Şükrü Özyıldız… Onu pek çok diziden biliyoruz.
Şu anda da ‘Çoban Yıldızı’nda oynuyor. Henüz 28 yaşında. Küçük yani. Ama bir taraftan büyük. Olgun. Ne söylediğinin farkında. Ve ne yaptığını biliyor. Rüzgârda savrulmuyor. Belki de küçük yaşta büyük acılar yaşadığı içindir. 9 yaşında annesini trafik kazasında kaybediyor. O dönem 7 yaşında olan kız kardeşi, hayattaki en yakını. Hem kardeşi hem arkadaşı. Sadece kendi geleceğiyle değil, onun geleceğiyle de ilgileniyor. Ben çok sevdim. Evet, çok yakışıklı. Ötesi de var, adam gibi adam. Yolu açık olsun…
Anne Rum kökenli, baba Karadenizli… Sen nasıl bir karışımsın?
– Bilmiyorum ama halimden çok memnunum! Kendimi İzmirli olarak tanımlıyorum. İzmir’i ve İzmir insanını çok seviyorum. Anne tarafım Rodoslu, baba tarafım da Trabzonlu. İzmir’de tanışıyorlar, âşık oluyorlar ve evleniyorlar. Fonda hep İzmir var…
Rodos’a hiç gittin mi?
– Yok hayır. Hep çağırıyorlar oradaki akrabalar. Anne tarafından kuzenler filan var. Benim hikâyemde acı olan, annemi çok erken kaybettim…
Öyle mi? Çok üzüldüm. Hastalık mı, neden?
– Trafik kazası. 1997 yılıydı. Ben 9 yaşındaydım, kardeşim 7, annemiz vefat etti.
Siz kiminle büyüdünüz?
– Babam, anneannem ve dayımla…
Rumca biliyor musun?
– Çocukken biliyordum, biz anlamayalım diye anneannem, annem ve dayım önümüzde Rumca kavga ederdi! O zaman biraz öğrenmiştim. Ama işte annem vefat edince unuttum.
İzmir senin için ne ifade ediyor?
– İzmir bence anadır. Ben mesela yıllardır İstanbul’da yaşıyorum, seviyorum da İstanbul’u ama İzmir başka, iki günlüğüne bile gitsem, bir şekilde sıfırlanıyorum. Havasından mı, suyunda mı, doğduğum, büyüdüğüm yer olduğu için mi ya da İzmir gerçekten farklı olduğu için mi bilmiyorum ama hep memleketime gelince “Oh!” diyorum. Benim için hakikaten anne karnına dönmek gibi bir şey. Daha açık kafalı insanların diyarı orası. Önyargısız, özgüvenli, güzel enerjili…
Çocukluğuna dair neler söylemek istersin?
– Annemin kaybı büyük travma tabii! Hiperaktivite teşhisi konmuş bana. İlaç tedavisi de görmüşüm. Çocuk dediğin biraz yaramaz olmalı di mi, ben sağlam yaramazmışım! Bir dakika bile yerinde durmayan, duramayan, aşırı hareketli, sürekli bir şeyleri kırıp döken sakar bir çocuk. Sokaktan da eve yara bere içinde dönerdim. Bayağı sokak çocuğuydum. Ama süper faydasını gördüm hiperaktivitenin…
Nasıl yani?
– Hiperaktivite aynı zamanda maymun iştahlılığı da beraberinde getiriyor. Her şeyi deniyorsun. Bu da iyi bir şey. Oradan kalan bir müzik yeteneği var mesela bende. Gitar denedim, piyano denedim, keman denedim. En son davulda karar kıldım, “Bana göre olan bu!” dedim. O arada hepsinden bir şey öğrenmiş oldum tabii. Sonra pek çok spor yaptım, okulda futbol, basketbol, hentbol denedim. Derken dövüşe merak saldım. O, hep devam etti hayatımda. Tüm bunların temeline de baktığın zaman ne yapacağını, neye kanalize edeceğini bilemediğin bir enerjin var, seni bir şekilde her şeye itiyor ve sen her şeyden biraz alıyorsun. Deneye deneye de, gerçekten yapmak istediğin şeyi buluyorsun…
İTÜ’de gemi makineleri mühendisliği okumuşsun…
– Evet, başladım İTÜ’ye ama sonra tüydüm. Çok düşünülerek verilmiş bir karar değildi. Bir sene okuduktan sonra, anladım ki 6 ay denize açıl, hep denizde ol, bana göre değil. Bir de İTÜ’nün Tuzla’daki kantininin içine girdiğinizde sıra sıra genç insanların fotoğrafları vardı. Güzel, hayat dolu gençler. Altlarında da küçücük yazılar. Merak ettim gittim baktım, hepsi ölmüş, seferde ölmüş. Bana göre olmadığını anladım. Denizi de ölecek kadar sevmediğimi anladım…
Peki İTÜ’den ayrıldıktan sonra…
– İzmir’e döndüm, babamın işlerine yardımcı olmaya başladım. Ege Üniversitesi İşletme’yi kazandım. İkinci sınıftayken, Erasmus programıyla bir sene Portekiz’de üniversitede okudum. Kendimi aradığım bir dönemdi. İyi geldi orası bana. Geri döndüğümde oyuncu olmaya karar verdim…
İyi de o kararı nasıl verdin?
