Kitap alıp başını gidiyor.
Aylin de öyle.
Tut tutabilirsen.
Sıçrayan bir zekâsı var.
O büyülü, gerçekçi bir kadın.
Yazdıkları da öyle.
Koç Lisesi ve Mimar Sinan Sosyoloji mezunu. New York’ta senaryo eğitimi alıyor. Bilgi’de sinema ve televizyon üzerine yüksek lisans yapıyor.
‘Galip Derviş’ gibi pek çok dizinin senaryo yazarı.
Büyücülere, ezoterik mevzulara takık.
Bu konuda sıkı bir geçmişi de var.
Aynı zamanda öğretim üyesi.
Renkli, ilginç, sürprizli bir kadın yani, kitabı da öyle…
Kitabın ‘Murakami’nin Kedisi’ çok ilginç… Hem eğleniyorsun hem de etkileniyorsun. Ben en çok senin uydurabilme yeteneğinden etkilendim. Sen bayağı uydurukçusun! Deli bir kurgusu var, insana “E yok artık!” dedirtiyor. Bunlar aklına nereden geliyor?
– (Gülüyor) Çok teşekkürler. Sezgisel kanaldan kulağıma iniyor. Tıpkı karakterlerimden Matmazel Plüg’e veya kedi Tom’a olduğu gibi. Yazarlık da, bir çeşit ‘kanallık yapmak’ bence. Evrene kendini açtın mı dünya âleme katkı olacak her ne varsa kendini gösteriyor! Tabii niyet çok önemli. Ben her zaman neşeden yanayım. Renkli olsun, neşeli olsun, ilginç olsun, merak uyandırsın isterim. Okuduğum, izlediğim, deneyimlediğim her şeyi hayal gücümle çitileyip, ortaya kendi tarifimi koyuyorum…
Ne güzel söyledin! Son yıllarda, tüm dünyada olduğu gibi, Murakami Türkiye’de de en çok okunan yazarlardan biri oldu. Sen ne zaman keşfettin?
– Bundan 11 yıl önce, kızım doğduğunda okumuştum ilk. O zamanlar Türkiye’de fazla bilinmiyordu. ‘Sahilde Kafka’sını okuduğumda çok etkilenmiştim. “Özgürce hayal kurabilen, hayal âlemiyle gerçek dünyayı birbirine kusursuzca karıştırabilen cesur bir yazar” demiştim kendime kendime. Hemen eski kitaplarını okudum. Çok sevdim…
Sence neden iyi yazar?
– Bir kere çok gizemli. Daha kitabın ilk başından içine öyle bir merak tohumu atıyor ki, okumadan edemiyorsun. Bir de müthiş bir derinliği var. Sıradan realiteyi öylesine ince bir çizgiyle olasılıklar diyarına bağlıyor ki, kendini küçük bir Alice gibi hissediyorsun! Tekinsiz, hileli ama bilge bir zekâsı var.
Herkes çok normal de bizde mi sorun var?
Onunla tanışsan ve “Yazmak senin için ne ifade ediyor?” dese cevabın ne olur?
– “Bırak şimdi bunları, gel beraber bir dizi yazalım” derim!
“Benim en sevdiğin kitabım hangisi?” dese ne cevap verirsin?
– En azından üç isim sayarım. Hadi ikide anlaşalım: ‘Dans, dans, dans’ ve ‘Sputnik Sevgilim’.
Tanışmaya nasıl giyinip gidersin?
– Morticia Addams kılığında. Biraz ürkütücü olayım, bir dize getireyim di mi ama…
Şimdi şu soruyu da sormam gerekiyor: Kahramanı Murakami -daha doğrusu kuyruksuz kedisi- olan bir roman yazmak nereden aklına geldi?
