanıdan! Eğer siz, hastaya tanısını söylemiyorsanız, ölmek üzere olduğunu paylaşamazsınız ki! Kişi, izin verirse anlatıyorsunuz. Bizde yasal düzenlemeler farklı. Biz pek çok ilde yaptığımız analizlerde bine yakın hasta yakınına sorduk. “Kanser olsanız, bilmek ister misiniz?” “Evet!” Yüzde 80’i bilmek istiyor. Hatta ölecekse de bilmek istiyor. “Yakınınız olan hastanızın bilmesini ister misiniz?” “Hayır!” “Peki tedavi kararlarını hastanıza mı soralım, size mi?” “Hastama!” Tam bir Şark kurnazlığı!
Çok fenaymış!
-Evet, bu anlayışın değişmesi lazım. Burada temel problem eğitimsizlik. Diyor ki “Bana sorumluluk verme! Benim yönetemeyeceğim yükleri benim üstüme yıkma!” Çünkü yönetemeyeceğini düşünüyor. Bu, uzun zamandır var olan bir sorun. 2000’lerin başında İstanbul’un çok ünlü hocalarından birine, “Hocam” demiştim, “Kanser hastalara tanısını söylüyor musunuz?” “Olur mu çocuk!” demişti, “Kanser tanısı hastayla paylaşılır mı?” Bakış açısı buydu. Ben o genç halimle bunu değiştirmek istiyordum. Hala istiyorum. Tanısını söylemediğiniz bir hastayla ölümü nasıl konuşabilirsiniz. Konuşamazsanız o kişi hayatının kalan geri kalanını nasıl planlayabilecek? Dürüstlük bunun neresinde? Ama biz ülke olarak henüz buna hazır değiliz…
Peki siz ne yapıyorsunuz?
-100 hastadan 20’si, “Hocam, hastalığım ve tıbbi detayları ve kararları benimle konuşma, oğlumla ve kızımla al” diyor. Yani hayatımla ilgili kötü bir gerçeğin yükünü kaldıracak güçte değilim, bana hiçbir şey söyleme demek istiyor. Bu da bir hak ve özgürlük. Taleplerine saygı duyuyoruz, söylemiyoruz. Geri kalan yüzde 80 ise, “Hocam, ben tüm detayları bilmek istiyorum!” diyor. Yaşam süresi hakkında bilgi sahibi olmak istemiyorsa, bunu aktarmak da doğru değil. Örneğin benim eşim -ki o da doktor kendisi- zaman zaman, “Allah korusun, ileride kanser olursam, sakın, tanımı, yaşam süremi bana söyleme!” diyor, “Bilmek istemiyorum, bilirsem kaldıramam” Bu da onun hakkı, böyle diyorsa kulak dinleyeceksin.
“Artık yapacak bir şey kalmadı. Huzur içinde ölmek istiyorsanız evinize gidin!” dediğiniz vakalar oluyor mu?
-Bu cümlelerle değil, ama söylüyorum. “Bilinen tedavilerin birçoğunu uyguladık size. Ama şu an yeterince fayda almıyoruz. Bir süre ara verelim isterseniz. Evinize gidin” diyorum. Onkolog, hastasına sonuna kadar dürüst olmalı. Ben eğer hastamın gözünün içine bakamayacaksam, o hastanın yönetiminde başarılı olamam. Yalan söylüyorsanız göz teması yoktur. Benim hastalarım her zaman onlara doğruyu söylediğimi bilirler.
KANSER TÜM
AİLEYİ VURUYOR
Kanser sadece o bireyi değil, tüm aileyi vuruyor, öyle değil mi? Bu durumda aslında aile fertlerinde de terapi uygulanması gerekiyor mu?
-Ah bu da kanayan yaralarımızdan biri! Göz adı edilen konulardan biri. Oysa, çok önemli. Kanserli hastaların aileleriyle doğru iletişim kurmazsanız, ne tedavi uygularsanız uygulayın, yine de sorunu çözmüş olmuyorsunuz. Örneğin hastanın başına gelecekleri hasta yakınına iyi anlatmazsanız, evlilikler bitebiliyor. Ki bunu meme kanserinde çok görüyoruz.
