“Londra İnsanları” serisinde Hazal Yılmaz’la karşınızdayım. Burada tanıştığım ve yaratıcı bulduğum Türklerle mini röportajlar, bu serinin amacı. Aslında sizin için değil, kendim için yapıyorum! Bir şeyler öğrenebildiğim insanları seçiyorum. Hazal Yılmaz onlardan biri. Çok okuyan, çok gezen, çok düşünen, çok yazan ve saksıyı farklı çalıştıran biri. “Merak” onun göbek adı. Çok yönlü bir dünyalı. Ankara Anlaşması’yla burada. Yazar olarak hayatını sürdürüyor. İlk kitabı ‘’Anlam Arama’’ çok başarılıydı, uzun süre çok satanlar listesinde yer aldı. İkinci kitabı da yolda. Hazal’la Londra’dan ve yazıdan girdik, veganlıktan çıktık…
Yazar… Gezgin… Dijital medya stratejisi… İçerik üreticisi ve Çok Gezenler Kulübü’nün kurucususun… Neyin peşindesin?
-Genel olarak içgüdülerimin! Varılması gereken hedeflerle değil, o tarafa giderken, karşıma çıkanlar karşısında verdiğim kararlarla, hayatın şekillendiğine inanıyorum…
Londra’da işin ne?
-Çok büyük bir karar ve planla gelmedim. Yine bir bavul yaptım. Param bir eve yetmeyeceği için, kendime kalacak oda buldum ve üç yıl önce Londra’ya taşındım. 9-5 bir işim yok. O yüzden, her gün kendime iş yaratıyorum. Çok seviyorum bu şehri. Bazen didişiyoruz, bazen sevişiyoruz.
Nesi benzersiz Londra’nın?
-Bir sabah kalkıyorsun, hemen evinin yanında kocaman bir park. O parkın içinde sincaplar dolanıyor. Ördekler, evleri olmadığı için parkta çadır kurmuş insanlar, rampalarda kaykay marifetlerini gösterenler, köpekleri ve çocuklarıyla gezen babalar da aynı parkta. Yaşadığımız dünya hakkında pek çok şey düşündürüyor bunlar sana. Metroya biniyorsun. 30 dakika sonra Brütalist mimarinin en harika örneklerinden birinde, Barbican’dasın. Kamuya açık masalarında oturup çalışıyorsun, yanında keman çalıyor biri. Kalkıyorsun. Tate Modern’de, sislerin arasında başka bir dünyada hissettiğin Olaffur Eliasson sergisini görüyorsun. Sonra otobüse atlıyorsun, ikinci katına çıkıp, gelen geçene bakınıyorsun. Brixton’da, bir zamanlar David Bowie’nin müzik yaptığı sokaklarda dolanıyorsun. Jamaika ritimleri geliyor bir yerden. Aaa sokak müzisyenleriymiş! Onlarla dans ediyorsun. Sonra hızını alamayıp, Peckham’a yürüyorsun. Otopark’ın üzerinde Frank’s Bar var. Londra panoramasını en güzel görebileceğin yerlerden birinde, güneşi batırıyorsun. Hop, overground, yani yer üzerinden giden metro. Bu sefer Dalston’da, kendi rakını alıp da gittiğin Mangal’dasın. Yemek üstüne Brilliant Corners’da, Afrika baslarıyla dans ediyor, hızını alamadıysan, Ridley Road Market Bar’da Karayip Adaları’na ışınlanıyorsun. Bu, sadece bir gün. Hüzünle neşe arasında. Bunun gibi pek çok başka hikaye yaşatıyor, bu şehir sana…
Bu şehirde sonsuz seçenek var
Peki bir yazar olarak burada yaşamanın avantajları ne?