– Vallahi kendisi kaşındı! Öylesine inandırdı ki beni yazdıklarına. “Bu adamın kedileri kesin konuşuyordur!” diye düşündüm. Biraz araştırdım. Son 15 sene içinde kedisiz kaldığı sadece iki ayı olmuş! Beş kedisi ölmüş, iki kedisini birilerine vermiş, iki kedisi aniden kaybolmuş. Şu an ‘Muse’ diye bir kedisi var. Ha tabii, benim de kitabımda bahsettiğim ‘Peter Cat’ adlı caz barı var. Hayır yani, yazmayıp da ne yapacaktım? Birinin bu konuyu gündeme getirmesi gerekiyordu, öyle değil mi? Herkes çok normal de bizde mi sorun var?
Kitabın fantastik öğeler barındırıyor… Murakami, İstanbul’a geliyor. Pera Palas’ta kalıyor. Kedisi Tsunami Tom kayboluyor. Romanın kahramanı Murakami hayranı Lal, kuyruksuz Tom’u buluyor. Ve sonra çok çok acayip şeyler oluyor. Fantastik yazmak daha mı kolay, daha mı zor?
– Benimki tam fantasik mi emin değilim. En yakın olduğum tür ‘büyülü gerçekçilik’. Çünkü benim ana karakterim, her yaşadığını “Nasıl olur yahu? Deli mi bunlar?” diyerek sorguluyor. Bu da bana bir özgürlük alanı tanıyor. Hem bildiğimi okuyorum hem de kendi kendimi ti’ye alıyorum. Sanırım hayalini kurduğum bir dünyayı gerçek kılmak bugüne kadar yazmaktan en çok keyif aldığım mecra oldu. Bu anlamda daha kolay…
Ezoterik mevzulara ilgin nereden?
– Oooooo bu konuda sıkı bir geçmişim var. Sosyoloji tezimi, ‘Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı’ üzerine kurmuştum. Sonra 2000’de New York’ta senaryo yazarlığı okurken eski kültürlerin pagan öğretilerine dayanan bir Wicca grubuna katılmıştım. Fakat sonra Türkiye’ye dönünce yeni çağ bilgilerine ve şifa tekniklerine merak sardım…
E sen işi baya ilerletmişsin!
– (Gülüyor) Son 17 senedir tek bir hocam var. Bildiğim her şeyi ondan öğrendim. Yalnız bizim aldığımız eğitimin edebi, ser verip sır vermemeyi gerektirir. Biz kibar kibar dünyaya katkıda bulunuruz, bilgiçlik taslamayız. Aldığımız sevgi, şefkat ve merhameti; hayatımızın satır aralarına yerleştiririz. İnşallah karakterim Lal, kitap serisinin devamında kendi yeteneklerini keşfettikçe bu dünyaya ışık tutacak…
EĞLENMEYİ BİLEN PARTNER HER KADINA İYİ GELİR
‘Balık rahibi’ diye bir erkek tipinden söz ediyor Lal kitabın bir yerinde… Bayıldım! Bir anlatır mısın ne demek?
– Sulak ortamda yetişmiş, yakışıklı, entellektüel, bilge, tatlı ve çapkın kişilik!
Sen gerçek hayatta da böyle adamlar tanıyor musun?
– Tanımaz olur muyum? İlham dediğin şey de bir yerden geliyor herhalde! “Fransızca şiirler okuyup kadınları bir hamlede yatağa atması, biz fanilerin akşam sekiz olduğunda dizi seyretmesi gibi sıradan bir olay! Bir merak onunkisi. Yaşamı gözlemleyerek değil, tadına bakarak deneyimliyor… Ancak size şu kadarını söyleyeyim: Küçük, tatlı bir kuzu değilseniz, bir entelektüelle evlenmeyin! Hele bir dilbilimciyle asla. Hele hele bir Başak erkeğiyle katiyen…”
Bu cümleler arasında “Romanda Lal’e söylettim ama aslında doğru!” diyeceğin yerler var mı?
– Var canım var. Her kelimesini harfiyen yaşadım! (Gülüyor)
Başak erkeklerine kastın ne:
– İlk bakışta oldukça cazip olsalar da, kılı kırk yararlar. Çok bilir, çok konuşurlar. Başak kadını öyle değildir ama… Çok iyi dosttur, şefkatlidir ama Başak erkeği… “Kaçın!” derim…
Dilbilimcilerin ağzı lafı yapabildiği için mi kadınları kolay tavlıyorlar?