Ben kızıyorum erkeklerin bu kadar zayıf olmasına. Perişan oluyorlar, alkolik oluyorlar! Karılarının yanında olamıyorlar, destek olamıyorlar, bir çak vakada topuklayıp gidiyorlar…
-Evet. Bir kadın, eşi kanser olduğunda sonuna kadar destek ama tersi için aynı şeyi söyleyemeyiz! Ama o erkeklere, o ailelere psikolojik destek veriliyor mu derseniz, o da yok. Devlet, aile değerlendirmesine ücret ödemiyor. Bunların hiçbirinin karşılığı yok. Oysa, ailelere destek şart. Onlarla beraber ilerlemek, bu sürecin geçici olduğunu, ama yönetilmesi gerektiğini ve nasıl yönetileceğini izah etmek gerekiyor. Hepsi gerçekten çok büyük emek. En büyük sorunlardan biri de demin dediğim gibi, maalesef bu emeklerin finansal karşılığı yok. Bizim hayalimiz tüm bu desteklerin, rehabilitasyonların sağlandığı bir onkoloji köyü. Çünkü tüm aile aslında hastalanıyor. Sadece eş yok ki, çocuklar da var, olaya bütüncül bakmak gerekiyor…
Batılı ülkelerde bu tür rehabilitasyonlar var, değil mi?
-Evet.
Biz ne zaman öyle bir seviyeye gelebileceğiz?
-Bizim ölmekte olan hastalarımız için organizasyonunuz yok. Oysa bugün sadece Avrupa’da 2 bin insan üzerinde hospis merkezi var.
Hospis merkezi nedir?
-“Terminal” dönemde olan, yani ölmekte olan hasta bakım klinikleri. Türkiye’de bunu yöneten bir organizasyon yok. Bu iş de şu an onkologların üzerinde. Kanser tedavisi, hastaya kolundan ilaç vermek, ışın vermek ve ameliyat etmek değildir! Bu anlayışı değiştirmek lazım. İş, bununla bitmiyor. Tanıdan itibaren yaşam kaybına ya da iyileşmeye kadar olan bir süreç söz konusu burada. Biyopsi, ameliyat, ameliyattan sonraki tedavi, radyoterapi, kemoterapi, tıbbi tedaviler, ilaçlar, sonra ya yaşamın son dönemi ve kaybı ya da iyileşme. Bütün bu sürecin içinde, hastayla birlikte çocuk da var, eş de var, anne de var, baba da. Biz ne zaman ülke olarak bu yolun tamamını görebilirsek, o zaman kanser tedavisinde gerçekten anlamda yol almış oluruz.
BEN DE KANSER DE KORKUYORUM
AMA ABARTMIYORUM
Siz, kansere yakalanmaktan korkuyor musunuz?
-Her insan kadar ben de korkuyorum. Bugün bazı kanserler, tanı erken konursa, korkutucu olmaktan çıktı. Meme kanseri gibi. Ama pankreas kanseri için aynı şeyi söyleyemem. Ben de korkuyorum ama bu korkuyu abartmıyorum.
İyi ve hassas insanlar mı kansere yakalanır?
-Yok hayır, ben böyle düşünmüyorum. Sigarayı çekin yaşamdan, bakın akciğer kanserlerinin yüzde 90’ını nasıl yok ediyorsunuz. Bunun iyilikle, kötülükle alakası var mı? Yılda 200 bin yeni kanser vakasına tanık oluyoruz. Şöyle bir dünya hayal edelim, düzenli egzersiz yaptığımız, beslenmemize dikkat ettiğimiz, sigara içmediğimiz… O 200 binin 100 bininin anında kaybolacağını biliyor musunuz? Müthiş bir rakam değil mi? O geri kalan 100 bin de kontrollerini ihmal etmezse, mamografi çektirirse, smear testini yaptırırsa, meme kanseri, rahim ağzı kanseri, akciğer kanseri, kolon kanseri tanıları erken konabilir. Erken tanı da, hayat kurtarır! O 100 binin de 50 binini erken tanıyla kurtardık. Gördünüz mü kanser, birdenbire ulusal sağlık sorunu olmaktan çıktı. Diğer 50 bin için de bilim gelişiyor…
BU MERKEZDE AMERİKA’DA
BİZDEN ESİRGENEN İNSANLIK VAR!
Siz, hocanızla Mustafa Samur’la neler yaşadınız?
-Hayatımı değiştiren olay o! 2004’dü, 36 yaşındaydım. Mustafa Samur Hocam, beni akademisyenliğe yönlendiren kişiydi. Hoca- öğrenci ilişkisinden daha derin bir dostluktu bizimki. Birlikte iyi işler çıkarmaya de başlamıştık. Ben onun sayesinde sevdim onkolojiyi, insana dokunmayı…
Peki sonra ne oldu?
