Buyurun ‘Ölümsüzlük Odası’na


İster misiniz ölümsüz olmayı, bilemem. Ama orada duruyor, gidin görün. ‘Ölümsüzlük Odası’.

Yaşayan en pahalı Türk ressamlarından Ahmet Güneştekin’in yeni eseri.

Kesinlikle görmeye değer! Hatta kaçmaz! Contemporary İstanbul 2018 kapsamında, 20-23 Eylül tarihlerinde, İstanbul Kongre Merkezi’nin açık alanında ücretsiz ziyaret edilebilecek.

2014’te altyapısı kurgulanan eser, 2016’da Contemporary’de ilk teaser’ı olan ‘Ölümsüzlüğe Yolculuk Zülkarneyn’ işiyle büyük ses getiriyor. Sonra Güneştekin bu son eserinin yapımına başlıyor.

İnanılmaz bir emek! Düşünün, 13 ayda, 6 döküm atölyesinde, 22 bin parça boynuz ve kurukafa dökümü yapılıyor. 35 ton alüminyum kullanılıyor. Eyfel Kulesi’nde kullanılan, her türlü hava şartlarına dayanıklı boya ile renklendiriliyor. 130’a yakın farklı meslekten insanın çalıştığı eserin maliyeti, şu an 1 milyon doların üzerinde!

Bütün parçaları tamamen el işçiliğiyle Türkiye’de yapılan ‘Ölümsüzlük Odası’nın tasarımını, parçaların kaynaklarını ve bir araya getirilmesini Ahmet Güneştekin bizzat yaptı! Güneştekin ilginç bir sanatçı. Doğu’dan yükselen ama daha çok Batı’nın benimsediği bir yaratıcı. Seveni çok, nefret edeni de… Ama onun kimseyi iplediği yok. İşine, sanatına bakıyor. Kendi kendini yetiştirmiş. Derdi hep kendiyle. Bence eserleri kadar hikâyesi de ilginç. Bu röportaj salı günü de devam edecek…

Batman’da bir işçi kampında doğup da, yaşayan en pahalı Türk ressamlarından biri haline gelmek müthiş bir hikâye. Egonuzun olmaması mümkün mü?

– Ego hastalıklı bir gömlek gibidir! Benim bedenime uymuyor. Ama ego dediğiniz şey, yarattıklarınız olabilir. Yaptığınız sanat güçlüyse, ego işte o sanatın içinde vardır. Ben gayet sıradan bir insanım ama eserlerim değil. Benim sanatımın egosu var!

Sadece cesaret, yaratıcılık, özgünlük ve çalışkanlık bütün bu gelişmeyi açıklayabilir mi?

– Bunların hepsini kapsıyor ama bence sanatı, bilgi yaratır. Bilgi eksikliğiyle sanat yapmak zor. Hep çok çalışmanız, dış dünyanın önemsiz alanlarından uzak durmanız gerekiyor.

GEREKSİZ İNSANLARDAN UZAK DURUYORUM

Nelerden uzak duruyorsunuz mesela?

– Polemik… Kimseyle polemiğe girmem. Kıskançlık, “O ne demiş, bu ne demiş?” umurumda olmaz. Vakit kaybı bunlar, ben hep işime bakarım, ürettiğimle ilgilenirim. Ve gereksiz insanlardan uzak dururum.

Peki bu söylediklerinizi nasıl hayata geçiriyorsunuz?

– Görmüyorum o insanları. Sadece samimi olarak bir şey paylaştığım insanlarla dostluk kuruyorum. Derinleşebileceğim insanları hayatıma sokuyorum. Ertuğrul Abi (Özkök) bunlardan biri. Ondan önce Yaşar Kemal’di benim manevi babam.

Sanat bilgisinden söz ettiniz ama siz hiç sanat okuluna gitmediniz. Mimar Sinan Üniversitesi’ne girip ilk hafta okulu bırakıyorsunuz…

– Evet, bünyeme uymadı. Bir kalıba sokulmayı reddettim. Sanat bilgisini okulda elde edebilirsiniz ama hayatın içinde de öğrenebilirsiniz. Hiçbir şey sizin okumanızı, araştırmanızı, kendinizi yetiştirmenizi engelleyemez. Ben mesela sanat tarihi, felsefe, sosyoloji eğitimini en iyi şekilde aldım. Bir üniversitede öğrenebileceğimin en az 8-10 katını. Hâlâ alıyorum.

Nasıl yapıyorsunuz?

– Okuyarak ve araştırarak. Sanat tarihini ise gezerek öğrendim. İlgi alanıma giren her şeyi bizzat gittim, gördüm. Sanatımda mitolojiden izler vardır. Çünkü 18 yıl boyunca Anadolu’yu gezdim.

