“Nefessiz kalabilirim ama telefonsuz asla!” cümlesini okuduğumda yere düşecektim.
Bu kadar mı doğru bir tespit olur diye!
Hepimiz cep manyağı olduk çıktık!
Telefonum olmadan asla!
Erişim yoksa biz de yokuz!
O Instagram’a bakamazsak kurdeşen döküyoruz.
İlle de bakacağız. Uyanır uyanmaz, gün boyu ve yatarken.
Kariyer yapmak, işte başarılı olmak, terfi almak, çok para kazanmak ve iyi yaşamak hayatımızın en önemli gayesi…
İyi yaşamaktan kasıt da metropolde, kalem eteğimizle, kafası kesik bir tavuk gibi oradan oraya koşmak, sabahın köründe spora gitmek, yumurta beyazıyla yapılmış omlet yemek, salataya abone olmak, Omega 3-6-9 peşine düşmek, pilates ve yoga saatlerini ayarlamak, serbest gezen tavuk kovalamak, organik beslenmek, gerekirse çim suyu bile içmek…
İşte Şebnem Burcuoğlu bize yaşadıklarımızı anlatarak ayna tutuyor.
Çok eğlenceli bir kitap, yine yapmış yapacağını, çok sıkı tespitler var. Tebrik ediyorum. Bakın buraya yazıyorum, üç vakte kadar bu romanın da filmi çekilir…
Fotoğraflar: Fethi Karaduman
Oleeeeey! Yeni bir roman daha: ‘Çevrimdışı Aşk’. Tebrik ediyorum. Yine kalpten yazmışsın. Su gibi akıyor, insanı güldürüyor, güldürürken insanın kendisini sorgulamasına da sebep oluyor…
– Yaşasın! Çok sevindim beğenmene, çok teşekkür ederim.
Metropollerdeki ‘modern yaşam’ın bire bir gözlemi bu roman. ‘Nefessiz kalabilirim ama telefonsuz asla!’ jenerasyonunun haleti ruhiyesi! Başlıyorum sormaya… Nereden esti bu romanı yazmak?
– Son dönemde etrafımda dönen tek muhabbet şuydu: “İstanbul bastı, iş hayatı, ilişkileri, her şeyi yüzeysel olmaya başladı. N’apsak ya? Yerleşsek mi Datça’ya, Bodrum’a, Urla’ya…” Ne yalan söyleyeyim, ben de aynı şeyleri geçiriyordum aklımdan. Nefes alacak, sakince yazı yazacak bir yer bulamıyordum bazen İstanbul’da. Yeşillik arıyordum, müziğin son ses açılmadığı sakin bir yer arıyordum. Bir de hayat pahalılığı var tabii…
ÖZÜMÜZE DÖNMEYE ÖZLEM DUYUYORUZ
Yazdıkların senin de yaşadıkların mı, yoksa sadece dışarıdan tespit ettiğin gözlemler mi?
– Tabii ki yaşadığım şeyler. Bu, “Hadi Ege’de bir sahil kasabasına yerleşelim!” konusu ne zaman açılsa, önce mutlaka bir sosyal medya olayına değiniliyor. Diyoruz ki “İlişkilerimizde de huzurlu değiliz. Esas bu sosyal medya bıktırdı bizi! İki sevgili koltukta yan yana otururken, ‘dm’den başka birileriyle yazışıp birbirlerini aldatabilir. Dürüstlük, doğallık, sahicilik kayboldu!” Ancak şikâyet etmemize rağmen milleti ‘stalk’lamaktan da kendimizi alamıyoruz! Ne onunla ne onsuz durumu! Bir yandan, telefonumuz elimize zamkla yapışmış halde, bol filtreli bir dünyada yaşıyoruz, diğer yandan içimizdeki saf çocuğu idare etmeye çalışıyoruz. İşte son dönemde, o saf çocuk daha baskın çıkmaya başladı. Ben ‘doğal yaşam trendi’nin sadece bir trend olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten özlem duyuyoruz özümüze dönmeye, saflığa, içimizden geldiği gibi yaşamaya…
Bence de! Kahramanın ‘Kumru’ ve babaannesini anlatsana biraz…
– Kumru, 33 yaşında, kurumsal hayatta canını dişine takmış, zirveye oynayan genç bir kadın. Üst düzey yönetici olup da çok para kazanınca çok mutlu olacağına inanmış veya inandırılmış. Keşke mutluluk, para ve kariyerle doğru orantılı olsaydı! Ne yazık ki değil! Kariyer, ‘mış’ gibi yapmak durumunda kaldığın ve kendi kişiliğinden ödün verdiğin bir hayat. Cesur bir tercih ama günün sonunda, “Ben hikâyemin en başında kimdim? Gerçekten ne istiyordum?” diye sordurtuyor insana. Kumru’nun babaannesiyse çevresi tarafından ‘Toprak Ana’ olarak tanınan bir kadın. Torunu Kumru’nun kaybolmuşluğunu taa Datça’dan hissediyor ve onu ait olduğu topraklara çekmek istiyor.