-Biraz halsizdi. “Bana bir kan tahlili yapsana!” dedi. Değerlerinden biri yüksek çıktı. Mikroskop altında baktım ve lösemi hücreleri gördüm. Böyle başladı maceramız…
Sonra?
-Kemik iliği nakli gerekti.
Bu kadar hızlı mı gelişti her şey?
-Tabii, tabii! 20 gün arayla iki kere kemoterapi verdikten sonra, kemik analizleri çıktı ve gördük ki agresif seyirli bir lösemi tipi. Kemik iliği nakli yapılması gerekiyor. O dönemde tedavi alabileceğimiz iki üniversite de bakıma girmişti…
O yüzden mi yurtdışına gittiniz?
-Evet. Araştırdık, bu konuda en iyi yer neresi? Seattle! Yazışmaları yaptık. “Tamam” dediler. Atlayıp gittik.
Siz hep hocanızın yanındasınız…
-Elbette. Hocam ama aynı zamanda abim benim, ötesi var mı? Amerika’da güler yüzle karşılandık. Çünkü nakil ameliyatı için 250 bin dolar yatırmıştık. Herkes muhteşem davranıyordu bize. Ama sonra bir kür kemoterapi verilmesi gerekti. Bunu da bizi daha önce söylememişlerdi, birden bire 50 bin dolarlık ek ödeme çıktı. “3 gün içinde parayı yatırırsanız tedaviye başlarız, yatırmazsanız iptal ederiz!” gibi bir üslupla karşılaştık. “Daha önce verdiğimiz, 250’den alın, 50’yi de bulacağız” dedik. “Hayır, o nakil ameliyatının parası, onu kullanamayız!” dediler. Para için perişan ettiler bizi! Gördüm ki Amerika’nın bir de böyle bir yüzü varmış. Paran varsa tamam, yoksa hayatın kaydı! Laf anlat, anlatabilirsin…
Parayı buldunuz mu?
-Evet, zorlandık ama bulduk. Kemoterapi de oldu, nakil ameliyatı da gerçekleşti.
Hoca buraya geldikten sonra ne kadar yaşadı?
-4 yıl. 2008’de yaşamını kaybetti. Allah rahmet eylesin. O yüzden bu merkez benim için çok önemli. Onun ruhu var burada. Bizden esirgenen insanlık var burada. İngiliz, Rus, Alman o kadar çok hasta tedavi ettik ki. 3 yıla yakın zamanda, 11 bine yakın hasta girmiş bu kata. Kimi görüş alıp gitmiş, kimi tedavi almış. Şu geçtiğimiz 2 buçuk yılda, 250 kemik iliği nakli yapılmış. Ki kemik iliği nakli, böbrek nakline göre çok daha zor ve meşakkatlidir. Bugün Türkiye’nin üçüncü- dördüncü en fazla nakil yapan merkezi burası…
Ne kadar gurur duyuyorsunuz kendinizle?
-Kendimden çok, ekibimle gurur duyuyorum. Gerçekten muhteşem insanlarla çalışıyorum.
ANTALYA’DA SIRADIŞI BİR KEMOTERAPİ MERKEZİ
Ben böyle kemoterapi merkezi görmedim…
“Kemoterapi ve sanat merkezi” kaçınca katta?
“12” diyor genç bir adam, gülümseyerek.
Yaşasın!
12. ayda doğdum.
Okul numaram 12’ydi.
Kapı numarası 12 olan evlerde oturdum.
12, benim uğurlu sayım!
Asansörle yukarı çıkıyorum.
Ve işte Memorial Antalya Medstar Kanser Merkezi’ndeyim.
O ana kadar her şey normal.
Bildiğin hastane.
Amaaaa…
12. katta işler değişiyor.
Asansörden iner inmez, arp sesi duyuyorum.
Genç bir kadın, kemoterapi merkezinin ortasında arp çalıyor.
Sürreal bir görüntü.
Hoşuma gidiyor.
Bir tarafta da, resim yapan hastalar var, tualler, fırçalar, önlerinde resme konsantre olmuşlar…
Geride dev bir akvaryum.
İnsanın içi açılıyor.
FARKLI BİR MERKEZ
Oysa kemoterapi merkezlerinde genelde insanların içi kararır!
