Murat Bardakçı’nın kitaplarını çok seviyorum.
Biliyorum ki deli gibi bir titizlikle çalışıyor, ayrıntıları atlamamak için özel bir gayret sarf ediyor, biyografileri roman tadında yazıyor.
Bu sefer de ilklerin kadınını yazmış!
Safiye Ayla’yı yazmış.
20. yüzyılın ilk senelerinde, Akdeniz’den dört güçlü kadın sesi çıktı: Mısır’dan Ümmü Gülsüm… Fransa’dan Edith Piaf… Portekiz’den Amalia Rodrigues…
Ve Türkiye’den Safiye Ayla…
İşte Murat Bardakçı bize, 1900’lerin başında, bilinmeyen bir yerde dünyaya gelen, kimsesizler yurdunda yetişen, yokluk içerisinde geçen senelerin ardından inanılmaz bir şöhrete ve servete ulaşan Safiye Ayla’nın hayatını anlatıyor.
Hüzünlü ve renkli. Uçuk ve ciddi. Müthiş bir kadın. Gerçek bir bohem. Cesur, kafasına göre takılıyor, kimseyi iplemiyor, sevgililerini gizlemiyor. Zamanın meşhur bir solcu gazetecisiyle uzun bir aşk yaşıyor. “Hayatınıza renkli, doğru, öfkeli bir gazeteci sokmadıysanız yazık olmuş size!” gibi baba bir laf da ediyor. Sonraki senelerde Türkiye İşçi Partisi’ni destekliyor. Hayatı boyuncu isyankâr ve solcu.
Nâzım Hikmet, Halikarnas Balıkçısı ve Kemal Tahir, yakın arkadaşları. Erkekler onun için birbirine giriyor. Hiç de söylendiği gibi çirkin değil.
Aksine, gizemli bir Afrika güzeli. Zeki, komik, matrak, uçuk ve olağanüstü bir sese sahip. Safiye Ayla’nın özel evrakına dayanılarak yazılan bu kitap okunur. Murat Bardakçı da, bu titiz çalışmasından ötürü kutlanır!
’Fotoğraf: Emre Yunusoğlu
Yine yaptın yapacağını! ‘Naciye’den sonra ‘Safiye’yle karşımızdasın. İki yılda bir, tarihi bir inceleme patlatıyorsun, roman tadında yazıyorsun. Safiye Ayla’yı yazmanın sebebi ne? Özel bir hayranlığın mı var, yoksa Safiye yazılmayı hak mı ediyordu?
– İkisi de… Ama en çok şu: Evrakları bana geldi, yazmak farz oldu!
Niye sana geldi?
– Safiye Hanım, her şeyini Türk Eğitim Vakfı’na bağışlamış. 14 Ocak 1998’de vefat edince, vakıf evi gidip mühürlüyor. Vasiyetini harfiyen yerine getiriyorlar ama evde kâğıt namına ne varsa çöpe atıyorlar. Olacak şey değil! Çünkü sadece Safiye Ayla değil, kocası Şerif Muhiddin de çok önemli biri. Mekke Emiri’nin oğlu. Bütün evraklar çöpe gidiyor, oradan da kâğıtçılara…
İKİ SAFİYE VARDI; BİRİ UÇUK, DİĞERİ ENTELEKTÜEL
Kâğıtçılardan da sana geldi öyle mi?
– Aynen öyle! Beni arayıp, “İlgilenir misiniz?” diye sordular. Bir servete mal oldu ama Safiye’ye değer.
‘Naciye’, ‘Safiye’… Müthiş karakterler ama sen onları gündeme getirmesen, tarihin çatlakları arasında kaybolup gidecekler! Bunu kendine vazife mi addediyorsun?
– Benim hiç öyle bir misyon takıntım yok. Nefret ederim. Ben keyif aldığım için yazıyorum. Eski belge seviyorum, araştırmayı seviyorum. Safiye Hanım’ı da çok severdim. Çok beraber olduk. Bir daha öyle ses, gökyüzüne gelmez! 98’deki vefatına kadar Türkiye’nin tek gerçek ‘diva’sıydı. ‘Diva’ deyince işin içine üslup girer, ses girer, müzikalite girer, müzisyenlik girer. Safiye Hanım başka bir şeydi. Onunla kıyaslayabileceğim bir kadın müzisyen yok.