KİMSE KUSURA BAKMASIN! KENDİMİ DEĞİŞTİREMEM…
Bu şehir hayatı bizi öldürüyor mu? Kendimize yabancılaştırıyor mu?
– Bencilleştirdiği kesin! Tamam, büyük şehirde yalnız başına yaşayan birinin etrafında, bir tam gününü dolduracak sonsuz aktivite, sürü sepet insan var ama bence hepsi günü kurtarmak için! Her Allah’ın günü, dışarıda yemek yiyen, aktivite peşinde koşan, her gece çıkan, evine girmek istemeyen arkadaşım var benim. Dışarıda eğlenmeye bayılıyor gibi gözükse de içinde mutlu olduğunu sanmıyorum. Kızlar düzgün erkek; erkekler de düzgün kız arıyor. Peki biz niye buluşamıyoruz? Çünkü kimse ne istediğinden emin değil. Ne bu şehrin bize sunduklarından vazgeçmek istiyoruz ne de birinin sorumluluğunu almak! Kendi adıma konuşayım, bundan acayip sıkıldım. Bence hayat en doğal halimizle birbirimizi kabul edip sevdiğimiz insanla güzel. Ve işin kötü yanı böyle bir insanın var olabileceğine inanmamaya başladık. Halbuki olay bizim inanmamızla başlıyor. Mantık olarak biz varsak, bizden bir tane daha olmalı…
30’lu yaşlarında kariyer odaklı, hiçbir şeye vakti olmayan, sabahları üç yumurta beyazıyla yapılmış omlet, bir dilim ananas ve dört badem yiyen, yarım yağlıdan laktozsuza, ondan soya sütüne geçen, yoga yapan, balıkta lezzetten çok, Omega 3-6-9 arayan prototip kadının hayatını anlatır mısın bize?
– Bendim o! Kalem etekli Şebnem. 10 yıl kurumsal hayatta çalıştım. Kaç gece ofiste sabahladığımı bilirim. Bir de burcum Oğlak, yükselenim Oğlak, “Kariyer yapacağım” diye kafayı kırmıştım. Sabah sporumu bir gün olsun aksatmazdım. Bundan dört yıl önce organik beslenme konusu bu kadar popüler değildi ama olsaydı onu da uygulardım. Kinoaysa kinoa, yogaysa yoga. Son dört yıldır kitap yazıyorum, hayatım 180 derece değişti. Yazarlık mesleğinin dinamiklerine alışmak bana kurumsal hayattan daha zor geldi. Kafamı ancak toparlıyorum. Daha bireysel ve asosyal bir iş. Tamam, spor hâlâ olmazsa olmazım, beslenmemde bazı şeylere dikkat ediyorum ama yalan söylemeyeceğim, canım ne isterse onu yiyorum! Kimse kusura bakmasın, biri “Şu vücut tipi ideal” ya da “Şöyle yaşamalısın” dediği için kendimi değiştiremem. Bizde göbek var. Irsi.
ÇİM SUYU İÇMİŞLİĞİM VAR, DAHA NE OLSUN!
Eskiden kinoa, chia ve goji berry mi vardı?