Boğazınıza bir yumru oturur.
Çünkü ilaçlar zarar görmesin diye, güneş görmeyen yerlerde olur bu merkezler çoğunlukla…
Ya zemin katta.
Ya da depo gibi yerlerde.
Estetik kaygı da gözetilmez, eskidir görüntü, can sıkıcıdır.
Orası, “kalma yeri” değildir, “bir an evvel o hortumlardan ilaçlar bedenime girsin de buradan gideyim yeri”dir.
Ama burası, öyle değil.
EN ÇOK HİSSEDİLEN SEVGİ
Geniş, ışık alan bir kat.
Güzel kokuyor.
Buna da dikkat etmişler.
Yan yana kabinlerde koltuklar var, uçaklardaki bussiness koltukları gibi, aradaki bölmeler cam…
Rahatsız eden hiçbir şey yok.
Bazı hastalar sohbet ediyor, bazıları kitap okuyor, bazıları harıl harıl çizim yapıyor, bazıları bulmaca çözüyor.
Satranç oynayıp, televizyon izleyenler de var.
Hayatla iç içeler.
Burada bilimsellik, ileri teknolojiyle buluşmuş ama en çok hissedilen sevgi.
SERGİYE HAZIRLIK
Hastaların, hayattan dışlanmak yerine, hayatın içine dahil edilmesi anlayışıyla oluşturulmuş bir merkez burası.
Bir kere, resim hocası Aysun Erdoğan inanılmaz tatlı.
Ben hikayesinden çok etkilendim, kanser hastalarına resim öğretmek için yaşadığı şehrini terk edip gelmiş, kocasıyla birlikte…
Emekliler ve gönüllü olarak bunu yapıyorlar.
Çünkü kanser hastaları için faydalı olacağına inanıyorlar.
Tabii öğretmen bu kadar tatlı olunca, hastalar tedavileri bittikten sonra bile devam ediyor.
Hatta, sergi açmaya hazırlanıyorlar.
MÜZİK VE YOGA
Orada şunu anlıyorsunuz…
Uzun soluklu kanser tedavilerinde, hastalara yaşama sevinci veren böyle aktiviteler gerekiyor.
Sadece resim değil…
Müzik ve yoga da var!
Prof. Dr. Erol Işın tarafından yönetilen koro ve söylediği Türk Sanat Müziği şarkıları beni çok etkiledi.
Orada kalıp, onlarla, o eski güzel şarkılara eşlik edesim geldi.
Elimden geldiği kadar da yaptım.
O merkeze gelen herkesin bir hikayesi var.
Aşağıda okuyacaksınız, bazılarıyla küçük röportajlar yaptım.
AİLE GÜNLERİ
Şimdi sıra yogada…
Hep birlikte zihinlerini ve bedenlerini rahatlatıyorlar.
Bu arada, psikolojik destek de alıyorlar.
Uzman psikologlar tarafından hasta ve aileleri için özel programlar uygulanıyor.
Aile günleri düzenleniyor.
KANSERE ADANMIŞ HAYAT
Ve bu merkezin bir kurucusu, son derece saygın bir hocası var:
Prof. Dr. Mustafa Özdoğan.
Onun da bu merkezi kurmasının ilginç bir hikayesi var.
o hikayeyi de yarın kendisiyle yaptığım röportajda okuyacaksınız…
Kemoterapi Merkezinden Enstantaneler
Canan Figen Özkaya:
İnsan, kemoterapiye koşarak gelir mi?
Sizi tanıyabilir miyiz?
– İsmim, Canan Figen Özkaya. 48 yaşındayım. Hacettepe Biyoloji mezunuyum ama yüksek lisansımı burada Akdeniz Üniversitesi’nde yaptım. 20 yıldır yine Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Genetik Tanı Merkezi’nde çalışıyorum.
Nasıl yani? Siz kanser üzerine mi çalışıyordunuz …
-Aynen öyle! Kromozom analizi yapıyordum. Bir gün benim de başıma geldi…
Nasıl oldu?
-40 yaşından sonra, her yıl mamografi yaptırmak şart. Ben de yaptırdım. En son 2012’de. Hiç bir problemim yoktu. Sonraki yıl, nasıl olduysa ihmal ettim. 2014’te tekrar mamografiye gittiğimde, meme kanseri olduğumu öğrendim. O yüzden herkesi mutlaka uyarıyorum, kontrollerinizi aksatmayın. Bu işin şakası yok. Elle muayenede fark edemeyebilirsiniz, benim de elime gelen bir şey yoktu…
Sonra nasıl gelişmeler yaşadınız?
