GERÇEKTEN müthiş bir adam Ufuk Koçak. Pazar günü başlayan röportaj bugün de devam ediyor.
Onunla sohbet edince insanın içi açılıyor. 99 depreminde üç gün enkaz altında kaldı, iki bacağını ve sevdiklerini kaybetti. Ama yılmadı, pes etmedi, kendine yepyeni bir hayat kurdu. Koçak, CMAS Dünya Serbest Dalış rekortmeni. Aynı zamanda, Kocaeli Konseyi Engelli Meclis Başkanı. Gerçi “engelli” sözcüğünden hoşlanmıyor, nedenini röportajda okuyacaksınız. Artı yaşam koçu ve TEDx konuşmacısı…
Yarın kitabı ‘Sınırsız’ın saat 13:00’de Emaar Akvaryum’da imza günü var. Tabii ki normal bir imza günü yakışmazdı ona! Vatozlar ve köpekbalıkları arasında dalış yapıp kitabını su altında imzalayacak. Böyle yaratıcı ve hayat dolu insanlara bayılıyorum. Ufuk, kim tutar seni, hayat senin, başarılarının devamını diliyoruz, seni çok seviyoruz…
– Gölcük’teki depremde 3 gün enkaz altında kaldın. Kurtarıldın ama bacaklarını kaybettin. O depremde anneni, teyzeni, kuzenini de kaybettin. Büyük acılar yaşadın. Ama pes etmedin, vazgeçmedin. Ve ikinci hayatın başladı… Şu anda Türkiye’nin ilk engelli dalış eğitmenisin. Dağa tırmanıyorsun, dalıyorsun, rüzgâr sörfü yapıyorsun, yelken yapıyorsun, engelli bireylere motivasyon ve moral koçluğu yapıyorsun. Serbest dalış rekoru kırdın. Likya yolunu 75 günde yürüdün. Keçi gibi her yere tırmanıyorsun. Kaplumbağalarla yüzüyorsun. Bütün bunlar olağanüstü…
(Gülüyor) Çok çok teşekkür ederim.
– Senin yaptıklarını başarmak için sadece fiziksel değil, mental güç de gerekiyor. Peki sen bütün bunları neden yapıyorsun? Nedir bu? Hayata meydan okumak mı, hayata tutunmak mı?
İkisi de değil. Ben hep sadece şunu söylüyorum: Hayat, onu yaşamayı bilen cesur insanların. Ben cesur olmaya çalışıyorum. Hayatı dibine kadar yaşamayı tercih ediyorum. “Engelli” denir ya, ben “engellenen” demeyi tercih ediyorum. Çünkü engelli olan aslında bizler değiliz; kaldırımlar, yollar, binalar, toplu taşıma araçları engelli… Ve tabii sevgiden mahrum olan insanlar engelli… Benimki, bizimki sadece uzuv kaybı… Ben olaya şöyle bakıyorum: Yaşadığımız bu ömrün tekrarı yok. Hayat, bir kere. Ben yaşadığım hayatın hakkını vermeye çalışıyorum. Engelli olarak nitelendirilen arkadaşlarıma da ilham vermek istiyorum. Bir insanın kulağın duymaması ya da gözünün görmemesi, hayatı dilediğimiz gibi yaşamamıza engel değil. Ben aslında “Omurilik felçlisi kardeşim! İşle ev arasında geçirme ömrünü!” diyorum. Hayat, çatlak bir bardağın içindeki su. Ve su, yavaş yavaş boşalıyor, ömür bitiyor. Ben istiyorum ki o suyu kana kana içelim. Engelli olmayalım. Bir sürü engelli insan var, sosyal engelli var, kültürel engelli var, fiziksel engelli var, sevme engelli var… Olmamak elimizde. Bizler “sınırsızız” aslında. Sınır yok. O sınırları koyan biziz. Koymayalım!
– Peki sen “Ben rol modeli olmalıyım” diye mi yola çıktın? Yoksa bütün bunlar kendiliğinden mi oldu?