– Evet ya. Bir yıl, “Domates yiyin, kan dolaşımını düzenliyor” diyorlar, ertesi yıl “Sakın domates yemeyin, tansiyonu düşürüyor.” Bunu kim diyor, o da belli değil. Çim suyu içmişliğim var, daha ne olsun! Annelerimiz, babalarımız siyanürle besleniyordu sanki! Dünyanın en güzel mutfağı bizim. Şehriyeli pilavla arama kimse giremez…
Peki kitaptakiler bütün metropoller için geçerli mi?
– Elbette! İstanbul’u çıkar, New York koy, Londra koy… Arkadaşlık siteleri, kulüpler, aktiviteler, aplikasyonlar… Bunların sayısı arttıkça, bil ki yalnızlık da artıyor. O yüzden bence dünyanın her yerinde durum aynı!
FOTOĞRAF ÇEKMEKTEN ANI YAŞAYAMIYORUZ!
Kitapta Instagram da epey yer tutuyor…
– Evet çünkü biriyle daha yüz yüze tanışmadan Instagram profiline girip, insan analizi yapıyor ve üç dakika içinde bu işin olup olmayacağına karar veriyoruz. Ötesi var mı? Hayatımız Instagram! Direkt mesajdan yürüyerek bir ilişki başlatıp, yine direkt mesajdan bir başkasına daha yürüdüğümüz için bir ilişkiyi bitirebiliyoruz. Sabah kalkar kalkmaz ilk, gece yatmadan önce son işimiz Instagram’a bakmak…
Gıcık mısın sen Instagram’a?
– Değilim! Sadece hafiften kaşındırmaya başladı! Sanki kendiminkiler de dahil olmak üzere hepimiz aynı fotoğrafları paylaşıyormuşuz gibi geliyor. Daha az paylaşım yapmak geliyor içimden…
Kaç like aldığın umurunda mı?
– İlk zamanlar umurumdaydı. Şimdi Instagram’a verdiğim önem de orada geçirdiğim zaman da azaldığından, çok da önemsemiyorum.
Şu tespit harika: “Olduğundan mutlu, zengin, zayıf görünüyor herkes Instagram’da!”
– Öyle değil mi ama? Kendimi bildim bileli fotoğraf çekmeyi severim. Instagram ilk çıktığında, fotoğraf aşkım iyice coşmuştu ama şimdi gerçeklikten uzaklaştığımızı düşünüyorum. Fotoğraf çekmekten anı yaşayamıyoruz. Oraya koyduğumuz mükemmel karelerde tam anlamıyla biz değiliz, çünkü hiçbirimiz mükemmel değiliz!
Her şeyin sahiciliğini sorgular haldeyiz di mi?
– Evet. Instagram’daki takipçi sayısını bile! Düşünsene, millet takipçi satın alıyor, inanılmaz bir şey. Fakat nasıl ki Instagram hayatımızın bir parçası, orada da bir işkolunun yeşermesi normal. Ancak önemli olan, ne iş yaparsak yapalım, altyapımızı oluşturmamız, kendimize yatırım yapmamız.
Hayatın her anının Instagram’a konulması, bazen de izinsiz… Kumru’un yaptığı gibi… Nasıl bir hastalık?
– Hele ki Insta Hikâyeler, Snap’ler… Belki sen başka birinin çekiminde gözükmek istemiyorsun ama arkada kabak gibi çıkıyorsun.
Çapkınlık yaparken yakalanan bile var!
Yolumuzu mu kaybettik?
– Tarihe baktığımız zaman her dönemin insanında bir yolunu kaybetmişlik durumu mevcut. Bir şey kaybolmuşsa, eninde sonunda bulunur! Sadece bizim metodumuz onlarınkinden farklı olacak…
ŞEHİR HAYATINDA HER ŞEYİN KOLAYINA KAÇMAYA ALIŞMIŞIZ
Niye mesela Selimiye değil de Datça kitaptaki yer? Özel bir sebebi var mı?
– Yazmaya başlamadan önce doğru yeri bulmak için bir hayli gezdim. “Uçaktan in, 20 dakikaya orada ol” kafasından uzak bir yer arıyordum açıkçası. Çünkü şehir hayatında, her şeyin kolayına kaçmaya alışmışız biz. Süpermarket alışverişimiz dahil olmak üzere online takılıyoruz! Parasını verip taşıtmaya, tamir ettirmeye meyilliyiz. Kitapta yazdığım gibi, bir rivayete göre, bir zamanlar korsanlar cüzamlı hastaları bırakacak ücra bir köşe ararken Datça yarımadasını bulmuş ve onları ölüme terk etmiş. İki yıl sonra tekrar Datça’ya geldiklerinde bir de bakmışlar hastalar sapasağlam! O yüzden denir ki, Datça’nın mucizevi bir havası var. Ben de aynen böyle mucizevi bir yer istemiştim.