-Londra, çok okuyan bir şehir. Metroda, otobüste insanları ellerinde dergi, kitap, Kobo, Kindle’lar. Kahvelerde bedava dağıtılan dergiler, yeni yazarlar, hikaye anlatıcılarla tanıştıran Libreria, School of Life gibi mekanlar, üniversitelerde dönemsel alabileceğin dersler, yazının sadece kitaplarda değil, duvarlarda da olabileceğini gösteren galeriler, sokaklar… Bugünlerde sorum şu: “Yazıyı nereye taşıyabilirim?” Duvarlarda devam eden kitaplar yazabilirim mesela ya da senaryo dersleri alıp, bir film kurgulayabilirim. Bazen sorgulatıyor, bazen hayallerimi dürtüklüyor Londra…
Başka nasıl besliyor?
-Şaşırtarak! Sabah kalkıyorum. Karanlık. “Off” diyorum bir an. Giyinip, dışarı çıkıyorum. On dakika sonra güneş, gökkuşağı, parkta boş bir bank. Tam yazmalık. Kanal kenarından yürüyorum. Botun içinden kahve uzatıyor biri. Bir diğeri, “Angel’a kadar gel bırakalım seni kanaldan!” diyor. Konteynerlerin arasından yürüyorum, birden kepenkler kalkıyor. Meğer Mezcal barıymış. Meksika’ya ışınlanmış gibiyim. Parkta yanıma bir köpek geliyor önce, sonra sahipleri yakınlaşıyor. Hafta sonu pikniğe davet ediyorlar. Sonsuz seçenek, sonsuz öğrenecek şey var.
Yazmak, biraz da hayat meselelerini çözmek çözdükçe yeni meseleler bulmak…
İlk kitabın çok ilgi gördü. Şimdi neler yazıyorsun?
-İkinci kitabı bitirmek üzereyim. Editlerine başlayacağım. İlk kitaptan sonra uzun bir süre düşündüm. Yazmak, biraz da hayatla meseleni çözmeye çalışmak, onları çözdükçe de yeni meseleler bulmak. O yüzden, son iki yılda okudum, sorguladım, merak ettim, daha çok okudum, okuduklarımla ilgili fikirler, kavramlar geliştirmek için uğraştım. Bu kitap biraz daha dünyalı. Sadece Türkiye’de yazan biri olmak değil isteğim…
ANKARA ANLAŞMASI’YLA BURDAYIM
Sen de Ankara Anlaşması’yla mı buradasın?
-Evet.
Ankara Anlaşması yeni jenarasyon Türkler için ne ifade ediyor?
-Bir “ihtimal” sanırım. Biz, şans eseri sürekli bir şeylerin ortasında kalmış bir ülkede doğmuşuz. Bu, bir yanıyla mücadeleci ruhumuzu beslemiş; diğer yanıyla ülke, politik olarak karışık dönemlerden geçtiğinde, Türkleri dünya sahnesinde hep arka planlara atmış. Bir pasaport sahibi daha olarak, dünyadaki şansımızı artırmak istediğimiz için buradayız. Ama tabii şu an, “Brexit sonrasında neler olacak, sadece İngiliz değil, Avrupa vatandaşı olma ihtimalinin oluru ne?” göreceğiz. Yine beklemedeyiz…
LONDRA’DAKİ TÜRKLER SON DERECE KOZMOPOLİT
Londra’daki Türklerin, Avrupa’daki diğer Türklerden farkı ne?
-80’li yıllarda politik sebeplerden sığınmış pek çok Kürt ve Türk… Expat olarak bilinen, iş sebebiyle buraya gelmiş Türkler… Benim gibi yeni dönemde Ankara Anlaşması’yla şirket kurarak taşınanlar… Üniversiteye gelip, sonrasında hayatını buraya taşıyanlar… Kıbrıslı Türkler… Buradaki Türkler son derece kozmopolit.
Her şey de ANLAM ARA!
Instagram adresinin adı neden Anlam-arama?
-Kelimeler üzerine çok düşünüyorum ve kullanmayı seçtiğimiz kelimelerin önemli olduğuna inanıyorum. “Anlam” ve “arama” iki anlamlı bir kelime. Anlam arama (aramak fillinin isim hali) ve anlam arama! (aramamak fiilinin emir kipi). Gördüğümüz şeylerin farklı hikayeleri, algıları, okumaları olabileceğini hatırlatıyor bana…
Londra’da sürünmeden yaşamanın yolları…
Londra, çok pahalı bir şehir. Sürünmeden yaşamanın sırrı ne?
