Aşk zehirlediyse panzehiri yeni bir aşktır

“Trabzon’da doğdum, İzmir’de büyüdüm. Ama doğduğum ya da yaşadığım yer çok önemli değil, ruhum İzmirli” diyor.
Gözlerinin içi gülüyor, sıcak, samimi ve dişi.
Bayılıyorum ben İzmirli kadınlara…
Kimselere eyvallahları yok. Güçlü ve özgürler.
O Berna Kumaş Sipahi
Büyük bir holdingin kurumsal iletişim direktörü, aynı zamanda iflah olmaz bir yazma tutkunu.
İlk romanı ‘Gökten Üç Elma Düşmüyor’ çıktı, ben de teybimi kaptım, karşısına dikildim.

Aşk zehirlediyse panzehiri yeni bir aşktırİlk romanın ‘Gökten Üç Elma Düşmüyor’ çıktı. Tebrik ederim…
– Teşekkür ederim.

Nasıl hissediyorsun kendini?
– Doğum yapmış gibi.

Güzelmiş… Yazma maceran nasıl başladı?
– Çok hayal kuran bir çocuktum. Öyle güzel hayaller kuruyordum ki unutmak istemiyordum. Kahramanı olduğum hayallerimi kısa hikâyeler şeklinde yazardım. Sonra uzun yıllar günlük tuttum. Meselem şu: Tutamıyorum kendimi. Sürekli yazıyorum. Bambaşka bir kariyerim var aslında, bir holdingin kurumsal iletişim direktörüyüm. Tutku diyelim. Kimi resim yapmak ister, kimi şarkı… Ben de yazmak istiyorum…

40’lı yaşların kadınların en güzel yılları olduğuna mı inanıyorsun?
– Kesinlikle! Ertuğrul Özkök, ‘Kırk7’ isimli bir kitap yazdı. 40 yaş kadınını o kadar güzel analiz etmiş ki. Gerçekten de hem ruhsal hem ekonomik hem fiziksel gücünün zirvesinde oluyorsun. Karakterin, yüzün, kariyerin her şey yerli yerine oturuyor. Sana da keyfini sürmek düşüyor…

Peki öyle mi oluyor?

– (Gülüyor) Ne yazık ki hayır! Çünkü rahat bırakmıyorlar! Evliysen çocuğu, bekârsan kocayı, hepsi varsa kilonu ya da yüzündeki çizgileri konuşur oluyorlar. Güçlü karakterlere, iyi eğitimlere de sahip olsak, tüm bunlar ince ince beynimizi kemirmeye başlıyor. Endişe üretmeye başlıyoruz. Ve hepimiz, aynı olmak için yarışır hale geliyoruz.

Sen de, ‘Gökten Üç Elma Düşmüyor’da tam da bunu anlatıyorsun…
– Evet. 40’ına gelmiş, hâlâ evlenmemiş bir kadın, sürekli yakın çevresine bir şeyler izah etmek zorundadır mesela. Gerekçe bulmak zorundadır. Her gittiğin nikahta, “Darısı başına!” dilekleri çekilir gibi değildir. Yaşadım, biliyorum…

Herkes akıl, fikir, tavsiye de verir…
– Evet. Herkes ama herkes, annen, teyzen, hatta patronun bile hayatın yalnız geçmeyeceğini anlatır! Böylece olmayan oldurulur ve yalnız kalma korkusu bünyeye enjekte edilir. Bu korkuyla yanlış ilişkiler ve hatalar silsilesi başlar. Romanımda da bir parça bunu anlatmaya çalışıyorum. Kitabımın kahramanı Arya da böyle. Her şeyi var…

TUTKUNUN PEŞİNDE KOŞAN İKİ KADININ KESİŞMESİ

Olmayan tek şey saygılı ve sevgili bir ilişki, öyle mi?
– Aynen öyle! Endişe, içine yerleşmiş. Bu endişeyle yaşadıklarının yanlış olduğunu görse de, görüneni görünmez kılarak devam ediyor ve yanlış büyüyerek daha büyük hasarlar açıyor ruhunda…

Cinsellik de romanda öne çıkan temalardan biri… Kadın, şehirli de, modern de olsa cinselliği konuşmak hâlâ bir tabu mu?
– Eskiye oranla daha rahat konuşmaya başlasak da evet hâlâ tabu. Toplumumuzda yerleşik değer yargıları var. Ben birçok kariyer sahibi kadın biliyorum, ilişkilerini ailelerinden gizli yaşıyor. Kendileri bu meseleyi aşmış olsalar bile, anne ve babalarının değer yargılarına saygı göstermek zorunda hissediyorlar kendilerini.

Bu roman kurgu mu?
– Evet kurguladım ama gerçek hayatın bir simülasyonunu yaptım. İddialı bölümler var. Kitabın son düzeltmelerini yaparken “Dozu fazla mı kaçırdım?” diye düşündüm. Benim hayatım değil ama okuyanlar “Vay beee! Kadına bak, neler yazmış!” der mi diye düşündüm. Sonra da “Kimsenin bilmediği bir şey yok, bunlar sıradan hayatların içinde bile var, hem de fazlasıyla” dedim ve otosansürümü durdurdum.

