Okuduğum her romanından, onunla yaptığım her röportajdan ayrı zevk alıyorum. Çünkü bir sürü şey öğreniyorum. Yani bu röportajları sizin için yapıyorum sanıyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz! Çok sürprizli bir kadın Azra Kohen. Beni zenginleştiren, müthiş derin ve birikimli bir kadın. Benim için UFO gibi bir şey. Tanımlayamadığım bir organizma. “Uzaylı” diyorum ben ona. Şaka değil. Bazen, “Hadi itiraf et, sen görevli mi geldin bu dünyaya?” diye soruyorum. Gülüyor. Ama ben hâlâ bir insanın bu kadar geniş ve farklı ilgi alanları olmasını kavrayamıyorum. Çok okuyan, kendini sürekli geliştiren, merak eden, sorgulayan, büyük resme bakan ve hayata katkı sağlayan, bunun için uğraşan şahane bir kadın. Bir de dünya güzeli. Ama bedeniyle değil, aklıyla var olan kadınlardan. Pek çok kitap yazdı. ‘Fi’, ‘Çi’, ‘Pİ’, ‘Aeden’, şimdi de ‘Gör Beni’… “Toplamda dokuz kitap yazacağım!” diyor. ‘Fi’, ‘Çi’, ‘Pi’yi tek kitap sayıyor, ‘Aeaden’ ve ‘Gör Beni’ etti üç… Yazacağı altı kitap daha kaldı! Hepsini şimdiden biliyor. Bir plan dahilinde hareket ediyor. Kitapları deli gibi satıyor. Ama asla kendini ‘yazar’ olarak kabul etmiyor. Yazmak, onun için düşüncelerini, öğrendiklerini paylaşmanın bir yolu. Edebiyatçı filan olma gibi dertleri asla yok. “Ben bu dünyaya çiftçi olmak için geldim” diyor. Salı günü beklenen son kitabı ‘Gör Beni’ çıkıyor, aynı anda ‘Fi’, İtalya’nın en büyük yayınevi tarafından basıldı, o da salı günü tüm İtalya’da çıkıyor. 2019 Azra’nın yılı olacak.
Yeni kitabın ‘Gör Beni’, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında başlayan bir roman. Nefis bir kurgu. Bugüne kadar hiç okumadığımız bilgiler… “Vatan delirmişti! Tıpkı bugün gibi kıyametin kıyısındaydı dünya…” diye başlıyor. Sadrazam oğlu Selim, bir Osmanlı torunu. Kitap, onun Cumhuriyet coşkusuna duyduğu öfkeyle başlıyor. Selim o güne dek öğrendiği ve doğru kabul ettiği her şeyin elinden alınmasına ve geleneklerinin yok edilmesine kızgın. Bir de Ülkü var, Kurtuluş Savaşı’nda babasını ve abisini kaybetmiş Atatürkçü bir kız. Tamamen zıt kutuplarda bulunan iki fikri, aşk, bilgi ve merhamet aracılığıyla bir araya getiren bir hikâye bu. Nereden çıktı bu kitap? Niye böyle bir roman yazmak istedin?
– Dünyada çok ciddi bir öz kaynak savaşı var. Gelişmiş ülkeler, daha az gelişmiş ülkelerin öz kaynaklarından beslenebilmek için ciddi bir manipülasyon uyguluyor. Bunu kişisel algılamadan, bir insanlık sorunu olduğunu anlamak lazım. Ben de lezzetli bir hikâyede bunu örnekleriyle, kaynaklarıyla net bir şekilde sunmak istedim. Çünkü bir problemi çözebilmek için, kaynağını doğru teşhis etmek lazım. Ve sözünü ettiğim bu problemin çözümü, birlik duygusundan geçiyor. Birlik duygusu olmayan insanlar ülke olamıyorlar!
Sen hep böyle büyük resmin mi peşindesin!
– Elbette! Bu küçücük kapasitemle ne kadar başarabiliyorum bilmiyorum ama büyük resme bakmaya çalışıyorum. Şunu da biliyorum: Neyi yaşamamız gerekiyorsa onu yaşıyoruz. Tekâmül böyle bir şey. İzleyerek öğreniyorsan ne âlâ ama yaşaman gerekiyorsa da yaşatıyor hayat! Dayak ihtiyacı içindeysen, en güzel dayağı da hayat atıyor yine! Öğrenmek, anlamak, anlamlanmak için buradayız, televizyon seyretmek için değil.
