İclal Aydın’ın annesiyle ilgili bir sosyal medya paylaşımı beni derinden sarstı. Artık annesi, ne İclal’i ne kız kardeşini ne de kendini hatırlıyor.
Hayat böyle bir şey işte. Yaşlılık ve hayatın sonu da çok kolay değil, sadece bilgelik ve tontonluk değil, Allah hepimize iyi bir son versin, kimselere muhtaç olmadan…
İclal’in satırları şöyleydi: “Annemle baş başa bir pazar günü geçiriyoruz. Biraz önce yoğurt yediriyordum. Elimde kâse ve küçük tatlı kaşığıyla, ‘Hadi bu son kaşık’ derken, itiraz etmeden açtı ağzını. ‘Doydun mu?’ soruma karşılık kafasını salladı usulca. Küçük, iştahsız bir çocuk gibi. Evin küçük kedileri top oynarken gülüyor. Her şey tersine dönüyor, ne garip. Bir zamanlar bize küçük kaşıklarla yedirirken, şimdi o bizim bebeğimiz oldu…”
Bu röportajı işte bu satırları okuduktan sonra yapmaya karar verdim. Anne-kız ilişkilerini merak ettim. Bu sıralar ‘Üç Kız Kardeş’ adlı romanı çıktı. İclal Aydın’ın, ilk 50 bini de devirmiş durumda. O Demirciköy’deki evinde çok sevgili eşi, kızı, kedileri ve annesiyle yaşıyor. Artık çocuklarını tanımayan annesiyle…
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
İclal, İclal… Güzel İclal… Sen hep kendine özgü bir yazar ve tiyatrocu oldun. Ama bence çok sıkı bir hikâye anlatıcısısın. En sevdiğim de, kendi hayatından hikâyeler. Geçenlerde, hastalığı nedeniyle sizi de kendisini de unutan annenle ilgili bir paylaşımda bulundun. Hepimizi sarstın. Annenin öyküsü nedir?
– Annem, 1950 doğumlu bir köy çocuğu. Ihlara Vadisi’nde, dokuz kardeşin en büyüğü olarak dünyaya geliyor. Doğduğunda, anneannem 15 yaşında. Dedem idealist bir adam. Annemin okumasını istiyor. İlkokuldan sonra yatılı bölge okuluna yazdırıyor. Bir meslek sahibi olsun, eli meşale tutsun, Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlık kızlarından biri olsun istiyor. Annem de onu hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. Okulunu dereceyle bitiriyor ve hemen vazifeye başlıyor. Çok becerikli ve sevilen biri…
NE YAPSAM ANNEMİ MUTLU EDEMEZDİM
Babanla nasıl tanışıyor?
– Babam, ortaokuldan sınıf arkadaşı. İlk aşkı. Lise biter bitmez evleniyorlar. Ben doğduğumda ikisi de 19 yaşında. İkisi de çocuk daha. Fakat o kadar büyük ideallerle yetiştirilmişler ki, köylüyü ve Türkiye’yi ileriye taşıyacaklarına dair inançları, onları yaşlarından daha olgun hale getirmiş. Çok büyük aşkla evlenmişler ama ben dokuz yaşındayken yolları ayrılıyor. Ben ve kardeşim annemle kalıyoruz…
Annenle nasıl bir ilişkin vardı?
– Üzülüyorum böyle söylerken ama korkardım ben annemden. Çok kuralcı ve titiz bir kadındı. Ona bir türlü kendimi beğendiremezdim. Babama daha düşkündüm ve erken ayrılığımız nedeniyle onu hep çok özledim. Bu özlemi annemden saklamaya çalıştım ama başaramadım. Annem de haklı olarak içerliyordu, “Ben büyütüyorum, ben çile çekiyorum ama bu hep babasını özlüyor!” diye düşünüyordu muhtemelen. Bir türlü sıcak bir ilişki kuramadım annemle.
Sebebi zor beğenen biri olması mı?
– Sert ve otoriterdi, her şeyimi eleştirir, başkalarıyla kıyaslardı. Beni yeterince iyi bulmadığını, bu yüzden de sevmediğini düşünürdüm. Ne yapsam mutlu olmazdı. Sesimi yükseltmez, her dediğini yapmaya çalışır, kardeşimi korur kollardım ama bir çift güzel söz duymak mümkün olmazdı.
Peki sen İclal Aydın olarak insanların tanıdığı, sevdiği biri olduktan sonra?
– İşler biraz değişti ama her röportaj, her televizyon programı sonrası annem ne diyecek diye düşünürdüm. Ve annem, yine bir kusur bulurdu.