-Londra, kirası ve ulaşımı çok pahalı olan bir şehir ama Paris, New York gibi metropol arkadaşlarının aksine, yeme-içme konusunda daha avantajlı. Michelin Yıldızlı ya da çeşitli sebeplerle isim yapmış PR mucizesi restoranlara gitmezseniz, marketler ve mahalle kahvelerinde, restoranlarında hem kreatif hem de uygun fiyatlı seçenekler bulabiliyorsunuz. Londra Notting Hill, Chelsea, Mayfair’den ibaret değil. Doğuya, güneye açılmak, eklektik yapısıyla tanışmak, Brick Lane, King’s Cross gibi bölgelerde sıkça karşınıza çıkacak arabalarda yemek yapan start-up’lara şans vermek gerek.
İngilizler, akşam saat 6’da karına içmeye başlar ve saat 11’de nakavt olurlar!
En çok ne öğretti burada yaşamak?
-Mücadeleyi. Çeşitliliği. Demokrasinin, hayatın akışına dahil olabildiğini, imza toplayarak mecliste yasaların değiştirilmesinde söz sahibi olabildiğini… İngilizler’in içmeye, 18:00’de aç karnına başladıkları için 23:00’de nakavt olduklarını, bu sebeple gece hayatının erken bittiğini… Tanışmak için “Neredensin? Ne iş yapıyorsun? Nerede oturuyorsun?” kalıbının çok kullanıldığını, bunun beni biraz sinir ettiğini. İstediklerine farklı yollardan giderek ulaşmayı. Kimliksizliği. Vize başvurusu için pasaportunu yollayıp, dört ay ülkeden çıkamadığın gerçeğini. Başka kodları önce fark etmeyi, sonra anlamayı, sonunda da adapte olabilmeyi… Mesela burada maillerde (!) işareti kullanmıyoruz. Bize heyecan göstergesi gelen, İngilizler için kabalık!
Dünyayı YAZARAK yaşayan biriyim
Yeni kavramlara, ilişkilere, insanlık hallerine, aşkın yeni tanımlarına, ölüme değiniyorsun yazılarında… Kısa yazılar… Hap gibi.. Küt bitiyor… Ama delip geçiyor… Yazar olarak kendini nasıl tanımlıyorsun?
-Yaşamı, bakarak ve dinleyerek algılıyorum, yazarak da anlatabiliyorum. Bazen üç sayfada, bazen üç satırda. Hayatın hemen pek çok alanında olduğu gibi edebiyatın da -meli -malı’larını sorguluyorum. Bence sanat; bir duyguyu, bir anı, didaktik olmadan karşındakine geçirebilmek, “Bunu, ben de yaşadım!” duygusunu hissettirebilmek. Kelimelerle oynuyorum, fonetiğini dinliyorum, kafamda bir melodi gibi akıcılığı olduğunda tamam diyorum. Bitti.
Seninki yeni zamanların, yeni bir yazı türü mü?
-Dün bir makale okudum. Uzak şehirlerde ya da uzak mahallelerde yaşayıp ilişkilerini sürdüren insanlara LAT (Living Apart Together) deniyormuş. Her şeyi, adlandırarak kalıplandırma isteğimiz üzerine düşünüyorum bu aralar… İsimlendirmeden anlayamıyoruz sanki. Ben dünyayı yazarak yaşayan biriyim. Böyle düşünüyorum. Bir unvanım, türüm yok…
Londra’da vegan olmak kolay mahalle bakkalarında bile vegan sosis Vegan peynir bulabiliyorsun!
Bir vegan olarak Londra yaşamak daha mı kolay? Daha mı zor?
-Dünyanın pek çok şehrine göre çok daha kolay. Burada sadece restoranlarda değil, süpermarketlerde, mahalle bakkallarında her türlü ürünü bulabiliyorsun. Canın sosis mi çekti? Tofurky var. Mozzarella mı özledin? Violife harika bir marka. Şarabın yanında peynir tahtası mı yapacaksın? La Fauxmagerie’den al. Canın döner mi çekti? What the Pitta!
