Gazetecilik, hamamböceği gibidir her koşulda yaşar!


Mirgün Cabas… Yıllardır basının içinde. Güvenilir, saygın bir gazeteci. Ve televizyon habercisi. Çeşitli haber programları yaptı; Banu Güven’le, Ruşen Çakır’la, Hakkı Devrim’le, Can Kozanoğlu’yla…
Şimdi işsiz. Fakat öyle bir kitap yazdı ki, kayıtsız kalmak imkânsız. Çok sıkı bir araştırma. 2001 yılının ıcığını cıcığını çıkarttı. O yıl yaşanan 30 farklı olayı yorumladı. Neden mi yaptı? Bugüne nereden geldiğimizi anlamak ve anlatmak için. Geride bıraktığımız ve unuttuğumuz olayları okuyup yeniden hatırlayınca dehşete düşmemek elde değil! Mirgün Cabas’ın ‘2001-Eski Türkiye’nin Son Yılı’ kesinlikte okunması gereken bir kitap bence…


Mirgün, gönülden tebrik ediyorum. Manyak titiz bir çalışma bu! Tarihe kalacağı ve araştırmacıların bu kitaba başvuracağı kesin. Hadi başlayalım… Niye kafayı 2001 yılına taktın?

– Çünkü çok acayip bir yıl! Bugün yaşadığımız Türkiye’nin, başımıza gelen iyi ya da kötü her şeyin sebebini, temelini görüyorsun o yılda…

En önemli yanı ne?
– Görünürdeki en önemli yanı, AKP’nin kurulduğu yıl olması. Ama asıl önemli özelliği, AKP’yi işbaşına getiren zemini olgunlaştırmış olması. 30 ayrı olay anlatıyorum kitapta. Bunların arasında ekonomik kriz, siyasal istikrarsızlık, askerlerin siyasete müdahalesi, yolsuzluklar, 11 Eylül gibi olaylar da var. Ama siyasetle doğrudan ilgisi olmayan daha renkli konular da… O yılın medya, magazin gündemini, televizyon âlemini filan da anlatıyorum. Amacım, yaşadığımız dönüşümü de göstermek…

Sence ‘eski Türkiye’nin son yılı, ‘yeni Türkiye’nin başlangıcı mı 2001?
– Önce şu ‘yeni Türkiye’ tanımını bir konuşalım. Çünkü biliyorum, bu söze sinir olan çok. ‘Yeni Türkiye’ sözü benim için bir yargı ya da olumlama taşımıyor. Yani bunu, iktidarın kullandığı anlamda, bugünkü Türkiye’yi parlatmak için kullanmıyorum. Ama 15 yıl öncesine göre, yeni bir durum yaşadığımız da ortada. Yeni Türkiye de bir günde ortaya çıkmadı. Ama bir yere çizgi çekeceksek, her şeyin başladığı, AKP’nin kurulduğu yere çizgiyi çekmek bana yerinde geliyor…

“Buraya nereden geldik” diye soruyorsun… Buraya oradan mı geldik?
– Valla, tam da oradan gelmişiz Ayşe! Ben bu kitap için çalışmaya başladığımda, doğrusu bu kadar renkli malzemeyle karşılaşacağımı düşünmüyordum. Her gün, “Vay canına! Yuh! Bu da mı olmuştu ya! Bu da mı 2001’deydi” diye diye çalıştım. Düşün ki, 2001’de ben televizyonda haber yapıyordum, haber merkezinin müdürüydüm üstelik! Bunların hepsi, bölük pörçük elimin altından geçmişti. Ama nasıl da unutmuşuz her şeyi… Ve bugünden bakınca her şey nasıl da acayip görünüyor! Bir de tabii bugünleri yaşamayan, hiç bilmeyen bir nesil var. Bugün 20 yaş civarında olup da AKP’den başka iktidar görmemiş bir kuşak. Bir önceki Başbakan Ecevit’i bile şöyle böyle biliyorlar. Sanırım en çok onlar şaşıracak o Türkiye’yle karşılaşınca…