HERKES BENİ SEVERSE O DA SEVER SANDIM
Benim anladığım, sen annen tarafından onaylanmış hissetmemişsin kendini…
– Onaylanmayı bırak, sinirlerini bozuyordum! Babama çok benzetirdi beni. Ona duyduğu kızgınlığı benden çıkardığını düşünürdüm. Yıllar geçti, yetişkin biri oldum, yaşadığım her sorunu annemle ilişkilendirmeye başladım. Yalnızlığım dışında hiçbir yerde güvende hissedemiyordum kendimi. Bunun da sebebinin, annemin beni yeterince sevmemesine ve onaylamamış olmasına bağlıyordum. Çok başarılı olursam bu meseleyi çözebilirim zannettim. Ünlü olursam, ödüller alırsam, çok para kazanırsam, herkes beni severse, o da sever! Ama o yine de hep kusur buldu! Dış dünyadan gelen yorumlarla bir özgüven inşa edilemeyeceğini öğrenmek yıllarımı aldı. Ama çocukluk işte, onaylanmak iyi gelir sanıyorsun…
ANNELİK, VİCDAN YARALARI TAŞIMAKMIŞ
Annen senin başka bir kadın olmanı mı istiyordu?
– Bence öyle. Avukat olmamı istiyordu. Öyle oyunculuk filan hoşuna gitmiyordu. Ama çok okuyan bir çocuk olmam ve kalemimin kuvvetli olması, takdir ettiği nadir özelliklerimdendi. Bana söylemezdi ama beni başkalarına şöyle överdi: “Genel kültürü pek iyidir, gece gündüz eline ne geçse okur!” Sonra sonra oyunculukla ilgili duvarları yıkıldı. Özellikle ‘İki Aile’ dizisinden sonra. Gazetede köşe yazmaya başladıktan sonra da Ankara’da benimle gurur duyduğunu anlatırlardı. İlişkimiz de değişmeye başlamıştı. Bana karşı daha nazik, daha sıcaktı. Sık sık, “Seni büyütürken çok hatalar yaptım. Ben de çok gençtim. Doğrusu öyle olur zannettim” diyordu. Bir gece Ankara’dan beni aradı, “Sen o simidi niye yememiştin?” diye ağlıyordu telefonda…
Neydi ki o simit hikâyesi?
– 4-5 yaşındaymışım, annem de en fazla 25. Sokakta komşunun çocuklarıyla oynarken simitçi geçmiş. Çocuklar alınca ben de almışım. Simitçiyi de parasını alsın diye eve yollamışım. Annem çok kızmış, eve çağırmış beni. Kapıdan girdiğimde de kıyamet kopmuş. Çok korkmuş, çok ağlamışım ve simidi ayakkabılığın üzerine bırakmışım. Kısa bir süre sonra siniri geçince, fazla sert davrandığını düşünmüş. “Altı üstü bir simit ama emrivaki yapmayı öğrenmemeli!” diye düşünürken, bir kere ısırıp bıraktığım simidi görmüş. Babamla yalvarmışlar bütün gece simidi yemem için. Yedirememişler! Aradan geçen 30 yılın ardından bir gece annemin aklına düşmüş o simit. “Ben de çocuktum. Bilemedim, çok hırpaladım seni. Disiplinli olmak istiyordum. Ama kızım, sen niye yemedin o simidi?” diye ağlıyordu telefonda. Annelik, kapanmaz vicdan yaraları taşımakmış. Telafisi yok kayıp zamanın ama son yıllarındaki bu konuşmaları, gönül alma çabalarını anımsadıkça içimde bir yer var, orada sanki hep çiçek açıyor.
Bir kız çocuğunun annesiyle ilişkisinin problemli olması nelere yol açıyor?
– Nelere yol açmıyor ki? Eş seçiminden ilişkilerinin şekillenmesine kadar… Kendimi tanıyabilmem, yolumu, inancımı bulabilmem giderek imkânsızlaşmıştı. Tabii ki hayatımdaki bütün olumsuzluklardan annem sorumlu değildi ama insanın annesiyle kurduğu ilişki de hayatında çok belirleyici oluyor.
Peki ya annenin hastalığı?
– Kendimi bildim bileli hep başı ağrırdı. Hemen her gün ağrı kesici alırdı. Çabuk sinirlenirdi. Burnu koku almazdı. Her şeyi on kez, yüz kez kontrol ederdi. Yıllar içinde dalgınlığı artmaya başladı. Para harcamaları, renklere düşkünleşmesi, eşyalarını, telefonunu, anahtarını sık sık kaybetmesi, sorduğu soruları durmaksızın tekrarlaması ama en çok davranışlarındaki genel değişiklikler haber veriyormuş meğer. Bir gün “Evi bulamadım ben” diye aradı beni.