-Buraya Mustafa Hoca’ya geldim. Dördüncü evredeydi. Koltuk altında ve lenflerde vardı. Kalça kemiğimde de. Yaklaşık 4 ay kemoterapi gördüm burada. Her şey iyi gitti. Tümör çok geriledi, küçüldü. Bir buçuk ay önce de sağ göğsümden ameliyat oldum. Artık sadece ışın tedavisi görüyorum. O da koruma amaçlı.
En zor dönem hangisiydi?
-Kemoterapinin ilk iki ayı. Buraya geliyordum, kimsenin yüzüne bakmıyordum. İçimden kimseye “merhaba” demek bile gelmiyordu. Bir tür depresyon yaşıyordum. Zamanla kabullendim. Burada resim yapmak da bana çok iyi geldi. Hatta tedavi bitti sayılır, ama ben hala gelip resim yapıyorum.
Bu arada, saçlarınızı çok sevdim…
-Teşekkür ediyorum. Kemoterapiden sonraki duşumu hiç unutamıyorum. Elime avuç avuç saç gelmeye başladı. Tabii çok kötü oldum. En büyük yardımcım da eşimdi. Onun başına gelse, ben onun gibi sabırlı davranabilir miydim bilemiyorum. Ben banyoda ağlarken, direkt, tıraş makinesini getirdi. “Önce ben kazıyacağım saçlarımı. Sonra da seninkini kazırız. Sen her halinle güzelsin, gör bak yine güzel olacak!” dedi. Ve saçım çıkana kadar sürekli kazıdı. Bana, “Resim yap!” diyen de o. Benden önce koşturup yoga hocalarıyla da konuşuyor…
Bu tedavide sanat bu kadar etkili mi gerçekten?
-Kesinlikle! Ben mesela resim yaparken kendimi kaybediyorum. İnsan, onkolojiye koşturarak gelir mi? Ben öyle geliyorum. Hafta 2 mutlaka buradayım.
İnsanlara ne önerirsiniz?
-Düzenli kontrol şart. İkincisi de, pozitif düşünmek gerekiyor. Ben dalga geçiyordum insanlarla. Ama gerçekten pozitif düşündüğün zaman, her şey daha yolunda gidiyor…
YOGA HOCASI
Esin Yıldırım Çuha:
Biz bir aile olduk burada!
Ne zamandır bu merkezde yoga eğitmenisiniz?
-İki buçuk senedir.
Sizin gözlemleriniz neler?
-Benim için de çok öğretici burada olmak. Biz bir aileyiz artık. Bütünleştik. Uyguladığımız program, hastalarımızın sağlık düzeylerine göre bir program. Pek çoğu daha önce hiç yoga yapmamış. Ama son derece uyumlular. Zaten yoga öyle bir şey, yogadan faydalandıkları için buradalar. Dönüşümleri de çok güzel o yüzden severek devam ediyorlar.
Yaş grubu nasıl?
-Öğrencilerimiz 20 ila 60 yaş arasında değişiyor. Haftada iki gün düzenli geliyorlar. Hayatlarında özel bir dönemden geçiyorlar. Stres altındalar, korku içindeler, hormonları düzensiz. Yoga ile tüm bunlar dengeleniyor. Duygular, düşünceler dengeleniyor. Hayata daha olumlu bakmaya başlıyorlar…
Fadime Balcı:
Hata ettim, hiç mamografi yaptırmadım.
İsminiz?
-Fadime Balcı.
Kaç yaşındasınız?
-48.
Siz kanser olduğunu nasıl fark ettiniz?
-Benimki ağrı yaptı. Elime de bir şeyler geliyordu. Ama konduramıyor insan. “Yok” diyorsun, “Yağ bezesidir! Süt bezesidir!” Meğer değilmiş!
Mamografi yaptırıyor muydunuz?
-Hiç yaptırmamıştım o güne kadar. Çalışıyordum çünkü, aşçıyım ben, otelde çalışıyordum. O elime gelen şeyler büyüyünce doktora gittim. Hemen mamografi çekildi, ultrasona girdim. Sonrasında biyopsi. Sonuç kötü geldi. Buraya kemoterapiye geldim. Üçüncü seansım. Memedeki temizlendi, simdi karaciğerde var. Bir tanesi lazerle yakıldı. Bu ilaçtan sonra pete gireceğim. Bakalım sonuç ne olacak.