O 2001 yılı, sence ne kadar felaket bir yıldı? Ve sonucu ne oldu?
– Felaket olması şuradan kaynaklanıyor: İki yıl önceki korkunç depremin ardından 2000’de bir ekonomik kriz yaşanmış, bununla boğuşulurken 2001’in başında MGK’da, Cumhurbaşkanı’yla Başbakan çocuk gibi kapışıyorlar ve olaylar gelişiyor. Büyük bir kriz, sonra Kemal Derviş’in gelişi… Sıkı bir ekonomik dönüşüm, koalisyonda her dakika kapışma… Bahçeli’nin bugünkü gibi çıkışları… Asker, hükümetin ensesinde boza pişiriyor… AKP, adım adım kuruluyor… Bu arada sırf Melih Gökçek’in AKP kurulurkenki dansını izlemek için bile o bölümü okumaya değer! Zevkle yazdım o bölümü. Gülen Cemaati palazlanıyor ve milletin başına bela olmaya başlıyor. Her gün bir başka banka batıyor, anlı şanlı işadamları, yaka paça yurtdışından getiriliyor. Yolsuzluk operasyonlarıyla yüzlerce kişi içeri alınıyor. Mafya bir yandan cezaevinde katliam yapıyor, öbür yandan gazetelerde mafya magazini diye bir şey başlamış. Çeçen eylemcisi, Hizbullah’ı, UFO’ya taş atan köylüsü, Reha Muhtar haberciliğinin en parlak zamanları… Bir ülkede yaşanan her şeyin siyasal ya da toplumsal sonuçları oluyor. İşte o sonuç, bu sonuç…

Bize neyi göstermek için yazdın bunları?
– Birçoğumuz, “Niye böyle oldu memleket? Şimdi ne olacak” diye kendi kendimize soruyoruz. Bu sorunun doğru cevabını bulmak için, “Eski Türkiye neye benziyordu? Biz buraya nereden geldik” sorusunun cevabını bulmak gerekiyor. Ben doğru cevabı buldum sanırım. Kitabı okurken şunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor: İnsanlar, nereden kaçtı da AKP’ye sığındı? Merkez sağın, yerle bir olup siyasetten silinişi, iki partili Meclis… Abuk sabuk fanteziler peşindeki bir CHP… Bir önceki seçimde iktidar olup sonraki seçimde yüzde 2.5 oy alan DSP… Anlatmakla bitmez ki!

Peki bu kitap, nasıl delilik örneği? Ne kadar uğraştın?
– Fikrin ortaya çıkmasıyla bitmesi arasında iki yıl var. En büyük şansım, malzememin çoğunun internette olmasıydı. O kısmı aylar sürdü. Her gün oturup 2001’in herhangi bir gününü yeniden yaşıyordum. Sonra bir gün daha… Sonra bir gün daha… Sonra başka bir gazetenin arşivine girip yeniden… Sonra döneme ve olaylara dair kitaplar, anılar… Bir de röportajlar var tabii. 15 kişiyle konuştum. Anlattığım olayların aktörü ya da tanığı olan, Mesut Yılmaz’dan Dinç Bilgin’e kadar…

Kitap bitince ne hissettin?
– Boşluğa düştüm. Televizyondaki programım bitince düzenli işim bu olmuştu. Biraz tadını çıkarayım, yeni bir şeye girişeceğim. Yazmak ayrı, yayınlandığını görmek ayrı mutluluk…

KİTAP NASIL GİDİYOR BABA?