Peki sonra?
– Bu tür olaylar artmaya başladı. Parka gidip oturuyordu, eve nasıl döneceğini bilemiyordu. Son yıllarda hiç uyumuyor, bizi de uyutmuyordu. Sadece davranışlarında değil, bedensel olarak da denge sorunu başlamıştı. Sürekli bir şeyler kırılıp dökülüyor, gece beş-altı kez uyanıyor, kapıları çarpıyordu. Kaygılar, öfke nöbetleri, kaba davranışlar, olmayan hikâyeler anlatmalar… Fakat bir türlü doktora götüremiyorduk. Sonunda bir gün dedim ki, “Ben çok hastayım, doktor seni de görmek istiyor. Genetik olup olmadığını öğrenmek istiyor. Hepimiz muayene olacağız, ne olur bana yardım et.” Zar zor götürdük. Daha ilk testte, “Durum kötü” dediler.
Hayatımın çarkı sanki tersine dönmeye başladı
Alzheimer?
– Evet, ilk doktor ünlüce de bir profesördü, “Alzheimer” dedi, kesti attı. “İlaçları şunlar bunlar”, o kadar! Hastalığı anlamaya çalışmak, ona çaktırmadan ilaçlarını verme çabası, müthiş gergin günlerdi. O sırada 11 yıl çalıştığım gazeteyle de bağlarım koptu. Ertesi gün ben evde yokken, annem kimseye haber vermeden yine evden çıkmış. Karşıdan karşıya geçerken araba çarpmış. Hastaneden aradılar, nasıl uçtum gittim bilmiyorum. Annemin başındayken bir haber daha geldi. O günlerde Adnan Menderes’in hayatını anlatacak bir dizide Berin Menderes’i oynayacaktım. Telefondaki ses, rolü benden aldıklarını söylüyordu. Hayatımın çarkı sanki tersine dönmeye başlamıştı. İşler iptal ediliyor, aksilikler üst üste yığılıyordu. Sanki bir el beni ayaklarımdan havaya kaldırmış sarsıyordu. O yaşıma dek hayatımda biriktirdiğim, sahibi olduğumu sandığım ne varsa dökülüyordu. Dağılıyorum zannediyordum ama yeniden başlıyormuşum. Hiçbir şeyin sahibi değilmişim. Hiçbir şey bilmiyormuşum. Sonunda her şey o kadar dibe gitti ki, bana yine yukarıdan başka yön kalmadı. İşte o sıralarda annem için bir başka doktor önerdiler.
Ne dedi o doktor?
– Annemin beyninde doğuştan ya da sonradan oluşan bir hasar varmış. Bu hasar nedeniyle, kırklı yaşlarında vücudun ve beynin yaşlanmasıyla hızlanan hastalığı alzheimer gibi seyrediyordu. Tedavisi yoktu. “Bu hastalık hastanın değil, ailenin hastalığı artık. İyi bir takım olmalı, iyi paslaşmalısınız. Bu tabloya göre büyük ihtimalle çocukluğunuz zor geçmiştir, şefkatli bir anne olamamıştır anneniz” diye başladı ve bütün hayatımızı masanın üzerindeki tomografide belli yerleri göstererek anlattı: “Duygusal dünyasında anneniz 13 yaşına kadar büyümüş bir kız çocuğu. Siz 14 yaşında, ondan bir yaş büyükmüşsünüz!” diye bitirdi. O gün ne ağladım, “Annem hastaymış meğer. Annem beni seviyormuş aslında!” diye. Sonra nasıl büyük pişmanlık, nasıl büyük bir şefkat, nasıl büyük bir kabulleniş… Annemin hastalığı, annemle bizi kavuşturdu! Beni benimle buluşturdu. İlk defa iki kardeş, bir anne, can canayız.
‘AYNADA KENDİMİ BULAMIYORUM’
Annen seninle mi yaşıyor?
– Evet, kız kardeşimle Ankara’daki evi kapadık ve annemi yanıma getirdim. Önce çok üzüldü. Kahroldu evinin kapanmasına. Benim evin salonunda bir koltuğa oturdu ve on gün hiç konuşmadı bizimle. Anlıyordum onu ama yapacak hiçbir şeyimiz yoktu. Onu orada yalnız bırakamazdık. Mutfakta yemek yapıyordum bir gün. Onu mutlu edecek şarkılar çalıyordum. Sayıklar gibi konuşuyordu o günlerde. “Hayat bize verdiği her şeyi, hepsini geri alıyor” diyordu mesela. “Aynada kendimi bulamıyorum” diyordu. Ağladığımı görmesin diye boynuna sarılıyordum. Gözlerimin önünde unutuşa teslim oldu. Bir sabah uyandı ve bizi tanımadı annem.