– Yok, o balık rahipliğinden geliyor! Her ağzı laf yapan cazip olamaz. Bir büyüsü olacak insanın, yoksa bize ne…
Sen peki pas vermez miydin entelektüel olmayan erkeklere?
– Evet vermezdim. Ama bu da eskide kaldı! Şimdi sadece eğlenceli olanlarla ilgileniyorum. Eşimi de öyle seçtim. Hayat sevinci yüksek, eğlenmeyi bilen bir partner her kadına iyi gelir!
AYDINLIK TARAFIN NE KADAR GÜÇLÜYSE KARANLIK TARAFIN DA O KADAR GÜÇLÜ OLUR
Ruhunun karanlık tarafları var mı?
– Bir kişinin aydınlık tarafı ne kadar güçlüyse, karanlık tarafı da o ölçüde güçlü olurmuş. Denklik var bu konuda! İşte marifet burada. Gençken çok çılgındım. Dilimin ölçüsü yoktu. En olmayacak kişilere en olmayacak çıkışları yapma konusunda bir ünüm vardı. Neyse ki en az benim kadar çılgın olan bir çevrede büyüdüm de yaptıklarım herkesi güldürüyordu. Fakat anne olduktan sonra çok değiştim. Aldığım ruhsal eğitim de, yaşımın ilerlemesiyle birlikte beni epey dönüştürdü. Şimdi karakterlerimi konuşturmayı tercih ediyorum…
SÜRÜNDÜRME ADAMI, BEZDİRME!
Bu roman, biraz çizgi roman tadında. Kare kare gördüm her şeyi. Bunda senaryo yazarı olmanın bir etkisi var mı?
– Kesinlikle! Görsel ve aksiyona dayalı yazıyorum. Güzelleme yapmıyorum. Canlı ve nettir yazdıklarım. Kısa ve öz. “Anlat da dinleyelim, süründürme, adamı bezdirme” diyen bir okuyucu ve izleyiciyim. Ve bu doğrultuda yazıyorum…
Sen, ‘Galip Derviş’ gibi sevilen dizilerin de senaryo yazarısın… Bir senaryoyu taşıyan asıl şey nedir? Kurgu mu karakterler mi? Ne?
– Kurgu! Çünkü “Amma da ne enteresan bir karakter” diyeceğiniz dizi karakteri pek yoktur. Çatışma esastır dizide. Hikâye, Galip Derviş gibi sıradışı bir karakter üzerine kurulmuşsa bile, bu enteresanlık da çatışmaya hizmeten vardır. Hikâyenin çatışması iyi çatılmışsa, yani yeterinde güçlüyse, gerisi gelir! Sonrasında tüm karakterler ona hizmet eder…
Peki başarılı senaryo nasıl olmalı?
– Aktif, dinamik ve heyecanlı! Merak ettirmeli. Gerilim de yazsan, eğlendirmelisin. Korku filmleri, eğlence endüstrisinin en büyük ayaklarından biri bence. Seyirci boş bırakılmaya gelmez. Eğer bir dizi seyrederken, yanındaki konuştuğunda sinirleniyorsan, o senaryo iyi demektir!
BU SERİYİ YEDİ KİTAP OLARAK TASARLADIM
Devamı da varmış… ‘Bram Stoker’ın Masası’, ‘Oscar Wilde’ın Paltosu’ geliyormuş. Edebi kahramanlarla fantastik öğeleri buluşturmak nereden aklına geldi?
– Bu seriyi, yedi kitap olarak yazmayı tasarladım. Her kitapta, bir dünya yazarı, o dünya yazarının bir objesi ve o obje üzerinden açıldığımız fantastik bir öykü var.
Murakami, “Alo Aylin, çok sevdim kitabını…” dese, düşüp bayılır mısın?
– Ohh, vallahi içime sular serpilir!