Kitabı kızın Leyla’ya adamışsın. Çok hoşuma gitti. Onun, “Kitap nasıl gidiyor baba?” diye sorması seni nasıl etkiledi?
– Leyla, beni bir televizyoncu olarak tanıdı. Sonra bir anda işsiz kalınca, bunun etrafımda yarattığı dalgalanmadan o da etkilendi. Sokakta insanlarla ya da çevresindeki konuşmalara tanık oluyordu. Bir anda “Nasıl yani! Babam kovuldu mu? Niye?” diye bir şaşkınlık, bir güven sorunu yaşadı. Hafif de ürkekleşti galiba. Ona kitap yazdığımı söylediğimde bu fikre çok sarıldı: “Babamın bir işi var!” Herkese, “Benim babam kitap yazıyor” diye anlatıyordu. Hemen her gün de bana o soruyu soruyordu: “Baba, kitap nasıl gidiyor?” Ben de ona, “Bugün 10 sayfa yazdım”, “Bugün bir bölüm bitti” diye rapor veriyordum. Sonra bana gelen ilk kopyayı ona götürdüm. İthaf sayfasında adını görünce yüzündeki güzelliği anlatamam!

BİR ÇUKURDAN BİR BAŞKA ÇUKURA
Kitapta sorduğun soruların cevabını sen nasıl veriyorsun: AKP öncesi Türkiye neye benziyordu? Türkiye nasıl değişti? Bazı şeyler nasıl değişmedi? Başka türlü olabilir miydi?
– Özetle şöyle söylüyorum. Bir çukurdaymışız, bizi çıkarıp başka bir çukura atmışlar! Bu çukur, biraz daha derin olabilir hatta. Başka türlü olabilir miydi? Olurdu elbet. En azından bu kadar kötü olmayabilirdi…

Sence Türkiye’de gazetecilik bitti mi?
– Bitmedi. Türkiye’deki başka pek çok şey gibi ciddi bir krize girdi. Ama kitabın sonunda NTV’deki mesaimizden yola çıkıp Can Kozanoğlu’yla uzun uzun konuştuğumuz gibi, “Gazetecilik nedir, nasıl yapılır”ı görmeden işe başlayan ve bugünün koşullarında, çalışırken de öğrenemeyecek bir genç gazeteci kuşağı, mesleğe girdi. Nasıl yapılacağını bilenlere ne olduğunu da biliyorsun işte…

ESKİ TÜRKİYE Mİ? YENİ TÜRKİYE Mİ? 

“Eski Türkiye de matah bir şey değildi!” diyorsun bu kitapta…
– Eski Türkiye’ye bakıp ne gördüğüne göre değişir. Ekonomik olarak iyi değildi. Sağlıksız bir Başbakan ve sıkıntılı bir koalisyon vardı. Peki bugün ekonomi daha mı iyi? Başkanımız sağlıklı ve tek parti iktidarı var. Herkes daha mı mutlu? O zaman, ülkenin daha az muhafazakâr olmasını, bugünkü muhafazakâr görünme numarasını saymıyorum bile. Bak, en azından şu var: O günün gazetelerini okuduğunda, Türkiye’nin gerçekte ne durumda olduğunu anlayabiliyordun. Bugün gazeteyi okuyunca, aslında bilmen gereken bir sürü şeyin satır aralarına gömüldüğünü, yutulduğunu görüyorsun. Kitabın girişine de yazdım. Benim bu kitapla yaptığımı, 15 yıl sonra biri 2017 için yapmak istese işi zor.

Kitapta, Unakıtan’la, orman arazisine yasa dışı ev yapma tartışmasını nasıl yaşadığınızı anlatıyor… Bugün benzeri bir şey yaşanabilir mi?
– Al işte… Beğenmediğimiz eski Türkiye’nin sınırlarından bir manzara! Haber bültenine bakanı bağlayıp, “Sizin yasadışı araziniz varmış!” diye sorabiliyordun. Birincisi yayına çağırabiliyordun, ikincisi başına bir şey gelmiyordu. İktidarın hala bir hesap verme derdi vardı, hala hesap verebilir durumdaydı. Eski Türkiye mi iyiydi, yeni Türkiye mi sorusunun tek cevabı yok. Ama karşılaştırabilmek her zaman iyidir…

KRİZ Mİ? NE KRİZİ!!!