Erkek?
– Münir Nurettin. İkisinin de sanatına diyecek bir şey yok. Ama şöyle bir fark var: Münir Bey ciddi bir insandı, Safiye Hanım ise hem çok uçuktu hem çok ciddi. Yani iki Safiye vardı. Biri mini etekle konser veren, her türlü uçukluğu yapan çılgın Safiye. Diğeri ise özel meclislerde, İstanbul Türkçesinin şahikasını konuşan, entelektüel Safiye!
ÇİRKİN DEĞİL, AFRİKALILARA ÖZGÜ BİR GÜZELLİĞİ VAR
Biz onu müthiş sesli ama çirkin, perde arkasından Atatürk’e şarkı söyleyen kadın olarak tanıdık.
– O çok fena bir yalan! Bir kere çirkin bir kadın değil. Afrikalılara özgü bir güzelliği var. Ayrıca bu söylenen Atatürk’e de hakaret. Bir kadına, “Sen çirkinsin, git perde arkasından şarkı söyle” diyecek insan mı Atatürk? Asla! Olayın aslı şu: 1934 sonrası, Atatürk’ün etrafında Safiye Ayla’nın yerine başka bir kadın şarkıcıyı lanse etmek isteyen bir çevre var. Onların çıkardığı bir söz bu.
Senin kitabından öğreniyoruz ki, Safiye Ayla yetimler yurdunda büyümüş…
– Evet. Anne-babası kim bilmiyor. Nerede doğmuş, kaç yılında doğmuş bilmiyor. Bu yüzden de sürekli kendisine bir geçmiş inşa etmeye çalışıyor. Bazen de uyduruyor. Ekliyor, çıkarıyor. Verdiği bazı röportajlarda isimler, mekânlar birbirini tutmuyor. Ama bence kasten yapılmış bir şey değil, anne-baba arıyor kendisine, aidiyet arıyor.
’Murat Bardakçı, çılgın bir kadın olarak tarif ettiği Safiye Ayla için “Afrikalılara özgü bir güzelliği var” diyor.
HAYATI BOYUNCA YAŞINI SAKLAMIŞ
Sence nereli? Bir fikrin vardır…
– Tahminim Mısır’ın güneyinden. Tip ve ses oranın. Kendisi de, “Ben Ümmü Gülsüm’den ses olarak iyiyim, bendeki tam Afrika sesi!” derdi. Tip olarak dikkat edersen Nubyan. Ben Mısırlı arkadaşlarıma fotoğrafını gösterince, “Kesin Assuvanlı!” diyorlar. Büyük ihtimalle, savaş yıllarında gemiyle geldiler. Doğumu bence 1907-10 arası. Ama kendisi 1917 olduğunu iddia ediyor.
Niye bu kadar önemli bu!
– Hayatı boyunca yaşını saklıyor. Mahkeme kararıyla yaşını altı yıl küçültmüş, o kadar takık. Tahminim dört yaş da kendisi eklemiş. Ama yine de 1917 olmasına imkân yok. Çünkü eski Türkçe yazıyor ve düzgün yazıyor. 1917 doğumlu biri o kadar düzgün yazamaz.
İŞÇİ PARTİSİ’NE ÜYEYDİ
Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduğu bilinen bir şey değil. Ona devlet sanatçısı unvanının verilmemesi bu yüzden mi?
– Safiye Hanım’ın dediği, “Kenan Evren solcu olduğum için beni bu sıfattan mahrum bıraktı!” Gerçi hiç ihtiyacı yoktu. Ama bu yine de içinde ukde kaldı.
Bu arada Türkiye İşçi Partisi’ne güzellik de yapmış, konserlerinde kullandığı ses ve hoparlör sistemlerini yollamış…
– Yaşar Abi söyledi. Onların bir meşhur Aksaray mitingi vardı. “Safiye yolladıydı hoparlörleri” dedi. Bazen çıkıp kendisi konuşma da yapıyormuş. Eski gazetelerde Safiye’nin İşçi Partisi üyesi olduğu var.
Ben onu 2017 model buldum. Yaşlanmayan bir kafa. Flört ediyor, kimseye müdanası yok, ilişkilerini saklama gereği hissetmiyor, cesur… Belli ki onu baştan çıkaran para değil, kalbinin sesini dinliyor.