Peki bu kitapla ne diyorsun aslında? “İçinde bulunduğumuz döneme benzer dönemler oldu geçmişte, benzer kutuplaşmalar yaşadık. Ama bir uzlaşma sağlamak mümkün” mü diyorsun?
– “Bu kutuplaşma bize ait değil!” diyorum, “Suni bir şey!” diyorum. Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza çarpıştığımız Kürt kardeşlerimizle bizi kapıştırmaya çalışıyorlar. Yakında Lazları da sokarlar bu saçmalığın içine, tabii biz izin verirsek. 1946’dan beri süregelen manipülasyonun seviyesini, delilleriyle bu kitapta sunuyorum. Üstelik çok akıcı bir aşk hikâyesinin içinde. Komplo teorisi olarak değil ama İngiltere Milli Kütüphanesi’nde 60 yıllık aralıklarla yayınlanma zorunluluğu olan resmi devlet yazışmaları gibi ciddi belgelerle, Irak İstihbaratı’nın Amerika girmeden 6 ay önce hazırladığı raporlarla konuyu incelemeye alıyorum. Bir şeyleri de bildiğimi iddia etmiyorum. Sadece birlikte soru soralım istiyorum. Çünkü ‘birlik’, bir coğrafyada yaşayanların soruları aynılaşınca kendini gösteren bir şey. Birlikten doğan şey sadece kuvvet değil, öncesinde bir sürü ortak soru doğuyor.
Öyle bir kurmuşsun ki hikâyeyi, ben kendi hayat duruşuma göre asla hak vereceğimi düşünmediğim Selim’e bile hak verir buldum kendimi. Onun yerine koyunca kendimi, hak veriyorum. Ama Ülkü’ye de hak veriyorum. Bunu özellikle mi yaptın? Aslında günümüz Türkiye’sinde de durum bu mu? Herkes, kendi durduğu yerde, kendi hayat görüşüne göre haklı mı?
– Bunları düşündürtebildiysem ne mutlu bana! Farz et ki, bir konuda acayip farklı düşünüyoruz ve görüş farklılıklarımız yüzünden aynı ortamda bile bulunamıyoruz. Ben bu gibi durumlarda şunu biliyorum: “Eğer Ayşe’nin yerinde olsam, onun anne-babasından doğmuş, onun yaşadığı çocukluğu yaşamış ve onun hayat deneyimiyle bugüne gelmiş olsam, onunla aynı fikirde olurdum!” Yaşanmışlıklar üzerine haklılık savaşı olmaz! Çünkü her yaşanmışlık kendi içinde haklıdır. Ama bizler hayatın içinde uğradığımız haksızlık ve hayal kırıklıklarının acısını birbirimizden çıkarmayı ‘öğrenmiş’ durumdayız. Aslında insanları birbirine düşüren şey görüş farklılıkları değil, birbirlerinden sinirlerini çıkarma eğilimleri. Deşarj olmak için birbirimizi adres görüyoruz. Şu fikir haklıdır, bu haksızdır asla demiyorum. Çünkü her fikir, kendi içindeki yaşanmışlığı kadar zaten haklıdır. Ama diyorum ki: “Tuttuğun taraf yaşamın yanında değilse, varacağın tek yer cehennem olacak! Kavgayı kimin kazanacağının bir önemi yok. Kavga bittiğinde kendimizi cehennemde bulacağız.”
Birleşmenin, ‘bir ve biz’ olmanın gücüne yürekten inananlardansın, değil mi?
– Ben bunun bir gün mutlaka olacağını fark edenlerdenim. İnanç değil bu, verilere dayalı bir analiz. Ya birleşeceğiz ya da daha önce ‘Aeden’de anlattığım gibi sıfır uygarlık seviyesinden çıkmaya çalışırken kendimizi yok edeceğiz. Evrende birlik duygusunu kavrayamamış bir organizmaya yer olduğunu düşünmüyorum.
Dünyaya gelme sebebin bu mu? Misyonun edebiyat değil de ülkende ve çevrendeki insanların bilinçlenmesi mi?