Kaç senedir hayvan ürünleri yemiyorsun?
-İlk, 14-20 yaşlarım arasında eti bıraktım. O zaman kolektif bilinç ve okuyabileceğim kaynaklar bu kadar çeşitli değildi. Azalan demirime, takviye vermek yerine, “yeniden ete başlama şartı”nı koştu doktor. Yıllar içinde zaman zaman flexitarian, zaman zaman pescatarian (balık yiyen, et tüketmeyen) olarak hayatıma devam ettim. Dört yıl önce et, süt, ardından balığı da keserek vegan oldum.
Neden peki vegan olmayı seçtin?
-Hayvan çiftlikleri, mezbahaları, hayvanların bizim tabağımıza düşmeden önce neler yaşadığı, bunun küresel iklim değişikliği üzerindeki etkisi hakkında izlediğim belgeseller, okuduğum makaleler, kitaplarla, her şeyden önce düşünsel bir karardı. Sonra bedenimdeki etkilerini de hissettim. Daha dinamik, mide ağrıları ve hazımsızlık sorunları olmayan, hastalıkla pek karşı karşıya gelmeyen bir insanım. Ama veganlık, cildimizi, vücudumuzu daha güzelleştirecek bir diyet şekli olarak düşünülmemeli. Doğru, istikrarlı, bilinçli seçilmeli…
VEGANLIK POLİTİK BİR DURUŞ
Vegan, vejetaryan, plant based, flexitarian… Aralarındaki farklar ne?
-Veganlık, bir tür politik duruş. Daha iyi bir dünyada yaşamak, dünyaya verdiğimiz zararı ve karbon ayak izimizi azaltmak, sadece köpeklerin, yunusların, kedilerin, kuşların değil bütün hayvanların haklarını korumayı seçmek anlamına geliyor. Bu zaten kendiliğinden başka toplumlara, insanlara bakış açımızı da adaletli bir yere çekiyor. Vegan beslenmek yani bal, yumurta dahil hiçbir hayvan ve hayvan ürününü tüketmemek yanında, deri kullanmamak, kürk giymemek, hayvanlar üzerinde test edilen kozmetik ürünlerini almamak da demek… Vejetaryenlik, hayvanları yememek ancak süt ürünlerini tüketmek, peynir, süt, yoğurt, yumurta ile beslenmeye devam etmek…
Plant-based peki?
-Sebze, meyve, hububat ağırlıklı; işlemden geçmiş, paketlenmiş ürünleri tüketmeyen bir beslenme biçimi. Etin yerine geçmesi için sahte et, tavuk, balık adıyla (Beyond Meet, Impossible Burger gibi) pek çok ürün üretiliyor. Bunlar buğday glüteni, bezelye ya da pirinç proteininin fabrikalarda işlenmesiyle elde ediliyor. Etik nedenlerle eti bırakmak ama tadından vazgeçmek istemeyenler için oldukça akıllıca bir strateji. Aynı zamanda vegan ürünleri, et yiyenlerin gittiği zincir restoranlarına da bir alternatif olarak taşıyor. “Bir de bunu dene?” diyor. Ama tabii beraberinde, büyük bir market ve bunun üzerinden para kazanan şirketleri de doğuruyor. Veganlık, politik bir duruş. Bu yüzden, ben, veganlığın yükselen bir trend olması sebebiyle para makinesine dönüşmesine de karşıyım. “Mümkün olduğunca lokal yiyelim, lokali destekleyelim!” derim.
Günün birinde herkes vejetaryen mi olacak?
-Herkes flexitarian (et, balık, tavuk, süt ürünlerini azaltan, haftada 1-2’den fazla tüketmeyen) olsa, “Ben hayatta peyniri bırakamam, yoğurttan vazgeçemem!” gibi sabit fikirler yerine yulaftan, soyadan, kajudan yapılan alternatifleri en azından bir denese, harika bir başlangıç olur!