Bakkalların azalması seni hüzünlendiriyor mu?
– Hem nasıl! “Numune” diyeceksin ama ben online alışveriş yapmıyorum! Konser biletimi, ilk insan gibi gişede sıraya girerek alıyor, sadece bakkal ve manavdan alışveriş yapıyorum. Bu konuda çok hassasım.
Kumru’nun finaliyle senin hayal ettiğin final çakışıyor mu? Senin de kendin için kurduğun gelecek hayali bu mu?
– Ben gelişmeleri akışına bıraktım Ayşecim…
‘Çevrimdışı aşk’, yani ‘organik aşk’ mümkün mü?
– Açıkçası yazarken acayip hoşuma gitti. Naifliğini kaybetmemiş, tertemiz duygularla bana yaklaşan bir insan olsa… Ah, ah… Keşke…
ÖNEMLİ OLAN HUZUR
Ben “Duralım” demiyorum. Hayır, durmayalım. Hep yeniliklere uyum sağlamaya çalışalım, okuyalım, öğrenelim, gelişelim, üretelim. Ama tüm güzellikler ille de büyük şehirde yaşanacak diye bir şey yok ki! Bir köyde de durmayarak, çalışarak güzel bir hayat kurabilir insan. Önemli olan kendini huzurlu hissetmesi…
PUROM ŞEKİL, ÖNÜMDEN ÇEKİL!
Bu iki beden küçük gömlek giyen, gömleğinde başharfleri işli, çorapsız ayakkabı tutkunu, ağızlarından purosunu eksik etmeyen adamlar ‘sahici’ değil mi? Nedir sorun? İnsanlar artık ‘sahici aşklar’ yaşayamıyor mu?
– Purom şekil, önümden çekil! Sosyal medya sağ olsun, şeklen ideal kadın ve erkeğin peşindeyiz… Öyle biri yok aslında! Neden ilişkilerimizde ilk birkaç ay mükemmel geçtikten sonra, karşı taraf bir sabah ansızın “Günaydın” mesajı atmayı bırakıverip, ortadan toz oluyor? İlk başta en mükemmel halimizi gösteriyoruz karşımızdakine çünkü! Sonrasında, biz de kusurlarımızla insanız. Ama kimse kusurları görmek de göstermek de istemiyor…
Kullandığımız dil bile artık bize yabancı mı?
– Kurumsal hayata, tıfıl bir stajyer olarak başladığım ilk gün, iki Türk departman yöneticisinin asansörde, kendi aralarında İngilizce konuşmalarına şahit olmuştum! Öğle yemeği için nereye gideceklerini tartışıyorlardı! O zaman anlam verememiştim. Halen de veremiyorum. Hadi birkaç kelime neyse de yurtdışında doğmadığın ya da uzun yıllar yaşamadığın sürece bu kelimeler nasıl anadilinin önüne geçer, enteresan yani…
İstanbul’da yaşayan ve sürekli başka bir yere yerleşmeyi hayal eden 30 yaş jenerasyonu ne kadar mutsuz?
– Sadece 30’lu yaşlarda değil, bence dünyada genel bir mutsuzluk var. Geçenlerde üniversiteye giden öğrenciler arasında yapılan bir ankette “Gelecekten beklentiniz ne?” sorusuna, çoğunluğun verdiği cevabın “Mutlu olmak” olduğunu okudum. İnanılmaz üzüldüm. Böyle bir hayal nasıl olabilir? Mutluluk, bizim gelecek planımız değil, hayata bakış açımız olmalı…
HAFİFLETİLMİŞ YAZIYORUM, ÇOK DAHA FAZLASINI YAŞIYORUZ
’Kumru’, babaannesinin cenazesine gittiği için işten atılıyor, çünkü o gün çok önemli bir toplantı var. O toplantıdan sonra terfi edilmeyi bekliyor, genel müdür yardımcısı olacak. Olmamakla kalmıyor, işten de atılıyor… İş ilişkileri gerçekten bu kadar sefil mi?