– Dediğim gibi kendimi aradığım, “Ben kimim? N’apıyorum? Ne istiyorum hayattan?”ı sorguladığım bir dönemdi. Kişisel gelişim semineri gibi bir şeye katıldım. Orada birkaç egzersiz yaptırdılar. “Bu egzersizler oyunculukta da kullanılıyor” gibi bir laf ettiler. Hoşuma gitti. Kendimi ifade edebildiğimi gördüm. Ve bir şekilde oyunculuğa merak sardım. Denedim, ççok sevdim. Fark ettim ki, oyunculukta empati kurabilme yeteneğinizi geliştiriyorsunuz, ‘öteki’ olabiliyorsunuz. Şu anda dünyada eksik olan bence bu. Biz artık birbirimizle empati kuramıyoruz. Oyunculuk bunu sağladığı için, daha vicdanlı, daha adaletli bir insan olmaya teşvik ediyor beni. Kendimi tanımama, içimdeki kapıları, pencereleri açmama sebep oldu.
“Olacağım” deyince, insan oyuncu olabiliyor mu?
– Başkalarını bilemem. Ben baktım oyunculuğu seviyorum, eğitimini almaya karar verdim. İzmir’de Müjdat Gezen Sanat Merkezi açılmıştı. Orada başladım. Sonra İstanbul’da özel derslerle devam ettim, Craft oyunculuk atölyesine gittim. Bahar Kerimoğlu’ndan ders aldım. Gamze Süner Atay’dan alıyorum şu an. Bir dönem İpek Bilgin ve Laçin Ceylan’dan da aldım. Her hocanın farklı bir tarzı ve metodu var. Öğrenmenin sonu yok.
OYUNCULUK BİR ŞEY GÖSTERMEK DEĞİL, SAKLAMAK
Sence iyi bir oyuncu musun?
– Bunu ben değerlendiremem. Ama elimden geleni yapıyorum. Oyunculuk uçsuz bucaksız bir şey. O sahnenin, o rolün durumuna pek çok farklı açıdan bakıp, pek çok farklı şekilde oynayabilirsin. Tek şey, hangisini seçiyorsan, onu en organik şekilde yapman gerekiyor. Oyunculuk da bu yüzden zor…
‘Organik’ ne demek?
– Gerçek yani. Pozlanmadan. Şu: “Bu duyguyu yaşayan insan ne hale bürünür” diye düşünmemek, hakikaten o olmak, içeriden bir şeyler yaratmak. Sonuçta oyunculuk, bir şeyi göstermek değil, bir şeyi saklamak aslında…
Nasıl yani?
– Biz seyirciye bir şey göstermek istiyoruz ama karşımızdaki oyuncuya da çok fazla bir şey belli edemeyiz. Tamam sen insan olarak içinde bir şey yaşıyorsun ama normal hayatta, her zaman bir maskemiz var. Yani içeride olan şeyi aslında saklıyoruz. Var olan şeyi seyirci zaten görür. Ama gözüne sokmaman gerekmiyor. Sen hisset, izleyici de hisseder ama göstermez…
Role nasıl giriyorsun?
– Çalışıyorum. Pek çok metot var. Tek bir metoda bağlı değilim.
Senaryo geliyor, n’apıyorsun?
– Okuyorum, okuyorum, sonra tekrar okuyorum ve kendimi role bırakıyorum. Gerçekten bıraktıysan, içeride bir şeyler oluşuyor. Sadece o geleni kabul etmem gerekiyor ilk etapta. Sonra role iyice empati yapmam gerekiyor. Empatiden sonra da artık var olan hamuru şekillendirmek kalıyor geriye…
YAKIŞIKLI OLMAK BİR TIK DEZAVANTAJ
Bu kadar yakışıklı olmak bir erkek için ne ifade ediyor? Şunu demek istiyorum: Kadınlar güzel olur ya, sen de bir de erkek güzeli gibisin. Dudakların, kaşın, yüz hatların… Hiç sinirin bozulduğu olmuyor mu?