– Benim dünyaya gelme sebebim kendi tekâmül yolculuğum. Birilerini bir şeylerden kurtaracak güçte ya da yetkinlikte değilim. Sadece elimden geleni yapmakla yükümlü hissediyorum. Zaferden değil, seferden sorumlu olduğumu fark ettim. Ama birileri bana “Bunlarla niye uğraşıyorsun? Gezsen, tozsan ya!” diyebilir. O zaman ben de onlara, “Çabasız geçen bir ömrün sıkıntısını hiçbir şey geçiremez!” derim. Çalışmak, öğrenmek için dizayn edilmiş bir organizma olduğunu unutanları, depresyon kucaklıyor!
Ben tekrar şu ‘bir ve biz’ olmaya dönmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz şartlarda, Türkiye’de, hangi argümanlara dayanarak bunun mümkün olabileceğine inanıyorsun?
– Öz kaynakları en verimli şekilde kullanarak, güçlü ve sürdürülebilir bir şekilde yaşamak, ancak birlik duygusu içinde var olabilmekten geçiyor. Doğu’nun madenlerine göz konulmuş durumda. Ama biz aynı zamanda güneş, rüzgâr ve su gibi kaynaklardan üretilecek enerjiler için de çok uygun bir coğrafyadayız. Eğer birliğimizi korursak -ki herkese, her saçmalığa rağmen koruyacağız- işte o zaman, önümüzdeki 50 sene içinde bizden iyilikler yayılacak dünyaya diye ön görüyorum. Parçalanmış, küçülmüş ve kendi kültürünü korumaktan aciz ülkeler, kendi bütünlüğünü koruyabilmiş liderlerin değnekçisi haline geliyor. Binlerce yıldır bu böyle. Ben yeni bir şey söylemiyorum. Değeri unutulmuş ama önemini yitirmemiş bilgiyi güncelleyerek koyuyorum masaya.
DÜNYAYA ÇİFTÇİ OLMAYA GELDİM
Kimselere benzemediğin ve geleceği temsil ettiği için seni ‘uzaylı’ olarak değerlendiriyorum. Kitapların, anlattıkların ve verdiğin mesajlar şaşırtıcı. Bireysel değil, toplumsal gelişimin peşindesin. Sen kendini nasıl tanımlıyorsun? Dünyaya neden geldin?
– Ben huzur içinde uyuyabileceğim, vicdan sancımın olmadığı bir gezegende yaşamak istiyorum. Bunun için de hedonizme (duyu organlarımızla aldığımız keyfe) kaptırdığımız insanlığımızın gelişmesi için eudaimanik bir yaklaşımla, keyfi doğru şeyleri yaparak zihnimizde hissedebilmenin ve kendimizi bütünleyebilmenin yollarını keşfetmeliyiz. Dünyaya çiftçi olmaya geldim, öyle hissediyorum. Ama sanki bunu da önce şehirde çalışıp hak etmem lazım gibi bir duygum var.
Her topluma, her dönem gelen ve insanları silkeleyip onların kendilerine gelmelerine sebep olan özel insanlar var. Kendini onlardan biri olarak mı görüyorsun?
– (Gülüyor) Hani şu her ilham veren hikâyenin sonunda hep öldürülenler… Ben kendimi oluşturmak ve seçmek için geldim. Liderlere inanmıyorum. Bireyselliğin, kişi olmanın kudretine inanıyorum. Dünyanın ana problemi, kişilerden oluşmayan toplum sürüleri olması. Geri kalan problemler ise eğitimsizlik, işsizlik, ekonomik sıkıntılar ya da açlık. Bunların hepsi birer semptom. Problemin kendisi değil, belirtileri…
Hep hayata katkıdan söz ediyorsun.
– Evet. Çünkü bir gezegende yaşıyorsun. Ortasında kalp gibi atan bir çekirdeği, etrafında hücre zarına benzeyen bir atmosferi var. Canlı bir şeyin üzerinde, bedenindeki her bir atomu, bir yıldızdan almış halde, yapışık olmadığı halde, bir arada neden durduğu belli olmayan atomların, hücrelerin sayesinde capcanlı yaşıyorsun. Sen, bir cansın! ‘Çi’ diyorlar bu cana ve işte sen, sende bedenlenmiş bu çi’yi korumak, saygı göstermek, var olan her değerden üstün tutman gerektiğini anlamak zorundasın. Çünkü sürüdürülebilir olmak zorundasın. Var olan tüm can, ekolojik bir sistemle birbirine bağlı. Einstein, “Arılar yok olduktan dört yıl sonra insanlar da yok olmaya başlayacak!” gibi bir şey demiş. Neden demiş? Çünkü her birimiz, o canın zerreleriyiz. Arıların polenlemedeki katkısı doğadan kalktığında ağaçlar meyve vermiyor. Tohum son buluyor. Dünyadaki tüm tohumun bittiğini düşünsene… Hayata katkımız olamıyorsa, var olmayı hak etmiyoruz.