“2001 ekonomik krizinde, hükümet, duvardan duvara vuruldu, 2017’de kriz lafı dahi edilemiyor” diyorsun… Bu durumu nasıl açıklıyorsun?
– Sindirilmişlikle! Silah ve güvenlik sektörü dışında işleri geçen yıla göre daha iyi olan hiç kimse yok Türkiye’de. Tek bir sektör gösteremeyiz. Yine de kimse ağzını açıp “İşler kötü gidiyor, ben batıyorum!” diyemiyor.

BUGÜN TÜRKİYE’NİN MİMARI: ASKER

Bugünkü Türkiye’nin mimarı sence kim?
– Asker. Askerlerle, işgüzar savcılar, elbirliğiyle bizi bugünkü çukurun ağzına getirdiler! Sen çukurun ağzına gelince, seni arkadan itecek birileri de çıkıyor tabii. Bugünden bakınca, o askerlerin kalın kafalılığı daha da can yakıyor.

Günün birinde tekrar dört başı mamur gazetecilik yapılabilecek mi sence?
– Bunun için hem ekonomik olarak güçlü hem de bağımsız bir medyaya ihtiyacımız var. Gücü olanların tepesinde baskı var, baskıyı göğüslemeye hazır olan bağımsızların da gücü yok. İkisi nasıl bir araya gelecek, bilmiyorum. Ama gazetecilik hamamböceği gibi. Her koşulda hayatta kalmayı başarır…

HABERDE HER ŞEY VAR AKIL YOK!

“Bu haberde her şey var. Akıl yok! Ne münasebetle etmiştin o lafı?
– Taraf Gazetesi’nin manşeti yüzünden. Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin NTV santralinden yapılan aramalar yüzünden düştüğünü iddia eden haber! Saçma sapan bir şey. Bir de uzman görüşü almışlardı. Helikopterin içinde çip yerleştirilmiş olabilirmiş filan. Klasik bir Mehmet Baransu haberiydi. Haberi yapış biçimleri savunmaları, o sonsuz kibir. Tam bir gazetecilik faciasıydı. Aramaları ben yaptığım için suç duyurusu yapıldı hakkımda, beş yıl filan soruşturması sürdü. İşte Taraf’ın, iyice gemi azıya aldığı zamanlar… Yeni Türkiye’nin önceki versiyonlarından biri…

DÜNYANIN EN ROMANTİK YERLERİNE ERDİL’LE GİDİYORUZ!

Motorsiklet manyaklığı ne münasebet?
– Manyaklığım hem motora hem de arkadaşlara aslında. Motosiklet arkadaşlarımla yaptığımız seyahatlere. Durup dururken gitmeyeceğiniz yerlere toplanıp motora binmeye gidiyorsun. Namibya’nın çölü, Mozambik’in gölü, Karadağ’ın ormanı… Ne işin var normalde? Bir de iki sezon motosikletle program yaptım televizyona. 2011’de bir gecede NTV’nin yayın formatı değişti. Bütün siyasi programları ekrandan kaldırdılar. Seçim öncesindeki siyasi baskıyla başa çıkamadıkları için. Benim program da bir gecede bitiverdi. Sonra “Ben bir seyahat programı yapayım bari” dedim. Tabii seyahat programıydı ama Hatay’daki kamplardaki İslamcı Suriyeli savaşçıları da çektim, yıkılan heykelleri de konu ettim, düşürülen uçak enkazlarına da gittim, HES’leri de, bilumum çevre hoyratlığını da… Yani motosikletin arkasına sığınıp tatlı tatlı işimi yaptım, en sevdiğim en çok izlenen işlerimden biri o oldu…

Erdil Yaşaroğlu’yla birlikte ne tür çılgınlıklar yapıyorsunuz?
– Pek çılgınlık yapmıyoruz! Birbirimizin en hızlı zamanlarını ıskaladık çünkü, biraz geç tanıştık. Bizi en çok yakınlaştıran, motosiklet seyahatleri. “Ulan, dünyanın en romantik yerlerine seninle gidiyoruz. Yetmezmiş gibi bir de aynı odada kalıyoruz!” diye dalga geçiyor…

UÇAK DÜŞERSE ÇOCUKLAR N’OLACAK?