– Aynen öyle! Ama unutmayalım, imparatorluk nesli Safiye.
Bir gece İsmet İnönü’nün odasında kaldığını bile ima ediyor. Doğru olabilir mi?
– Tanju Cılızoğlu anlatıyor o hadiseyi. Tanju Bey eski gazeteci, hâlâ hayatta. Tanju Bey’e, “İsmet Paşa’dan ne tepki geldi?” dedim. “Ben Metin Toker’e sordum, damadına. Safiye söylediyse, doğrudur!” dedi.
ONUNKİ ALLAH VERGİSİ YETENEK
Yetimler yurdundan sonra hayatında neler oluyor?
– 14 yaşındayken bir milletvekili evlat ediniyor. 14-16 yaş arası Bursa’ya gidiyor, öğretmen okuluna veriliyor. Orada ne kadar kaldı bilmiyoruz. Çünkü geçmişini sürekli farklı anlatıyor. İstanbul’da bir ilkokulda öğretmen vekili olarak çalışıyor. Çok büyük yokluk çekiyor, cami avlularında uyuyor. Kimsesi yok, parası yok. O dönemleri “O kadar yalnızdım ki, denize atlayıp intihar etmeyi düşünüyordum!” diye anlattı.
Ama hayata eksik ve talihsiz başlayan bu kızın müthiş bir sermeyesi var…
– Evet, pırlanta gibi bir ses. İşte o günlerde, yetimler yurdundan arkadaşları tarafından bir musiki cemiyetine götürülüyor. Sesinin güzelliği fark edilince de bütün hayatı değişiveriyor! Birdenbire bu yetim kıza plaklar okutuluyor. Kazandığı paranın yarısından fazlasını bir şan hocasına verip ders almaya başlıyor. Hayatı boyunca kendini geliştirmek için çabalıyor.
Peki nasıl oluyor da, Türkiye’nin en parlak sesi oluyor?
– Onunki Allah vergisi bir yetenek. Ama işine saygı duyuyor ve eşek gibi çalışıyor. Bu tanınmamış genç kızın okuduğu eserler bir anda Türkiye’nin en fazla satan plakları oluyor. Ardından 9 Ekim 1930 akşamı Beyoğlu’ndaki Mulenruj Gazinosu’nda sahneye çıkıyor ve 60 seneden fazla devam edecek olan sanat hayatı başlıyor. Cumhuriyet gazetesinin ertesi yıl düzenlediği Türkiye Bülbülü yarışmasında ikinci olmasıyla şöhreti daha da yayılıyor.
DOSTLARI, ÜLKENİN ENTELEKTÜEL SOLCULARI
1930’larda Türkiye’nin en iyi kazanan kadın müzisyeni değil mi?
– Evet. Art arda plaklar dolduruyor, gazinolarda, müzikli bahçelerde konserlere çıkıyor. Kazandığıyla hep yatırım yapıyor, gayrimenkul alıyor. İşletmeciliğe de soyunuyor. Bir müddet Açıkhava Tiyatrosu’nu ve İzmir Fuarı’nın bir bölümünü işletiyor.
Etrafında hep entelektüel bir çevre olduğunu anlıyoruz kitabından. Hatta onun için birbirlerine giriyorlar. Bu nasıl oluyor?
– Dönemin en önemli solcu gazetecilerinden Naci Sadullah’la aşk yaşıyor. Kemal Tahir de ona abayı yakınca tekme tokat birbirlerine giriyorlar. Naci Sadullah’la birkaç yıl birlikte oluyorlar. Latife Hanım’ın da kuzeni Naci Sadullah. İşte Safiye’nin solculuğu ondan sonra başlıyor. Dostları, Türkiye’nin en entelektüel solcu çevresi. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere, İbrahim Çallı, Halikarnas Balıkçısı Cevad Şakir Kabaağaçlı, Fikret Âdil, Yaşar Kemal, Zekeriya ve Sabiha Sertel… Bu insanlar hemen her gece Safiye’nin evinde toplanıp ideolojik tartışmalar yapıyorlar. Safiye o dönemi, “Ben öyle kültürlü, eğitimli falan değildim. Fakat Babıâli’nin mensuplarından çok şey öğrendim. Sabahlara kadar oturup konuşurlardı. Ben arada uyuyakalırdım. Sonradan onların konuşmalarına iştirak edecek kadar bilgim oldu” diye anlatıyor.
