Galata’da bir teras katı.
Hava da nasıl güzel, mis!!!!
Ve karşımızda, bütün görkemiyle Galata Kulesi.
Arkasında da tarihi yarımada.
Müthiş bir merak var.
Çünkü dünyaca ünlü vücut boyama sanatçılarından Trina Merry, iç çamaşırı içinde dikilen bir erkek modeli boyuyor.
Tam da terasında dibinde duruyor adam.
Düştü düşecek diye korkuyor insan.
Trina Merry, ilginç bir karakter.
4 saat boyadı adamı.
Biz de orada, elimizde içeceklerimiz onları izledik.
Biz, bir kampanyanın doğuşuna tanıklık ettik.
Saatler geçtikçe, erkek modelin bedeni kayboldu, çünkü Trina onun Galata Kulesi gibi boyadı.
Ve o güzelim adam, Galata Kulesi’nin bir parçası oldu.
Yok oldu!
Görünmez oldu!
Tıpkı bu ülkedeki şizofreni hastaları gibi.
Türkiye’de 600.000 kayıtlı şizofreni hastası var.
Aileler ve yakınlarla tam 2.5 milyon insan bu hastalıktan etkileniyor.
Ekim ayında, “Akıl Sağlığı Haftası“ kutlanıyor ve her sene farklı bir konu işleniyor, bu senenin konusu ise “Şizofreni ile Yaşam”.
Abdi İbrahim- Otsuka da bu sene, şizofreni tedavisi gören ve yaşamdan kopma noktasına gelen hastaların görmezden gelinmemesi için bir farkındalık kampanyası başlattı.
Tabii bu fırsatı kaçırmadım, Trina Merry ile söyleşi yaptım…
Bu tür bir çılgınlığı 26 yaşında değil de, ne zaman yapacaksın. İyi ki yapmışım! Hayatımın en neşeli, en heyecan verici ve en seksi tecrübelerinden birini yaşadım.
Hayatımda ilk defa bir vücut boyama sanatçısıyla tanışıyorum. Üstelik siz dünya çapında tanınan bir sanatçısınız. En başa dönelim bu işe nasıl başladınız?
Her şey, San Fransisco’da başladı. 26 yaşındaydım. Avustralyalı bir rock grubun, “Red Paintings”in konserine gitmiştim. Beni sahneye çağırdılar ve vücudumu boyadılar.
Şaka mı!
Yoo gerçek. Üstelik üzerimde sadece iç çamaşırlarım vardı.
E peki nasıl oldu? “Sizi boyayacağız, hadi soyunun!“ dediler, siz de tamam deyip sahneye mi çıktınız?
Yok canım, öyle olmadı. Bir kere ben, kişilik olarak inanılmaz çekingen biriyim. Tabii itiraz ettim. “Öyle sahneye çıkıp, külot ve sütyen duracağım ve biri gelip beni boyayacak. Öyle mi? Yapmam ben böyle şey!“ dedim. Fakat sonra bir kadeh Absent içirdiler, işler değişti…
Ooooo! Absent, insana her şeyi yaptırır!
Doğru. Fakat benim için müthiş bir tecrübeydi. Zaten çıplak filan kalmıyorsun, bir süre sonra o sanatçı için bedenin bir tuale dönüşüyor, sen de bir resim haline geliyorsun. İtiraf etmeliyim ki, benim gibi utangaç bir insan için başta ürkütücüydü. Ama sonra hoşuma gitti. Bu tür bir çılgınlığı 26 yaşında değil de, ne zaman yapacaksın. İyi ki yapmışım! Hayatımın en neşeli, en heyecan verici ve en seksi tecrübelerinden birini yaşadım.
Sonra?
Sonra o rock grubuyla turneye çıktım! Konser esnasında, grup, aynı anda bir performans sanatı sergilensin istiyordu. Her konserde, bedenim boyandı.
Bazen uçakta soruyorlar, “Ne iş yapıyorsunuz?“ diye, “Çıplak insanları boyayarak para kazanıyorum!“ diyorum.
Peki sonra bunu nasıl meslek haline getirdiniz?