– Bir tık oluyor aslında! Ayna karşısında zaman geçiren bir adam değilim. Kendime bakıp, “Vay be ne kadar güzelim!” demiyorum. İnsanlar dediğinde de bir tık utanıyorum, hatta bazen geriliyorum. Çünkü dış görünüş, senin sadece ilk anda fark edilmeni sağlar. Ama sonrasında, fark edilmeye değer bir şey olmadığının anlaşılması da an meselesidir! O yüzden bir tık da handikap oluyor…
‘Arzu nesnesi’ gibi hissettiğin oluyor mu kendini?
– Yok canım. Hiç o açıdan bakmıyorum…
Kalın dudakların ve gamzelerin başa bela oldu mu?
– Zaten bu yeni dizi için yönetmenimiz Gül Oğuz’la konuşurken “Bu façayı bozalım biraz” dedik ve saçı kestik, kaşa bir şey yaptık. O güzellik görüntüsünü bir tık bozduk yani…
Fiziğinin oyunculuğunun önüne geçtiği oluyor mu?
– Dolaylı olarak şuradan geçiyor. Casting denen bir kurum ve otomatik olarak sana biçilen bir rol skalası var. Orada da fiziğini hesaba katıyorlar. Bense içimden, bir oyuncu olarak şöyle bağırıyorum, “Hayır, ben bunları da yapabilirim. Daha fazlası var bende! Daha ters köşe rollerde üstlenebilirim…”
Ama seni hep güzel adam olarak mı oynatmak istiyorlar?
– Hayır ama orası bir güvenli bölge onlar için! Neyse ki bu son projeyle kendimi bozma fırsatı buldum. Bütün oyuncular gibi derdim “Bakın daha da fazlası var bende!” diyebilmek…
Uzun saçlarından dolayı Engin Akyürek’le karıştırılıyordun değil mi?
– Evet öyle bir şey vardı sosyal medyada…
Saçını kestirirken, “Ulan ben bu kadar seksi ve karizmatik adamım, şimdi gitti saçlar…” dedin mi?
– Yooo. İkisi de uyar bana!
KARDEŞİM 7 BEN 9’DUM ANNEMİZİ KAYBETTİK
Hayatta en çok kiminle yakınsın?
– Kız kardeşimle. Biz onunla farklı bir dayanışma içinde büyüdük. Hem abi kardeş hem arkadaşız. Benden iki yaş küçük. Bir de annemiz ölünce, ben dokuz, o yediydi, birbirimize sığındık.
Anneni ne kadar hatırlıyorsun?
– Çok kopuk kopuk hatırlıyorum. Ama hatırladığım şeyler, özellikle oyunculuğumda bana çok yardımcı oluyor.
Nasıl yani?
– E çok büyük bir travma! Yaşadığın tüm acılar, aslında yaşadığın her duygu sana oyunculukta katkı sağlıyor.
EL KADAR BEBEĞE ŞÜKRÜ İSMİ KONUR MU BABA?
Senin gibi modern genç bir adamın adının Berk, Can gibi bir şey olması gerekiyor, niye Şükrü? Ne iş?
– (Gülüyor) Şükrü, dedemin adı çünkü! Benim de bir tweet’im bu konuyla ilgili. “El kadar bebeğe Şükrü diye isim mi konur baba? Ne yaptın sen! Dağ diktin önüme!” diye yazdım. Ama espri olsun diye. Ben ismimle barışığım, hiç takılmıyorum…
En çok hangi özelliğini seviyorsun?
– Hem sevdiğim hem sevmediğim özelliğim aslında, çok düşünürüm, çok çalışırım. Fazla mükemmeliyetçiyim. Kova burcuyum. Analitik bir kafam var. Bu hem bana artı olarak dönüyor ama bazen de artıları tam göremeyip, eskilere kilitlenebiliyorum.
ÖZGÜVENLİ KADIN SEVİYORUM
Nasıl kadınları beğenirsin? Kadınlarda ne ararsın?
– Kadının aurası, enerjisi önemli benim için. O da kadının özgüveninden kaynaklanıyor. Özgüvenli kadın ne yapacağını bilen, güçlü kadın demek benim için. Beni öyle kadınlar etkiliyor. Bütün enerjileri bedenine sirayet ediyor, insan onu hissediyor. Evet, ben özgüvenli kadın seviyorum. Fiziksel görünüm olarak da sert hatlı kadın. Mesela Gisele’i beğeniyorum. Kız arkadaşım da öyle, sert hatlı…
Deli bir yanın var mı?
– Var tabii ki, ah o deli yanım…
Ama kontrollü, aklı başında bir adam görüyorum ben burada!
– Yooo, tersim pistir.