Kitapta bir öğretmen var: Fred. Oğlunu Çanakkale Savaşı’nda kaybediyor. Kendini Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesine adıyor. Resmi tarihi değil, gerçekleri anlatarak genç beyinleri eğitiyor. Fred, kitap boyu İlmiye, Orhan ve diğer çocuklara ‘dinler tarihi’ anlatıyor. Neden?
– İnsanlık tarihi, savaş tarihi değildir. Sanat, bilim ve din tarihini, yani sosyolojik, antropolojik deneyimlerimizi detayıyla ve tüm gerçekliğiyle öğrenmek zorundayız. İnsanı anlamak için insanın nereden geldiğini anlamak zorundayız. Ve bugün insanlıkla ilgili en eski bilgiler, dinler tarihinden alınıp medeniyetimizin temeline konulmuş. Üstelik ciddi manipüle edilerek. İncillerde, “Dünya evrenin merkezinde ve her şey dünyanın etrafında dönüyor” dendiği için “Hayır, dünya yuvarlak ve güneşin etrafında dönüyor!” diyenler işkencelere maruz bırakılmış. Yalanlar üzerine kurulmuş bir tarihimiz var. Ben sadece az biraz ışık tutmak istiyorum konuya ki, birbirimizi öldürme nedenlerimizin ne kadar da yalan nedenler olduğunu belki birlikte fark eder ve birlikte sorular sormaya başlarız. Birlikte aynı soruları sormuş insanların kurduğu bağ çok samimidir. Bizim artık biraz samimiyete ihtiyacımız var.
Fikirlerini topluma iletebilmek için bir kurgu yaratmışsın sanki. Fikirlerin hikâyeden ve kurgudan daha mı önemli?
– Hayır, fikirlerim önemli değil. Çünkü bugün doğru sandığım bir şey yarın güncellenip değişebilir. Sabit fikirli olmak hayata karşı yapılacak en büyük haksızlık ve Allah’a saygısızlık bence. Önemli olan, fark ettiklerimi fark ettirebiliyor olmam. Ben sabahları mutlu kalkan, kendi kendine eğlenen biriyim. Eğlenmeyi, iyi vakit geçirmeyi iyi biliyorum ve anlattıklarımı iyi vakit geçirtecek bir hikâyede vermek istiyorum. Yazarken de okurken de eğlenceli olmalı kitaplar…
İSA YAHUDİ VE SİYAHİYDİ
Kitapta dinler tarihini anlatırken, İsa’nın Yahudi ve siyahi olduğunu söylüyorsun. Daha pek çok böyle şaşırtıcı bilgi var. Bütün bu bilgilere nasıl ulaştın?
– Okuyarak! Ama yanlış anlaşılmasın Google’dan bulmadım bilgileri. Etiyopya’da dünyanın en eski kiliselerinden ve sinagoglarından biri var. Oradan başladım araştırmaya. Her bilginin kaynağını kitaba apaçık koydum. Arşivlere girdim, İsa’nın ilk resminin mozaiklerle tasvir edildiği en eski kiliseye gittim. Emin oldum. Yanlış bulgularım varsa da güncellemeye, doğru olanlarla içeriğimi hemen düzeltmeye hazırım. Ben yaşamdan başka taraf tutmuyorum.
Kitabın adı ‘Gör Beni’. Neyi görmemiz gerekiyor?
– Etrafımızda bedenlenmiş canın değerini görmeliyiz. Önemini anlamalıyız. Kadının toplumdaki yerinin, o toplumun kaderini tamamıyla belirleyecek en önemli ölçü olduğunu kavramalıyız. İstedikleri kadar yatırım yapsın hükümetler, eğer bir toplum ‘iyi anne’ yetiştirmiyorsa, dünyanın bütün parasını kasanda toplasan da gelişemezsin! Yatırım sanayiye yapıldığı kadar, annelere de yapılmalı.
HAKLARINI BİLEN HER KADIN CUMHURİYET KADINI OLUR
Sence kadın ne kadar değerli bu ülkede? Romanın başladığı yıllardan bu yana değişen bir şey yok mu?