Kemoterapi zorlu mu geçiyor
-Burada yine de iyiyiz. Ama evet, kemoterapi zor. Bende eklem ağrıları yapıyor. Mutlaka biraz sıkıntı olacak ama alışacağız ve aşacağız!
Burada sevdiğiniz şeyler neler?
-Evime gelmiş gibi hissediyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Bir sürü aktivite var. Huzur var. Mis gibi kokuyor. Arkadaşlar var.
İnanç Türkdoğan:
Artık hiçbir şeyi ertelemeyeceğim!
Yaş?
-39
Siz nasıl fark ettiniz?
-Kasığımda bir şey vardı. Büyümüştü. Ona bir baktırayım derken lenf bezi kanseri teşhisi kondu.
Ne zaman oldu bu?
-4 ay önce.
Ne hissettiniz?
-Şok. Hep komşunun başına gelir sanıyorsun! Bir de kızdım kendime.
Neden?
-Kendimi ihmal ettiğim için!
Çok çalışıyordunuz, çok yoğundunuz… O yüzden mi?
-Evet. Yoğundum. Pek çok insan gibi… Doktorum ben, çocuk doktoru. Ama kendime kızdım. Sağlığıma daha çok özen göstermeliydim. Ama bu da geçecek. Pozitif olmamız gerekiyor.
Kaçıncısındasınız?
-3’üncüyü alıyorum. 8 tane var. Dün itibarıyla tekrar kontrolüm yapıldı. Küçülmeye başlamış. E bu da çok iyi haber!
Bir mesaj çıkarttınız mı bütün bu yaşadıklarınızdan?
-Evet. Yapmak istediğim çok şey varmış. Mesela Uzakdoğu’ya gitmek istiyordum, hep erteliyordum, iş, güç… Kemoterapim biter bitmez gideceğim. Artık planladıklarımı ertelemeyeceğim.
Mevlüde Ayaz:
Allah vermiş bu derdi
dermanını da verecek!
Sizi tanıyabilir miyiz?
-Adım Mevlüde Ayaz. Sağlıkçıydım, emekli oldum. Çapa Tıp Fakültesi’nde görev yapıyordum.
Teşhis nasıl kondu?
-Birden bire ateş oldu bende. Meğer safra, pankreas ve dalak altında kitle oluşmuş. Bir bulantı, bir halsizlik sorma… Hastaneye gittim, kanser teşhisi koydular.
Ne zaman oldu bu?
-Geçen mayısta. Bir buçuk senedir tedavi görüyorum. Başka hastanelerdeydim, 82 kilodan 53’e düştüm. Kaslarım tamamen eridi. Sonra buraya geldim. Ameliyat oldum. Sonra kemoterapi, Allah’tan cevap verdi. Hocamız seminerlerde bile beni anlatmış. 69 yaşındayım. Pankreas ve dalaktan kitle alındı. Neyse ki sıçrama yoktu. Tekrar kemoterapi.
Büyük ameliyatlar geçirmişisiniz…
-Evet, ölümden döndüm. 5 defa yoğun bakıma girdim çıktım. Safra ameliyatı olduktan sonra, bir de üstüne mide kanaması geçirince, ümit kesmişler benden. Ama hamdolsun, hayattayım. Allah vermiş bu derdi, dermanı da verecek!
Sevil Yüksel:
Tek memedeydi
ben ikisini de aldırdım
Sizi tanıyabilir miyiz?
-Adım Sevil Yüksel. Annem, yumurtalık kanseriydi, smear testlerimi rutin yaptırıyordum. Ama hiç mamografi yaptırmamıştım. Oysa, iki teyzemde de vardı. Çok genç olduğum için bende çıkmaz zannettim. Bir de, iki sene arayla çocuk doğurdum. Emziriyordum. Aklımın ucundan bile gelmedi kansere yakalanabileceğim. Ama bence, o arada tetikleyen bir şey oldu?
Nedir?