“Artık iki çocuğum var, daha dikkatli olmak zorundayım!” diyor musun?
– Bak, bu delice bir şey. Sen de bilirsin. Şöyle bir şey olmaya başladı. Şimdi bizim üç çocuğumuz var ya, son zamanlarda Tuba’yla (Ünsal, eşi) baş başa seyahat için her uçağa bindiğimizde şunu düşünüyorum, “Uçak düşerse çocuklar n’lacak? Leyla’nın annesi var, o tamam… Sare’nin babası var, o da tamam… Peki ya Civan? Acaba Leyla’nın annesi mi alsa, teyzesi mi büyütür, büyükannelere mi gitse?” İşte o zaman biraz nefesim daralıyor…

TAM ZAMANLI BABA

İşsiz kalınca, “Tam zamanlı babayım” dedin. Tuba da, senin sıkı bir baba olduğu anlatmıştı. Öyle misin gerçekten?
– Tutulması gereken her köşeyi tutmaya çalışıyorum, öyle diyeyim. Beslenmeden okul hayatlarına, uyku düzenlerinden sosyal yaşama kadar. Bir de bizde trafik karışık. Biri annesinden geliyor, diğeri babasına gidiyor. Gittiler, geldiler, okul, gösteri, resim, müzik, eve gelen ablalar derken, birinin trafik polisliği yapması gerekiyor. Tuba’yla el ele götürüyoruz.

Ne kadar düşkünsün çocuklarına?
– Çoook. Sevgi, sorumluluk, vicdan azabı… Bu paket standart geliyor herkese sanırım. Her ana baba ne yapıyorsa, onu yapıyorum herhalde…

EN BÜYÜK MESELE TRAFİĞİ DÜZENLEMEK

Siz Tuba’yla yepyeni bir aile modeli oluşturdunuz… İkinizin de başkalarından çocukları var, bir de ortak çocuğunuz var. Çok da mutlu görünüyorsunuz. Peki ne tür sorular yaşanıyor?
– En büyük mesele, trafiği düzenlemek. Gidiş gelişler… Sonrasında da birbirleriyle geçinmeleri. Ama o kısmı atlattık. Kızlar çok iyi arkadaş oldular, her faaliyette önce biri, diğerini soruyor. Şu ara Civan’la başımız dertte. Dünyanın en sevimli haydutu oldu!

Kızlar, oğlanı en şanslı mı buluyor?
– Bir keresinde öyle dediler, evet. “Civan, ne şanslı hep aynı evde kalıyor…” Bunu dediler ama gidip gelmekten de hiç şikayet etmiyorlar. Sare’nin babasında, Leyla’nın da bize geldiği zaman müthiş karakteri değişiyor, fark ediyoruz. Acayip munis ve uysal oluyorlar. Annelerine çıkardıkları zorlukların hiçbirini babalardayken çıkarmıyorlar!

BU HAYAT, BU ÇOCUKLAR, BU EŞ BENİM!
Ekşi Sözlük’e göre, siz Beckham ailesi gibiymişsiniz. Güzelsiniz, medyatiksiniz, insanlar hayatınızı merak ediyor, karın çok güzel, önde ve gözde… Bunlar seni rahatsız ediyor mu?
– “Roma’ya gidince Romalı gibi yaşanır!” diye bir söz var. Bu hayat, bu çocuklar, bu eş benim… Hayatta bir tercih yapınca, o başka tercihleri de yanında getiriyor. Şikâyet etiğim hiçbir şey yok hayatımla ilgili…

Nasıl bir hayat istiyorsun gelecekte?
– Mesleğime yeniden kavuşmak istiyorum. Bu koşullar beni işsiz değil, mesleksiz bıraktı çünkü. İşsiz olmak; teorik olarak bildiğin işi başka bir yerde yapabilme ihtimalinin olması demek. Bugün bu ihtimal yok. Gerçi bu koşullarda yapmak istiyor muyum? Sanmam. Aslında aynı anda siyasetten de uzak kalmak istiyorum. İkisi birden nasıl olacak, bilmiyorum…

Yorum Bırak