HAYAL GÜCÜMÜ NENEMİN MASALLARINA BORÇLUYUM

Sanatçı kişiliğinizde en çok etkisi olan kim?

– Nenem… Annem, 11 çocuk dünyaya getiriyor, 7’si hayatta kalıyor. Ben en küçüğüm. Hepsine bakamadığı için beni nenem büyüttü. Nenem de çok iyi bir masal anlatıcısıydı. Hayal gücümü çok geliştirdi anlattıkları. Muhtemelen ona da kuşaklar boyunca anlatılmış. Okuma-yazma öğrenince, Lafontaine masallarında, Türk ve dünya yazarlarının öykülerinde ve bazı mitolojik kaynaklarda hep nenemin anlattığı masalların benzerlerini gördüm. İmkânlarım ölçüsünde, o hikâyelerin geçtiği yerleri görme ve inceleme şansım oldu.

Sanatınızın temeli böyle mi oluştu?

– Evet! Üstelik 30’lu yaşlardan sonra… Karavanla Türkiye’nin tamamını gezdim. 18 yılın altı yılı inzivayla geçti. Hiç kimseyle kültürel temasım olmadı. Sadece Anadolu’yu gezdim, notlar aldım, hikâyeler derledim. Sonra da 36 yaşında ilk sergimi açtım ve gerisi geldi.

EVET, BABAM KAÇAKÇIYDI

Kaçakçılık yapan bir ailenin çocuğusunuz…

– Evet. Babam, 50’li yıllarda ailesini geçindirmek için Suriye sınırında amcalarımla birlikte katır sırtında kaçakçılık yapıyor. Ama silah falan değil. Çay, kumaş, kına, bu tarz şeyler. Çünkü iki şansı var; ya ağaya ırgatlık yapacak ya da bu yolu seçecek. Genelde asi ruhlu, kimseye boyun eğmeden yaşamak isteyenler bu yolu seçermiş. Günlerden bir gün, kaçakçılık esnasında bir komutanla çatışıyorlar. Ama askere nişan almak yok, öldürme amacı yok. Ne askerler bunlara bir şey yapıyor, ne de bizimkiler askerlere… Komutan sesleniyor; “Osman sen misin?” Babam, “Evet, benim” diyor. “Sen adamlarını gönder, ben de askerleri… Ortada bir yerde buluşalım. Seninle sohbet etmek istiyorum” diyor. Babam da “Tamam” diyor. Ortada silahsız buluşuyorlar. Komutanın ilk sorduğu, “Sen bana nasıl güvendin? Silahını bırak gel dedim, şimdi ben seni vursaydım ya da askerlerime vurdursaydım…” oluyor. Babam da diyor ki, “Ben hayatımı kaybederim, siz de şerefinizi!” Komutanın çok hoşuna gidiyor bu laf. Diyor ki, “Yarın tayinim çıkar giderim, benden sonra gelen bu kadar anlayışlı davranmaz. Çoluğun var, çocuğun var, kurtul bu kaçakçılık hayatından… Türkiye petrolleri rafinerisi kuruldu, binlerce işçi alınacak. Başına da abim getirildi genel müdür olarak. Senin ve kardeşlerinin ismini vereyim, git orada çalış!” Babam da bizleri düşündüğü için ikna oluyor, “Tamam” diyor.


‘Ölümsüzlük Odası’ ilk Babil şiirinden, yani Gılgamış Destanı tabletlerinden yola çıkıyor. Bu 4 bin yıllık tabletlerdeki iki tablet benim hep çok ilgimi çekti. Biri ‘ölümsüzlük’, diğeri de ‘tufan’. Bunun üstüne anıtsal bir şey yapmak istiyordum. Ne zaman ki Göbeklitepe’yi gördüm, işte o zaman yavaş yavaş taşlar yerine oturdu. Eserin ana teması, Gılgamış Destanı ve Göbeklitepe içinde yer alan hikâyeler.

Ve sizin hayatınız orada başlıyor…

– Evet. Ben işte o işçi kampında dünyaya geldim! 3-4 yaşında başlıyorum resim yapmaya…

İLK BİSİKLETİM 18 YAŞINDAYDI

Bu kadar yokluk içinde sanat gibi bir ‘lüks’e nasıl vakit buldunuz?

– Babam muhafazakâr bir adam fakat yobaz değil. Ben çok resim yapınca, aile büyükleri babama kızıyor. “Resim yapmak günah! Öbür dünyada sana, ‘Oğlunun yaptığı resimlere can ver’ diyecekler. Sen onun azabını çekeceksin!” diyorlar. O aldırmıyor ama “Oğlum yaptığın resimleri sadece bize göster!” diyor. Ve en şahanesi, kâğıtlarım bitince, inşaatlardan aldığı çimento torbalarını temizliyor, kesiyor ve önüme resim kâğıdı olarak koyuyor.