– Annemi kaybettim. Çok da yakındık, kahroldum. Çocuklarım da çok küçüktü. Her şey üst üste geldi, dayanağımı kaybettim. Sonra göğsümde bir ağrı hissettim. Önemsemedim. İnsanlar da yanlış yönlendirdiler. “Süt bezesidir, ağrı yapar, geçer!” dediler. Sonra baktım ki, olacak gibi değil. Kitle, ele geliyordu çünkü. Doktora gittim. Sonuç: Meme kanseri. Üç hafta içinde ameliyat oldum. Biz yavaş ilerleyen bir şey zannediyoruz ama öyle değil. Bir günde, bir kan pıhtısıyla vücudun herhangi bir yerine sıçrayabiliyor. O nedenle de hızlı hareket etmek gerekiyor. Tek göğsümdeydi ama ben iki göğsümü aldırdım. Hatta rahim ve yumurtalığımı da aldıracaktım ama çok ağır bir ameliyat olur diye vazgeçtim. Ama en kısa zamanda yaptıracağım. Zaten iki çocuğum var, başka çocuk düşünmüyorum. Onları için hayatta kalmam lazım!
Memeler gidince nasıl hissettiniz?
-İçini komple aldırdım ama aynı ameliyatla estetik de yaptırdım. O yüzden büyük bir travma yaşamadım. Her şey, insanlar için. Her şey olabiliyor bu hayatta. Öğrendiğim şöyle bir şey oldu: Geç kalmamak gerekiyor. Erken teşhis hayat kurtarıyor!
Prof. Dr. Erol Işın:
İşime gelenleri duyuyorum
gelmeyenleri duymuyorum!
Harika bir koro bu! Ne kadar içli, ne kadar güzel şarkılar seslendiriyorsunuz… Bu proje nasıl başladı?
-Şöyle: Ben aslında burada, göğüs cerrahisinde görev yapıyordum. Sonra bir gün dediler ki, “Hocam, siz musikiden anlıyorsunuz. Hastalardan bir koro oluşturalım!” “Ben doktorum ya!” dedim, “Olsun, siz yaparsınız” dediler. Yaptık… İkinci senemiz. Arkadaşlar, umulanın üzerinde ilgi gösterdi. Normalde hafta bir çalışmamız lazım ama biz iki kere bir araya geliyoruz. İşin komiği, ben işitme cihazı kullanıyorum. Milletle dalga geçiyorum: “Sağır, koro yönetiyorsa, bu ülkede herkes her şeyi yapar!” Gerçi benim sağırlığım rahmetli İnönü gibi. İşime gelenleri duyuyorum, gelmeyenleri duymuyorum…
KANSERLİLERDEN HAYAT DERSİ
DOST BİRİKTİRİN
Fazlalıklardan kurtulun, bir de her şeyi satın almayın. Kimse o tarafa bir şey götürmüyor. Dost biriktirin!
FAZLA HASSAS OLMAYIN
İki saniye sonra ne olacağımız hiç belli değil. Geçmişte her şeyi dert eden, hassas bir insandım. Bu hastalıkla, hiçbir şeyi dert etmemeyi, hayatın çok güzel olduğunu öğrendim…
HAYAT HEP DEVAM EDECEK
Şöyle düşüneceksiniz: “Ben ölürsem de, bu hayat devam ediyor. Bu insanlar yaşıyor. En yakınlarım bile yaşayacak. Hayat yine aynı şekilde, bensiz akıp gidecek. Bir sürü sonra da unutacaklar beni! E o zaman en güzeli, dert etmeden yaşamak. Hiçbir şeyi kafanıza fazla takmayın!”
BÜTÜN YÜKLERİ ÜSTLENMEYİN
Ben kanser olduğumda etrafımdakiler çok şaşırdı. Çünkü düzenli uyuyan, düzenli beslenen, düzenli yürüyen biriydim. Sigara kullanmazdım. İçkim, kötü alışkanlığım yoktu. Ama benim sorunum şuydu: Ber, ailenin günah keçisiydim. Maddi manevi herkes bütün dertlerini bana anlatırdı. Ağlama duvarı gibiydim! İyi bir şey değil bu! Herkesin derdini, yükünü üstlenmeyeceksin. Hafif olacaksın. Bir de her şeye pozitif bakacaksın…
HAMİŞ: Memorial Sağlık Grubu’yla birlikte gerçekleştirdiğimiz 36. Yarım Hayat’la, 5 yıldır işsiz olan eşcinsel hakem Halil İbrahim Dinçdağ’a destek verildi. Yaşadıklarını, bugün Hürriyet Gazetesi’nde okuyabilirsiniz:
http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/yarim-kalan-hayatlar/27181713.asp
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
İçerik Tasarım: Duygu Çelikkol