Ben o zamanlar Güzel Sanatlar’ı yeni bitirmiştim. Film eğitimi almıştım. Ufak ufak sergilerim oluyordu. Bu eğlenceli turneden sonra, toplu sanat sergilerindeki açılışlarda “vücut boyama“ gösterisi yapma kararı aldım. Ama bu sefer boyayan bendim. Başta benim için geçici bir şeydi. Bu yolla sanatımı satmayı amaçlıyordum. Ama bir baktım ki, insanlar beni bununla tanımaya başladı. Kendi kendime dedim ki,“Madem bu kadar ilgi görüyor. Her şeye ara ver, 2 ay sadece insan boya. Ne kaybedersin?“ Yaptım. Acayip bir deneyim kazandım. “Budur!” dedim ve bir daha da başka bir şey yapmadım.
İnsanı şaşırtan bir şey bu!
Evet, “vücut boyama“ deyince insanların aklına Cirque de Soleil türü şeyler geliyor. Oysa bu, tamamen farklı. Ben aynı zaman bir kostüm tasarımcısı gibi çalışıyorum. Boyadığım beden, bazen, bir manzaranın, bir görüntünün, bir kulenin, bir köprünün parçası oluyor ve o bütünün içinde kaybolup gidiyor.
Ama sadece çıplak insan teni boyuyorsunuz değil mi?
Evet. Ten olması gerekiyor. Kumaş aynı etkiyi vermiyor. Anlayacağınız ilginç bir işim var, bazen uçakta soruyorlar, “Ne iş yapıyorsunuz?“ diye, “Çıplak insanları boyayarak para kazanıyorum!“ diyorum.
Avrupa’nın neredeyse her yerine gittim. Ayrıca Meksika, Kanada, Uzak Doğu… Güney Kore’de “Vücut Boyama Festivalleri”ne katıldım. Mükemmel bir hayat!
Ve dünyayı dolaşıyorsunuz!
Evet doğru. Gitmediğim yer, neredeyse kalmadı. Aynı anda bir sürü kültür ve insan tanıyorum. Avrupa’nın neredeyse her yerine gittim. Ayrıca Meksika, Kanada, Uzak Doğu… Güney Kore’de “Vücut Boyama Festivalleri”ne katıldım. Mükemmel bir hayat!
Ne tür projeleri kabul ediyorsunuz?
Yaratıcı olan her şey ilgimi çeker. Bir de sosyal bir mesajı varsa, benim için biçilmiş kaftan! Farkındalık yaratan ve sosyal sorumluluğu olan projeler beni mutlu ediyor. Onlarla işime anlam katıyorum. Genellikle içinde yer aldığım projeler kadın hakları, çevre sorunları, sürdürülebilirlik, doğal kaynakları koruma vs…
İyi de siz saatlerce uğraşıyorsunuz, ortaya bir sanat eseri çıkıyor ama sonra o boyadığınız insanlar gidip duş alıyor ve bütün sanat eseri akıp, gidiyor! Yazık değil mi?
Hayır değil! Hayat da akıp gidiyor! Yaptığım şeyle insanlara bir duygu verebildiysem o bana yetiyor. Muhteşem bir konser veya oyun izlediğinizde o kadar mutlusunuzdur ki, her şeyi çözdüğünüzü, evreni anladığınızı düşünürsünüz. Kendinizi daha canlı hissedersiniz. Ben de vücut boyadığımda aynı duyguları yaşıyorum. Canlı bir varlık olduğumu iliklerime kadar hissediyorum. Boyama tamamlanıp, fotoğraf çektiğimde, boyanan bedenle, gerçek hayatın birbirine karışmasına beni heyecanlanıyor. Bir fotoğrafla o anı ölümsüzleştiriyorum ve hayat tekrar akmaya başlıyor. Zaten “kalıcı” olan ne var ki? Mesela İstanbul’a bir bakın. Binalara bakın. Her şey değişiyor, geçiyor, gidiyor, hiç bir şey kalıcı değil…
Aynı zamanda workshoplar da yapıyorsunuz. İnsanlara ne öğretiyorsunuz?
