ZÜLFÜ Livaneli adına Çankaya Belediyesi bir kültür merkezi açtı. Bence müthiş bir şey! Hayatını kültüre adamış birine yapılacak en iyi jest. Hem Çankaya Belediyesi’ni kutluyorum hem de Zülfü Livaneli’yi.
O benim çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir büyüğüm. Aydın ve entelektüel kimliğinin yanında, müthiş bir insani zarafeti ve inceliği var. Cesur ve ilkeli. Hiç eğilip bükülmedi, hiçbir dönem birilerinin adamı olmadı, o hep bir “ada” olarak kendi başına durdu. Hep üretti, hep yeni şeyler söyledi, hep toplumu dönüştürdü. Ben ondan hep feyzaldım, yaptıklarından, yazdıklarından, söylediklerinden. Bana umut aşıladı… İyi ki var bu ülkede Zülfü Livaneli...
Adınızın bir kültür merkezine verilmesi nasıl bir duygu?
– Harika! Çünkü her şeyden önce bir kültür merkezi! İçinde sergi ve konferans salonları, dans, müzik, film ve edebiyat atölyeleri var. Genç kuşakların sanat ve kültürle buluşmasına katkı sağlayacak bir sanat yuvası. Ayrıca modern ve estetik açıdan da güzel bir yapı. Bunlar sevindirmez mi insanı?
Sokağa değil, caddeye değil, semte değil, havaalanına değil, kültür merkezine… Daha mı farklı hissediyor insan?
– Evet, çünkü benim işim kültür! Bütün hayatımı kültüre adadım! Çankaya’nın genç belediye başkanı Alper Taşdelen’i sevgiyle bir kez daha anmak isterim. Sadece benim adıma yaptığı bu bina için değil, Çankaya’da açtığı Yaşar Kemal Parkı, Tarık Akan Parkı ve diğer sanatçılarımızın, yazarlarımızın adlarını yaşatacak çok sayıda projeye imza attığı için…
GÖSTERMEM AMA SULUGÖZÜMDÜR
Siz bir sürü ödül aldınız bugüne kadar, bu aldığınız en etkileyici ödüllerden biri miydi?
– Valla öyle. Ben Ankara’da büyüdüm, o şehirde okudum, evlendim, kızım doğdu, annemi-babamı o şehirde kaybettim, askeri cezaevinde yattım, darbelerden dolayı acı çektim, arkadaşlarım öldürüldü, sonra aynı şehirde Meclis’te bulundum ama hiçbir zaman aklıma beni böyle onurlandıracakları gelmedi. İtiraf edeyim, şaşırdım…
Kolay ağlar mısınız?
– Evet, sulugözümdür çok. Göstermemeye çalışırım ama öyle…
O gün de ağladınız mı?
– Hayır. Çünkü şöyle bir duygu içindeyim: Sanki bu yapı benim için değil de bu ülkede, halktan yana olan, eğilmeyen, bükülmeyen, ölü ya da sağ bütün sanat ve kültür adamları adına yapılmış gibi geldi. İşin gerçeği de bu aslında. Beni yetiştiren ustalarımın ve genç kardeşlerimin de merkezi bu. Çünkü adımız, bu ülkedeki bir tavrı, bir tutumu işaret ediyor. Dolayısıyla, tek başıma ödüllendirilmiş gibi bir duygu yok içimde…
ÖFKE NÖBETLERİNE KAPILMAMAK GEREKİYOR
Herkes sizi seviyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
– Herkes demeyelim Ayşecim, nefret edenler de var, kızanlar da. Yanlış anlayanlar, kategorize edenler de. Taze bir örnek vereyim: 16 Eylül’de kültür merkezi açıldığı gün, Menderes ve arkadaşlarının idam edilişlerinin yıldönümüydü. Bu idamların ne kadar barbarca bir hata ve zulüm olduğunu belirten bir mesaj paylaştım. Beni iyi tanımayan bazıları şaşırdı, bazıları da tepki gösterdi. Oysa, bunlar benim yıllardır yazdığım düşünceler. Ülkemin insanlarını ondan-bundan diye ayırmam, ilkeler bazında bakarım. Eğer idam cezasına karşıysam, Denizler için ağıt yakıyorsam, aynı siyasi görüşü paylaşmadığım, eleştirdiğim Menderes’ler için de aynı tutumu benimserim. Tutarlılık bunu gerektirir. Kürt yurttaşlarımıza yapılan zulme karşı çıkarım ama şehitlerimizin ve terörün katlettiği öğretmenlerimizin, genç kızlarımızın ağıdını da yakarım. Çünkü içim yanar! Bu kadar kutuplaşmış bir ülkede öfke nöbetlerine kapılamamak gerekiyor. Hepimiz Türkiye’yiz ve hayatı birbirimize cehennem etmenin âlemi yok!