– Ben savaş görmüş bir aileden geliyorum. Anneannem, İtalyanlar Bodrum’u bombaladıklarında silah tutmuş bir kadın. Kadın, kendisi izin vermediği sürece aşağılanamaz bir varlık çünkü çok güçlü aslında. Ama yine aynı kadın, istatistiklere göre en çok erkek tarafından öldürülen bir organizma. Toplumu doğurmasına, yani herkesi bir kadın doğuruyor olmasına rağmen, toplumun içinde en çok ezilen, dışlanan kadın. Neden? Çünkü annelik duygumuz bize belki de öyle bir empati veriyor ki, buna izin verir hale geliyoruz. Ama bu değişecek. Bir hormon var, oxytosin. İnsanı insan yapan, bağ kurmasını, değer bilmesini sağlayan bir hormon bu. Erkeğin tek oxytosin salgıladığı yer, orgazm olduğu an. Belki sürekli çiftleşme peşinde olması bu yüzden. Kimyasal dengesi yerinde bir kadın ise oxytosin’i hem orgazm anında hem çocuk doğurduğunda, emzirdiğinde hem de sevdiği birine sarıldığında, hatta gördüğünde bile salgılayabilecek berekette. Ben diyorum ki, dünya düzenini oluşturmakta kadının vizyonuna, empatisine ihtiyacımız var. Binlerce yıldır oxytosin fakiri erkeklerin kurduğu bu düzende, çocuklarımızı savaşlara kurban ederek yaşıyoruz. Kadınların direksiyona aktif bir şekilde, etraflarından onay beklemeden geçmelerinin zamanı geldi.
Cumhuriyet kadınları için neler söyleyeceksin?
– Haklarını bilen her kadın zaten Cumhuriyet kadını olur. Cumhuriyet hak bilmek, hakka sahip çıkmaktır. Allah bu hatunları başımızdan eksik etmesin diyeceğim. Cumhuriyet’in değerini bilmiyorsan zeka seviyen 90’ın kesin altında olmalı diye düşünüyorum. Hele hele Cumhuriyet’in değerini bilen kadınlar olması, bir vatana ancak hediye olabilir.
SEN DÜNYAYA HANGİ GÖREVLE GELDİN?!
Oğlun Baruh’a diyorsun ki kitabın ön sözünde, “Kendine sor, benim birinci görevim ne? Daima bil. Hisset. Affet. Keşfet. Kendine varmak için buradasın, gerisi illüzyon…” Bu, hepimiz için geçerli mi? Peki bizler, dünyaya hangi görevle geldiğimizi nasıl keşfedeceğiz?
-En iyi yaptığınız ve yaparken sıkılmadığınız, yorulmadığınız iş ne? Ama şuna dikkat edilmeli, insan dikkat çekmekten keyif alan, çektiği dikkatte kendini değerli hissettiği için kaybolan bir varlık. En çok keyif aldığınız şeyi sormuyorum… Dikkat edin, cevabınız hedonik olmasın.
“Fİ”, İTALYA’DA TANTANA YARATTI
BÜYÜK BİR LANSMANLA BU SALI PİYASADA
Diğer kitapların arasında bu kitabın yeri ne? Sen nasıl değerlendiriyorsun?
-Daha önce yazdığım her şeyden yine farklı. Yazılması gereken bir kitaptı. Bir hizmeti var, umarım başarır. Yaşamın emrine amade bir kitap bu. Bu yüzden, “Bu kitap, vatan topraklarında yaşayan, herkes için yazıldı!” diyorum.
İtalya’nın en büyük yayıneviyle anlaşma imzaladın. Seni rock star gibi karşılamışlar, dedikoduları buraya kadar geldi. “Fi” bu Salı, “Gör Beni” ile aynı tarihte, 22’sinde, tüm İtalya’da büyük bir lansmanla piyasaya çıkıyor. Neler hissediyorsun?
-Valla heyecanlıyım! Yayınevinin kocaman bir binası var, dev bir. Toplantı katına çıktığımda 25 kişilik bir ekip karşıladı beni. Genel müdürleri bile katıldı toplantıya ve kapının önünde bana sarılmak isteyen çalışanlar duruyordu. Kitabı herkes okumuş ve öyle bir kıymet gösterdiler ki çok mahcup hissettim kendimi. Hayata katkısı olsun, o topraklarda da anlaşılsın inşallah “Fi.” Hayat ve birlikte çalıştığım insanlara minnettar hissediyorum.