Bu romanı sen nasıl tanımlarsın?
– Tutkunun peşinde koşan iki kadının kesişmesi…

Peki “Tutku, mutlu son getirmez” mi diyorsun?
– En güzel aşk, tabii ki tutkulu olandır. Ama tutku bir parça da hastalıklı bir durumu çağrıştırıyor ve sürekliliği olabilirmiş gibi gelmiyor. Yaşayan ve gelişmesi gereken her organizma gibi en tutkulu aşkların bile dönüşmesi gerekiyor. Bunu sevgiye dönüştürebilenler mutlu ve uzun ömürlü birlikteliklere sahip oluyor.

MASALLAR EN MUTLU NOKTADA BİTER VE ELMALAR DÜŞER

Peki aşkta mutlu son var mı? Bu romanda, sonuçta gökten üç elma düşmüyor…
– Mutlu aşk elbette vardır ama ölümsüz aşk yoktur bence. Elma burada aslında bir metafor. Ve en bilinen metaforlardan olduğu için romanın isminde kullandım. Âdem ile Havva’nın yasak elması, Isaac Newton’a yerçekimini bulduran elma. Günümüzde Apple’ın ısırılmış elması, ilkokulda çalışınca kızaran elma ya da masallarda gökten düşen üç elma gibi… Birçok örnek var. Aslında hepsi de yeni bir başlangıcı, gelişimi, yenilenmeyi anlatıyor. Ben içlerinden üç elmayı seçtim çünkü hayata uyarlarken en bilindik ve arzulanan elmanın bu olduğunu düşündüm. Masallar en mutlu noktada biter ve elmalar düşer. Acaba Sindrella Masalı devam etse, sonuna kadar prensle mutlu olurlar mıydı yoksa kristal ayakkabıyı prens çoktan kafasına yemiş miydi? Bu anlamda aşk kavramına çok yükleniyoruz. Tabii ki mutlu aşk vardır ama hep aynı mutlulukla devam etmiyor ve bu nedenle de gökten üç elma düşmüyor. Bir aşk biter, yenisi gelir. Ümidimizi kaybetmeden devam etmek lazım… Arya da bunu yapıyor. Düşüyor, darbeyi yiyor ama kalkıp yoluna devam ediyor…

“Aşk zehirlediyse panzehir yeni bir aşktır…” Çivi çiviyi mi söker yani…
– Kesinlikle… Aşk çok kuvvetli bir zehir. Karşılığını bulmadı mı yıkıcı hatta öldürücü olabiliyor. Bunu iyileştirmenin tek yolu yani panzehiri yeni bir aşk. Eskinin yerine yeni bir şey koyamadığınız sürece onun anıları sizi esir etmeye, dolaysıyla zehirlemeye devam eder…

Kitabında ‘kadını ıssızlaştıran erkekler’ bölümünde benim bir röportajımdan da alıntı yapmışsınız. Issız adamları biliyoruz da; ‘ıssızlaştırılan kadınlar’ yeni bir kavram mı?
– Evet, ben türettim. Eski bir röportajındaki bir söylem bende bu duyguyu uyandırdı. “Erkek var, kadına kendini kraliçe gibi hissettirir. Erkek var, kadının tüm enerjisini ve zenginliğini emerek onu ıssızlaştırır. Sevgi dilencisi yapar. Bakıyorsun mükemmel fizik, kariyer, kültür ama ruhu olmayan bir erkek. Bencilleşmiş, taşlaşmış. Ben olmayı biz olmanın önüne koymuş. Dinlen dinlen kaç…”

KADIN YA KOCASININ YA BABASININ TUTTUĞU PARTİYE OY VERİYOR
“Kız arkadaşlarımız aslında bizim terapistimiz olur” diyorsun? Kapalı toplumlara uygun bir çözümleme mi yapıyorsun?
– Sosyolojik bir veri değil tabii. Ben kız arkadaşların sırdaşlığına ve terapi edici özelliğine inanıyorum. Erkekler sorunlarını bizler kadar paylaşmıyor, ondan çok arıza çıkarıyorlar. Kadın sırdaşlarıyla konuşarak kendini rehabilite ediyor. Kendimden biliyorum, en ufak sorunda kızlar meclisi toplanır ve sorun masaya yatırılır. İnsan, anlattıkça rahatlar. Daha güzel terapi olur mu?

Tez konun Türk kadınının siyasal hayata katılımı ve siyasal davranışı. Nedir Türk kadınının siyasal duruşu?
– 1930’lardan beri Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı var. 1934 yılında ilk defa Meclis’e 18 kadın milletvekili girmiş. Bugün 82 milletvekili var. Meclis’teki temsil oranı 82 yılda, yüzde 4’ten yüzde 14’e ancak çıkmış. Yıllar evvel yaptığım tez araştırmamda kadın ya kocasının ya da babasının tutuğu partiye oy veriyordu. Bugün de çok farklı bir sonuç çıkmaz herhalde. Siyaset bence fazlasıyla erkeklere terk edilmiş durumda.

Yorum Bırak