ŞAİRLERİMİZİ BİRBİRLERİYLE DÖVÜŞTÜRMEYİZ!
Genelde biz, aydınlarımızın kıymetini yaşarken bilmeyiz… Mesela kimleri hak ettiği yere koymadık?
– Halk kendisine yakın olan aydını bilir, seçer ve yaşatır. Bu bakımdan bir sıkıntı yok. Ama eğer devlet açısından soruyorsan, evet, bu ülkede namuslu aydınlar yüzyıllardan beri ağır baskılar altında. Memleket hasretiyle ölen, gurbette yatan Nâzım Hikmet’i, mezarı bile olmayan Sabahattin Ali’yi, erken yaşta kalbi dayanmayan Orhan Kemal’i ve daha yüzlerce büyük insanımızı anmadan geçemeyeceğim. Bizde bütün yönetimler, kültürden ve sanattan korkar. Goebbels’in bir sözü vardır: ‘’Kültür sözünü duyduğum zaman elim tabancama gider!’’ diye. Aynı durum bizde de mevcut!
Neden?
– Çünkü kültür ve sanat bizde, Batı ülkelerinden daha fazla dönüştürücü güce sahip de ondan! Batı toplumları, bilimsel ve felsefi kitaplarla dönüşür. Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Hegel, Karl Marx, David Hume, Hobbes, Adam Smith, Alexis de Toqueville gibi düşünürlerin yazdığı kitaplar rejimleri değiştirir. Bizde ise felsefe ve eleştirel bilim geleneği olmadığı için, bu rolü şairler ve yazarlar üstlenir. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Tevfik Fikret ve Namık Kemal şiirleriyle heyecanlanıp, ülkeyi dönüştürecek adımları attı. Cumhuriyet dönemi şiiri de vatan ve istiklal coşkusunu yaşatır. Daha sonra solcu şairler ve yazarlar gelir. Bu ülkedeki sol tabanı, Nâzım Hikmet’ler, Yaşar Kemal’ler, Sabahattin Ali’ler oluşturmuştur, düşünce kitapları değil. Geçenlerde Erdoğan, ülkedeki kültürel hâkimiyeti ele geçirememiş olduklarından yakınıyordu. Kastettiği şey tam da buydu. Şimdi o kesim, büyük bir çabayla, Necip Fazıl gibi isimleri yaygınlaştırmaya ve sol kültür adamlarının izlerini silmeye çalışıyor ama bence gereksiz bir çaba bu. Necip Fazıl’ın şiirlerini de severiz biz. Şairlerimizi birbiriyle dövüştürmeyiz!
BİZDE UÇURUMUN KENARINDA FRENE BASMA HUYU VARDIR!
Siz hep umut verdiniz. Hâlâ insanlara umut aşılayacak durumda mısınız?
– Elbette! İnsan tükenmeden umut tükenmez! Hele bu ülkede hiç tükenmez. Çünkü bırakın toplumları, hiçbir canlı organizma kendisini bile bile yok etmez! Bizim toplumumuzun, yumurta kapıya gelene kadar kıpırdamama, ama son anda uçurumun kenarında frene basma huyu vardır! Bu toplum mutlaka ileriye ve daha güzel günlere gidecek. Bunları söylediğim zaman sabırsızlık gösterip, ‘’Ne zaman Allah aşkına, ne zaman?’’ diye soruyorlar bana. Bütün sorun, ülkenin ömrüyle bizim ömrümüz arasındaki orantısızlıktan kaynaklanıyor. Kısacık ömrümüzde bir şeylerin düzeldiğini görmek istiyoruz ama ülkelerin ömrü çok uzun. Parantezler açılır, kapanır ama bu toplum, bir balığın sudan çıkınca yaşayamayacağını sezmesi gibi, kurtuluşunun laik, çağdaş bir toplumda olduğunu bilir…