ENERJİMİ EN ÇOK “MERAK” TETİKLİYOR
Enerjin sürekli tavan mı? Avantajları ne?
– Yılda en az bir kez kan tahlili yaptırıyorum. Görünen o ki son dört yılda kan değerlerim giderek daha da iyileşti. Bilinçli besleniyorum, çok yürüyorum, hem düşünmek hem kafamı rahatlatmak için, yoga yapıyorum. Ve merak ediyorum. Enerjimi en çok, “merak” tetikliyor. Bir insanı, bir şehri, bir konuyu merak etmek adrenalimi, dopaminimi yükseltiyor.
Peki dezavantajları hiç yok mu?
-Benim karşılaştığım hiçbir dezavantajı yok. “Et yemiyorsan, protein alamazsın… Süt içmezsen kalsiyumun eksilir!” ön yargılarından başka. Önemli olan bilinçli beslenmeyi öğrenmek. Okumak. “Kalsiyum, D vitamini, demir hangi sebzelerde, hububatlarda var?” bunları bilmek. Büyük bir B12 miti var. Sadece veganlar değil, et yiyenlerde de düşebilen bir vitamin. Onu da eğer düşmüşse, yılda bir iğne olarak, besin mayası tüketerek ya da vitamin takviyeleriyle düzene sokabiliyorsun.
Bu konularla ilgilenenler ya da merak edenler https://www.livekindly.co , https://www.plantbasednews.org sitelerine, Eartlings, Game Changers, Forks for Knives belgesellerine bakabilir, Instagram’da hayvan aktivisti @earthlinged, vegan beslenen bir aile @emelernalbant, popüler kültürde vaganlık için @vegnews, yulaf, badem, fındıktan süt alternatifleri yaratan aynı zamanda PR stratejilerine ve sosyal sorumluluk projelerine bayıldığım @oatly, podcast serilerine başlayan @vevolution ve vaganlık üzerine harika bir kaynak @veganuary ‘i takibe alabilir. Önümüzdeki tek dezavantaj, hakkında araştırma yapmadığımız sabit fikirlerimiz.
FAVORİ VEGAN LOKANTALARIM
Senin favorin ilk 5 Vegan lokantan hangisi?
– İlk 5 çok zor ama her hafta, gerekirse her gün yerim diye düşündüklerim… Cook Daily, London Fields (Asya mutfağı). Pilpel, Spitalfiels Market (dünyada yediğim en iyi falafellerden biri). Hint yemekleri için Dishoom. Vegan sushi, yanında mükemmel sake olur mu? Olur. Uchi’de! Vegan burger konusunda çok seçiciyim çünkü ete benzeyen seçenekler değil plant-based ürünler arıyorum. En son keşfim Simplicity Burger, Shoreditch. Bir de İtalyan söylemeden olmaz. Purezza, Camden Town.
GELELİM ZERO-WASTE’E
Zero Waste nedir? Zero Waste lokantalar da yükselişte… Özellikleri ne?
-Zero-waste, en basit tanımıyla, hiç çöp çıkarmadan yaşamak demek. Maydanozun sapını, limonun kabuğunu değerlendirmek, artık kullanılmayacak hale geldiğinde yiyeceklerimizi gübreye dönüştürmek. Plastik ve paketli ürünler almamak. Kıyafetlerimiz de dahil olmak üzere hayatımıza giren her şeyi up-cycle (yeniden dönüşüm) etmek. İkinci el eşya, giysi almak. Londra’da bir zamanlar Brigton’da açılan dünyanın ilk zero-waste restoranı olarak adını duyurmuş Silo’ya veya Hetu, BYO, Get Loose Foods, Pipoca gibi dükkanlara giderek, zero-waste yaşam hakkında kitaplar, bilgiler edinmek mümkün. Çöplerin sadece kağıt, plastik, cam değil, yemek artığı olarak bile belediyelerce toplandığı bir şehirdeyiz. “Ben dünyaya daha iyi davranmak için ne yapabilirim ki?” diye düşünenler için bu harika bir başlangıç…