Bu arada 70’li yıllara kadar takip ediliyor, öyle mi?
– Evet. Çünkü hep solcularla birlikte. Tahliye edildiği sırada, dışarıda giyecek ayakkabısı bulunmayan Nâzım’a yeni ayakkabılarını Safiye götürmüş. Nâzım daha sonra Bursa Hapishanesi’nde yattığı sırada sandıklar dolusu yiyecek göndermiş ve Safiye bu yüzden komünistlikle suçlanıp poliste ifadesi alınmış.
Safiye Ayla’nın Nâzım’a bir ara âşık olduğunu anlıyoruz, öyle mi? Ama Nâzım yüz vermiyor…
– Dostları böyle şeyler anlatıyorlar. Yine onların anlattığı, Nâzım’ın ona, “Bana karşı duygularını biliyorum ama çirkinsin” dediği. Atatürk demez ama Nâzım demiş olabilir. Özel hayatına bakarsan, kadınlara karşı hiç öyle kibar filan değil. Fakat yine de ne derece doğru bilmiyorum.
Nâzım Hikmet’le aralarında bir şey olmuyor yani…
– Bilmiyorum. Safiye Ayla değişik bir tip, Afrika güzeli. Zeki bir kadın, rahat konuşabilirdin. Enteresan siyasi yorumlar da yapardı ve cesurdu.
KOCASI ÖLÜNCE SAFİYE’NİN UÇUKLUĞU ARTIYOR
1950’de, Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın oğlu olan dünya çapında ut ve viyolonsel virtüozu Şerif Muhiddin Targan ile evleniyor. Ve prenses oluyor…
– Evet ama o unvanı hiçbir zaman kullanmıyor.
O evliliği nasıl anlatırsın?
– Herkesi şaşırtan bir evlilik. Şerif Muhiddin’i tüm Arap dünyası tanır. ‘Udun Allahı’ diyorlar, çok büyük müzisyen. Diyorlar ki, “Safiye şarkı söylerken, o koskoca Şerif, bembeyaz olur, erir, koltuktan düşecek gibi olurdu. O kadar âşıktı!” Evliliği boyunca çok uslu Safiye. Çok acil para lazım olunca bir konser veriyor. Onun dışında konser de vermiyor. Ama 1967’de Şerif Muhiddin ölüyor.
Sonra n’oluyor?
– Safiye evde duramıyor, taşınıyor. Uçukluğu artıyor. Mayo ile konserler vermeye başlıyor. Estetik ameliyatlar oluyor. Ondan sonra 1969’da herkesin diline düşecek bir aşk daha yaşıyor!
Kiminle?
– Gaziantep’te cezaevinde yatan, kendinden yirmi yaş küçük genç bir komando yüzbaşısıyla.
SAFİYE İLE İLBER ORTAYLI İYİ BİR ÇİFT OLURDU!
Bir röportajda, “Babıâlî’nin renklilerinden, doğrularından, öfkelilerinden birini yaşamınıza sokmadıysanız yazık olmuş size!” demiş…
– Lafa bak değil mi?
Bu döneme uyarlasak, renkli, doğru, öfkeli sıfatını hak eden gazeteci kim olabilir?
– Valla Ayşecim, renkli olarak ben varım. Ertuğrul Özkök hiç uymuyor bu tanıma. Öfke olarak da Fatih Altaylı çok güzel uyar.
Hasan Cemal uyar mı?
– Hiç uymaz. Aristokrat bir aileden geliyor ama feci renksiz.
İlber Ortaylı?
– Hah bak, onlar Safiye Ayla ile çok güzel bir çift olurlardı. Birbirlerinin de gözünü oyarlardı!
’Kadın 85 yaşında bile müziğe çalışmış, nerede nefes alacak, nerede duracak hepsini yazmış. Şimdiki genç müzisyenler, konserlerine 300 kişi geldi mi, “Biz artık olduk!” diyorlar. Halbuki, musikide oldum demek, öldüm demektir!