Bu işin tarihini anlatıyorum. Gövde nasıl boyanıyor, neden boyanır, kullanılan renkler ne anlama gelir, hangi ilkel kabilede ne anlama geliyordu? Bu konuda anlatacak tonla şey var. Bir de tabii çok özel kadınlardan söz ediyorum. 60- 70’li yıllarda Amerika’da rüzgar gibi esmiş bir modelden bahsediyorum mesela: “Veroushka.” “Vücut boyamayı” ilk başlatanlardan biriydi. Çünkü yaşlandıkça iş almakta zorlandı. O da bedenini boyayıp, insanlara meydan okumaya başladı. Çifte standartlarını yüzlerine vurmaya başladı. Bir kadın yaşlandığında niçin erkekler kadar ilgi görmüyor? Bu zihniyete karşı duruşunu haykırmak için kendi bedenini kullandı ve bu cesurca bir hareketti. Bu işin protest bir yanı da var anlayacağınız. Anlatmayı sevdiğim bir başka isim ise, 90’lı yıllarında ressamlık yapan, benim çok hayranlık duyduğum hocam Joanne Gair. Joanne, Madonna ve Demi Moore’un kişisel makyözüydü. Demi Moore’un meşhur bir “Vanity Fair” kapak fotoğrafı vardır. Çıplak bedenini takım elbise gibi boyamıştı. Joanne o kapakla ün kazandı. Orada da dişiliği ve maskulenliği bir araya getirmeyi başardı. Joanne, birbirine zıt olan şeyleri birleştirmeye odaklanmıştı. Şöyle ki, şişman insanların gövdesine mayo çizip onları inceymiş gibi gösterirdi. Şimdi de top bende. Bu mirası alıp, kendi yorumumu katıyorum.
4 SAAT SÜRÜYOR
18’E ÇIKTIĞI DA OLUYOR
Peki tuale resim yapmak artık kesmiyor mu sizi?
Hayır. O kadar sıkıcı geliyor ki, anlatamam. Çünkü günlerce sürebiliyor. Oysa benim canım, ertesi günü o resme devam etmek istemeyebiliyor. Bambaşka hissediyorum, fırçam bile şekil değiştiriyor. O zaman, o resimden nefret ediyorum. Hatta parçalamak istiyorum çünkü benimle konuşmuyor ve onunla herhangi bir ilişki kuramıyorum. Kısacası odaklanamıyorum ama insan teni farklı, tamamen konsantre oluyorum. Sonuçta eser aynı gün bitmeli. Ama bu işin de zorlukları var, mankenler canlı, yoruluyorlar, yerlerini değiştiriyorlar, gıdıklanıyorlar, ikide bir lavaboya gidiyorlar…
Ya yaşlı insanlar…
Onları boyamak kolay değil. Hele kırışıklıklarla baş etmek… Fakat sonuç ilginç olabiliyor.
Bir beden ne kadar zamanda boyanıyor?
Genelde 4 saat sürüyor, 18 saate kadar çıktığı da oluyor.
ESKİ SEVGİLİM ŞİZOFRENDİ
“Şizofreni hastalarını görmezden gelmeyin“ projesinin bir parçası olmayı size teklif ettiklerinde ne hissettiniz?
Bayıldım! Çünkü farkındalık yaratan bir projeydi. Amacı da şizofreni hastalarının toplumda kaybolduğunu, görmezden gelindiklerini vurgulamaktı. Biz bunu canlandıracaktık. Belki de bu projeyle görünür hale geleceklerdi. Bunlar tam da benim değinmek istediğim konular. Ben, ‘Herkes önemlidir. Kimse, toplum dışına itilmemeli” mesajı vermek istiyorum. Bu arada şizofreni bana çok yabancı bir hastalık değil.
Nasıl yani?
Eski oda arkadaşım ve eski sevgililerimden biri şizofrendi. Oda arkadaşım intihar etti. Sevgilim ise doğru tedaviyi gördü ve iyileşti.
EN GÜÇLÜ SİLAH BİLGİ
İnsanlar korkuyorlar ve bilgilenmek istemiyorlar. Oysa korkunun en güçlü silahı bilgi. Ne kadar çok bilgi edinip, tedavi yöntemlerini araştırırsanız, o kadar hem kendinizi hem de ailenizi rahatlatmış olursunuz.
AİLELER TÜRKİYE’DE
ÇOCUKLARINA SAHİP ÇIKIYOR
Amerika’da da şizofreni hastaları görmezden geliniyor mu?
Orada da kısmen geliniyor. Genel olarak dünyanın her yerinde onları yok sayıyoruz. Sizin ülkenizde dikkatimi çeken bir şey oldu, aileler olağanüstü. Çocuklarına inanılmaz şekilde sahip çıkıyorlar. Amerika’da böyle değil. Aileler, bu kadar kol kanat germiyor. Ama Amerika’da hastalar, tedavi görmeye daha açıklar. Umudum, Türkiye’de de ailelerin semptomları tespit etmeyi öğrenmesi ve psikyatriste gitmekten çekinmemesi. Doğru tedavilerle pek çok şey, normale dönüyor. Eski sevgilim de okula bitirdi. İlaçlarına devam ederek normal bir hayat sürdü. En önemlisi de, başta kendisini olmak üzere, ailesi bu utancı yendi. Amerika’da şizofreniyi gizli tutmak, saklamak diye bir şey yok. Çünkü herhangi bir hastalıktan farkı yok.