Hep kırmızı bir bisikletinizin olmasını istemişsiniz…

– Evet, bütün çocuklar için geçerli değil midir? Önce en büyük abime bisiklet alındı. O, onunla okula gitti. Sonra onun küçüğüne verildi. Sonra onun bir küçüğüne… Bana geldiğinde bisiklet 18 yaşındaydı! Ben de ortaokul öğrencisiydim. Bir türlü bir kırmızı bisikletim olamamıştı. Geçen sene bir bisiklet enstalasyonu yaptım, 42 Maslak’ta. 370 tane bisiklet, hepsi de kırmızıydı!

BEYAZ KÜRT OLARAK ANILMAK BENİ RAHATSIZ ETMİYOR

Size ‘Beyaz Kürt’ diyenler oldu, bu sizi üzüyor mu?

– Yok canım. Beyaz, her zaman siyahtan iyidir. Huzur verir. Ben sonradan görmeyim. Bunu gizlemiyorum ki! Ertuğrul Abi’yle ortak noktamız bu. Ben de zor şartlarda yetiştim. Sanat eğitimi almadım ama işletme okudum. Yurtdışına ilk 2005’te çıktım. O yıla kadar dünyayı bilmiyordum. Sadece okuduklarımla idare ediyordum. Ama benim için bilgi temas etmektir, o coğrafyaya gitmektir. Okumak yetmiyor yani. Batı’yı gördükçe pek çok şey öğrendim. Ekonomik olarak şartlarınız değişmeye başladıkça, kültürel şartlarınız da aynı şekilde değişmeye başlıyor. Çünkü çevreniz değişiyor. Kısacası Beyaz Kürt olarak anılmak beni rahatsız etmiyor. Beyaz Türk deniyorsa, Beyaz Kürt diye da pekâlâ denebilir. İyi bir restorana gitmek, iyi giyinmek, iyi yaşamak mı kastedilen? Neyse ne, şartları uygun olan herkes istediği renge bürünebilir.

– Hakkınızdaki iddialardan biri de lobicilik… Halkla ilişkiler faaliyetlerini geçmişsiniz, lobicilik yapıyormuşsunuz! Ne diyorsunuz?

– (Gülüyor) Lobicilik nedir bilmiyorum. Önemli sermaye grupları, doğru işler yaptığınız zaman kapınızı çalıyorlar, beraber hareket etmeyi, birlikte anılmayı seviyorlar. Ama bu bana özel değil ki, kim doğru düzgün iş yaparsa, sermaye grupları ya da markalar onlarla bir arada olmak istiyor. Diyorlar ki, “Kürt mafyası!” Kürt mafyası dedikleri kimdir? Ülker midir, Sabancı mıdır, Çalık mıdır? Saçma sapan şeyler bunlar. Evet, eserlerime ve uluslararası projelerime Türkiye’nin ilk 100’üne giren sermaye grupları sponsor oldu. Ama bu, işimi son derece profesyonel bir şekilde yaptığım için. Dünyada benim bulunduğum ligdeki tüm sanatçılar, bu şekilde çalışıyor. Ben Marlborough Gallery’nin sanatçısıyım. Biliyorsunuz dünyanın en ünlü galerilerinden…

– Yolunuz nasıl kesişti?

– 2012’de Türkiye sanat tarihinin bugüne kadar en yüksek bütçeli sergisini yaptım. Eski İstanbul Modern’in yanındaki antrepo binalarından birinde, ‘Yüzleşme’ diye bir sergi… 4 bin metrekare alan içinde… Ama basın hiç ilgilenmedi. Sanat camiası burun büktü. Sonra New York Times’ın Türkiye muhabiri gelip benimle bir röportaj yaptı. Bir hafta sonra da New York Times gazetesi, kültür ekinde bu sergiye yer ayırdı. Bu tabii dünyada birçok galerinin ilgisini çekti.
Marlborough Gallery de bunlardan biriydi. New York’a davet ettiler, gittim, beş yıllık kontrat imzaladım. Bunun duyurusunu yaptık sosyal medyada. İlk geyik şöyle döndü: “Uzun Marlboro mu, kısa Marlboro mu?” “Acaba bir lobiyle, torpille mi Marlboro’ya girdi?” Oysa Marlborough Gallery 1946’da Londra’da kurulmuş, Picasso’ya kadar dünya sanat tarihinin en ünlü isimlerinin çıktığı galeriden bahsediyoruz. O galeri bir Türk sanatçıyı alıyor, biz de bahane arıyoruz: Acaba nasıl girmiş? Bugün beş tane daha uluslararası galeriyle çalışıyorum ve dünyanın 26 ülkesinde eserlerim sergileniyor.

Yorum Bırak