Peki seni hatırlayamaması sende nasıl bir etki yarattı?
– Kardeşim Hilal’le birbirimize sarılıp ağladık mutfakta. Arabada yan yanayken kafasını çevirip beni görünce her defasında şaşırıyor. Sevdiğin birini görünce sevinirsin ya, öyle bir sevinme. Bir yerden başka bir yere gidene kadar on-on beş kez seviniyoruz böyle. Geçenlerde kızımın çocukluğunu izliyorduk bir DVD kaydından. Ekranda kızım bebek, annem de sarışın, pek havalı bir kadın. Yanımdaki anneme baktım, boş gözlerle izliyordu ekrandaki insanları. Kapadım televizyonu. “Kim bunlar?” diye sormuyorum artık. Boynuma sarılıyor, öpüyor, arabada yanında beni her gördüğünde baştan seviniyor ya… Kim olduğumun önemi yok, sevdiği biriyim demek ki. Onu hatırlaması yeter. Kendini bile tanımıyorsun bir gün. Sadece sevgiyi, sevdiğini hatırlıyorsun o kadar. Güzellik, çirkinlik, iktidar, şöhret, para, kariyer… Sonsuz bir unutuşun olduğu dünyada bunların ne kadar önemi olabilir ki?
Yeni romanım ‘Üç Kız Kardeş’te bir özel kahramanım var, adı Mesut: Büyümeyi bırakan bir çocuk-adam. Çok seviyorum Mesut’u. Bu sene bu romandan sonra onun adına özel eğitim gereksinimi olan çocuklar için etkinlikler yapıp Mesut Mutlu hediyeleri toplamak istiyoruz.
Yıllarca evli kaldığı iki çocuk verdiği adamı unuttu
Annenle baban bir daha hiç karşılaştı mı?
– Annemi İstanbul’a getirdikten sonra babam annemi görmek istedi. 35-36 yıl sonra ilk kez karşılaşacaklardı. Babam kapıdan içeri girdi ve annem baktı baktı, sonra kafasını çevirdi. Babam kendini tutamadı, ağlamaya başladı. Annemi başka odaya aldım, “Tanıdın mı, kim bu?” diye sordum. “Yan sınıftaki oğlan, bana mektuplar yazıyor. Amma yaşlanmış!” dedi. Yıllarca birlikte yaşadığı, evlendiği, iki çocuk doğurduğu adamı unutmuş… İlk romanım ‘Bir Cihan Kafes’in ardından gelen ‘Unutursun’, annemin hayatı üzerinden Türkiye’nin son yetmiş-seksen yılının unutuşlarına, yenilgilerine ve güzel günlerine bir saygı duruşu. ‘Bir Cihan Kafes’, ‘Unutursun’ ve sonuncu romanım ‘Üç Kız Kardeş’ sürpriz bir şekilde birbiriyle bağlantılı.
Bütün romanların neden birbirine bağlanıyor peki?
– Neden mi? Çünkü hepimizin hikâyesi, birbirimizin hayatından geçiyor. Ama zannediyoruz ki bir tek kendi hikâyemiz biricik. Elbette her insan, İstanbul’un bütün eski sokakları gibi eşsizdir. Ama hepsi birbirine çıkıyor ve sonunda bir şekilde birleşiyor! Aynı insanlar geçmiş gitmiş o sokaklardan. Şaşar kalırsın ama aynı insanlar geçer gider hayatımızdan. “Dünyadaki herkes, birbirine altı adımda tanış çıkabilir!” derler ya… Ben de altı romanda tamamlamayı düşünüyorum kafamdaki hikâyeyi. Bakalım, inşallah…
Üç defa hamile kaldım ama 12. haftayı tamamlayamadım
Bu yeni evlilik seni nasıl değiştirdi?
– Beni değiştirmedi. Ben değiştim, o öyle geldi. Eşimle yaşadığım güzel beraberliği, kalbinde buna özlem duyan herkese diliyorum. Eşim, annem bizi unuttuktan çok kısa bir süre sonra hayatıma girdi. Eşimin kardeşleri kardeşimiz, annesi annemiz oldu. Bir çocuk daha çok istedik. Lal’le aralarında büyük yaş farkı olacak ama yine de istekli ve umutluyuz. Üç kez umutlandık ama 12. haftayı tamamlayamadık. Oluruna bıraktık artık. Gerçekten eskiden çok istediğim halde olmayanları ceza zannederdim. Bir affediş, bir bedel, bir korumadır belki, kim bilir? Gelsin hayat, bildiği gibi…