Rol modeli olmak gibi bir derdim yok. Ben sadece bacaklarımızın olmamasının bizi durduramayacağını göstermek istiyorum. Hayatı ertelemeye gerek yok diyorum. Yaptıklarım sayesinde birilerine rol modeli olabiliyorsam ne ala. Pek çok insana koçluk da yapıyorum. Mesela geçenlerde Fethiye’de bir bacağı ve iki kolu olmayan genç bir kıza yüzme öğrettim. Birkaç saat içinde öğrendi. Nasıl mutlu oldu anlatamam. Ben de oldum. Dünyanın en güzel hissi, bir başkasına faydalı olabilmek, onu mutlu edebilmek. Bundan ötesi yok.
BACAKLARIM YOK AMA SÜREKLİ ATLAYAN, HOPLAYAN, ZIPLAYAN BİR BABAYIM!
– Bu kitabı yazmanın nedeni nedir?
Yaşadıklarımı, başıma gelenleri, yaşam felsefemi daha geniş kitlelere anlatabilmek. Yoksa yazarlık iddiasında değilim. Pek çok insanla tanışıyorum. “Şöyle şöyle dertlerim var, depresyondayım, hayata küstüm, param yok, işim yok, sevgilim yok, ben yaşama bir sıfır yenik başladım!” diyor. Bunların hepsi mazeret! İnsanlar hayatlarını erteliyorlar. Milyonlarca güzel şey yaşayabilecekken duruyorlar. Kuruyorlar… Oysa insan ömrü, göz açıp kapayana kadar geçen bir zaman parçası. Ortalama 80 yıl yaşıyoruz. Bunun uzaydaki karşılığı 0.05 saniye. Çok hızlı akıp giden bir süre yani. Hakkını verelim hayatımızın…
– Sen aslında diyorsun ki “Bize verilmiş en büyük ödül yaşam!”
Aynen öyle diyorum! Hayatımızın ne zaman biteceğini bilmiyoruz. Ben en güvenli yere, evime gittim, deprem oldu, 3 gün enkazda kaldım. “Yarın sabah görüşürüz” dediğim annemi, arkadaşlarımı kaybettim. O yüzden saçma sapan şeyleri dert etmeyi bırakalım.
– Bu kitapla ne olsun istiyorsun?
Okuyanlar ilham alırlarsa ne ala… Daha ne isterim? Kolay okunabilecek şekilde yazdım. İçine karakalem çizimleri de yaptık. Çok yetenekli bir üniversite öğrencisi arkadaşım Alara Kalafat çizdi onları. Görsel olarak da insanlara hitap etsin istedik. Çok yakın zamanda, sesli versiyonunu da çıkarmayı düşünüyorum. Beni o enkazdan çıkartan arkadaşlarımın canlı kayıtlarını da kullanmak istiyorum.
– Nasıl bu kadar komplekssiz olabiliyorsun?
(Gülüyor) Kompleks işe yarayan bir şey değildir ki! Kompleks ve ego, insanda tebessüm yaratmaz. Yenilen, içilen bir şey de değildir.
– Nasıl müthiş bir adam olduğunu biliyor musun?
Estağfurullah. Sadece insan olmaya çalışıyorum.
– Karın ve oğlun ne kadar gurur duyuyor seninle?
Onlar zaten benim en büyük desteğim.
– Eşinle nasıl tanıştınız?
Sosyal bir arkadaş ortamımız var, o grupta tanıştık. Trekkinglere, yürüyüşlere filan beraber gidiyorduk. Berna’nın eşim olmasını çok istedim. Onunla harika bir aile kurabileceğimizi hayal ettim. Kurduk da. Birbirimizi çok iyi tamamlıyoruz. O benim zıttımdır, ben çok konuşurum, çok heyecanlıyım. O ise çok durudur, sessiz sakindir. 14 yaşındaki oğlumuz Ekin ise biraz benden, biraz anneden. Ekstrem işlerde benimle gelir, baba-oğul kaya tırmanışına gideriz, sörf yaparız. Ortaokulu bitirdi, liseye hazırlanıyor. Klasik bir baba değilim anlayacağın, bacaklarım yok ama sürekli atlayan, hoplayan, zıplayan bir babayım!