“GÖRMEZDEN GELMEYELİM“ KAMPANYASI
VE ŞİZOFRENİ HAKKINDA
*Her 100 kişiden birinde var.
*Her ırk ve cinsiyet için geçerli.
*Erkeklerde biraz daha fazla gözükse de, istasitiki olarak baktığınızda, kadında da erkekte de aynı oranda görülüyor.
*Sebebi biliniyor. Sadece bazı yatkınlıklardan söz ediliyor. En önemlisi de genetik yatkınlık. Birinci derecede akrabalarda varsa, bu sizde de olma olasılığını, başka insanlara göre yüzde 50 arttırıyor.
*Psikotik ataklar söz konusu. Psikotik ataklara sebep olan ya da etkileyen faktörü ortadan kaldırdığınızda, atağın da geçmesi gerektiği düşünülür. Şizofrenide öyle olmuyor. Sebep de tam olarak belli olmadığı için, hastalığı tamamen yok eden bir tedavi mevcut değil.
*Hekimler, “şizofreni“ tanımı koyduğunda o hastayı aslında damgalanmış oluyor. Oysa bu, hastanın suçu değil, kanser olmak nasıl hastanın suçu değilse, şizofreni için de geçerli bu.
*Türkiye’de, Batı ülkelerinden farklı olarak, çok “evsiz“ yok sokaklarda. Gerçi biz de, evlerdeki bir odaya kapatıyoruz hasta yakınlarımızı. Evet, sahipleniyoruz sahiplenmesine ama ailenin içinde saklanması gereken bir durum olarak yaşıyoruz. Hani kol kırılır, yen içinde kalır deriz ya, işte o hesap. Çünkü ailede şizofreni hastası biri varsa, “Bizden de şüphelenirler!“ diye bir korku gelişiyor ve ailenin içine bir bomba düşmüş gibi oluyor.
*Bu öyle bir şey ki, ailenizden biri, psikotik ataklar geçirmeye başlıyor. Sesler duyuyor, halisünasyonlar görüyor, “Biri beni öldürecek!“ diyor, “Gece sürekli geliyorlar, beni kaçırıyorlar, siz bilmiyorsunuz!“ diyor. Bu söylediklerine de gerçekten inanıyor. E siz, nasıl biri sizi öldürmeye çalışırsa, saldırganlaşırsanız, o da, doğal olarak saldırganlaşıyor. Bu yaşadıklarını da hastalık olarak kabul etmiyor. Çünkü o sesleri gerçekten duyuyor, görüntüleri görüyor. Buna “içgörü kaybı“ diyoruz. Doktorlar da bu yüzden “Sen hastasın!“ demiyor, dememeli. “Bu sorunlarını nasıl çözebiliriz?“ demeli. İçgörü kaybı, şizofrenide en önemli şeylerden biri. Kişi, hasta olduğunu kabul etmese de, her gün ilacını almalı. Özellikle ilk dönemde çok önemli, o yüzden aile desteği de önemli. “Bunu içersen sesler duymayacaksın!“ değil de, “İçersen daha rahat edeceksin, seni takip edenler olsa bile onlardan korkmayacaksın!“ denmeli.
*Kampanyanın temel çıkış noktası, 15-25 yaşları arasında şizofreni teşhisi konan bir insanın, toplum baskısı, utanma, damgalanma ile yaşamak zorunda kaldığını gözler önüne sermek. Bunu yapmamız gerekiyor. Şizofreni hastlarını hayata kazandırmamız gerekiyor. Bu hastalık, insanı hemen öldürmüyor. 15-20 yıl bununla yaşamak zorundasınız. Ama sizi damgalayarak, dışlayarak hayattan koparıyorlar. Hep evde olmak da çözüm değil, çeşitli damar hastalıklarını da beraberinde davetiye çıkarıyor. O yüzden hayata karışmalı, hayata kazandırılmalılar…
HAMİŞ:
Kampanyanın web sitesi, Facebook adresi ve Youtube adresi
www.gormezdengelmeyelim.com
facebook.com/gormezdengelmeyelim
youtube.com/gormezdengelmeyelim