– Valla öyle! Ortalık feci. Hangimiz işten kovulmadık ki çılgınlar gibi? Yani şahsen ben, iki kere kovuldum! Elime verdiler mukavva kutuyu, bir güvenlik görevlisi eşliğinde, salya sümük binadan çıkarıldım. İşte öyle bir şey…
Kitabı yazarken abarttın mı? Yoksa artık bu kadar acımasız mıyız?
– Aksine Ayşecim. Hafifletilmiş yazıyorum. Esas acımasızlık, günahsız insanların arkasından dedikodu yapanlarda, sosyal medyada yazılan nefret dolu sözlerde. Hele ki dikkat çekmek için bu tarz yorumlar yapılıyor ya, içim acıyor. Abartmadım yani! Çok daha fazlasını yaşıyoruz…
KEŞKE SEVDİĞİM ADAM SOSYAL MEDYADA OLMASA!
Telefonundan en fazla kaç saat uzak kalabiliyorsun?
– Bazen evden çıkarken almıyorum yanıma. Tavsiye ederim vallahi.
Tanınmış moda tasarımcısı Hüseyin Çağlayan’ın da, kahramanın Mehmet gibi dijital dünyayla alakası yok. Beni çok etkiliyor. Hayret de ediyorum. Bu, olabilecek şey mi?
– Ben de onu düşündüm biliyor musun? Mesela diyorum ki “Keşke sevdiğim adam sosyal medyada olmasa” ama karşıma öyle biri çıksa bu sefer de diyeceğim ki, “Bunda ne sorun var?” Ne istediğimi ben de bilmiyorum sanırım!
SU AKAR, YOLUNU BULUR!
Kitapta vardığın yargı, “Başka bir hayat mümkün, dijital hayatlara mahkûm değiliz, herkes, çevrimdışı, organik bir hayat ve aşk yaşayabilir…” mi?
– Arkadaşlarımla Nişantaşı’nda bir kafede espresso’larımızı yudumlarken, “Keşke bir köye yerleşip organik yaşasak!” diye gelişigüzel sallıyorduk ama o köylere yerleşen şehirlilerin yaşamını bizzat gördükten sonra dedim ki “Vay be, çok cesur bir kararmış bu!” Gidenlerin bir kısmı ayağının tozuyla geri dönüyor. Kalıcı olmak için oranın florasına uymak ve bir aktivite edinmek şart. Ama hepsinden önemlisi kafa yapını değiştirebilmen gerekiyor! Çünkü şehir hayatından tamamen farklı olarak, her işini kendin gördüğün, yeri geldiğinde azla yetindiğin, giyim kuşam gibi bir zamanlar senin için elzem olan şeylerin öneminin olmadığı bir durum söz konusu. Yani bence herkese göre değil.
Organik aşk peki?
– Bu aşk, karşımıza ille de o güzel köylerden birinde çıkacak değil! Telefondan başımızı kaldırıp karşımızdakine konsantre olduğumuz, onun sevincini ve burukluğunu paylaştığımız, net ve yapmacıksız bir halde kalbimizi, kendimizi açtığımız zaman organik bir aşkın tohumlarını bir şehrin göbeğinde de atabiliriz bence! Belki burada zaman alır. Ama olabileceğine inanıyorum…
Âşık mısın şu anda?
– Organik bir aşk istiyorum Ayşeeeee! Var mı organik bir tanıdığın?
Organik aşk istiyoruz… Köyde yaşamak istiyoruz… Ama köyde birlikte yaşayacağımız üzümcünün de Robert Kolej üstüne London School of Economics mezunu olmasını istiyoruz! Sence biz ne istediğimizi biliyor muyuz?
– (Gülüyor) Sanıyoruz ki A4 üzerindeki özgeçmişlerimiz denk olunca, hayat bayram oluyor! Tamam, hepimizin kriterleri var ama bazen de olayı abartıp kratere dönüştürüyoruz! Ben şuna inanıyorum artık, bir şeyi zorlamayacaksın. Su akaaar, yolunu buluuur…