ÇÜNKÜ BİZ, SAFİYE’NİN KİMSEYE ANLATAMADIĞI ŞEYLERİ, KAFASININ İÇİNDEN GEÇİRDİKLERİNİ, HALININ ALTINA SÜPÜRDÜKLERİNİ, KENDİNE BİLE İTİRAF EDEMEDİĞİ ŞEYLERİ BİLİYORUZ
“İnci böyle bakmaz, Safiye bunu söylemez…” Bir karakterin neye, nasıl tepki vereceğine nasıl karar veriyorsunuz?
Deniz: Diyalogları ben yazıyorum, karakterleri ben konuşturuyorum ama Rana’nın ve ekibin, “Bu karakter onu demez! Böyle demez!” diyerek, beni uyardıkları oluyor. Çok iyi tanıdığımız insanlar haline dönüştükleri için, karar vermeden, sezgisel şekilde biliyor oluyoruz. Siz, annenizi ne kadar iyi tanıyorsanız, biz de Safiye’yi ve diğerlerini daha bile iyi tanıyoruz. Çünkü biz Safiye’nin kimseye anlatamadığı şeyleri, kafasının içinden geçirdiklerini, bastırıp unuttuklarını, halının altına süpürdüklerini, kendine bile itiraf edemediği şeyleri biliyoruz. E ona uymayan bir bakış, bir davranış, bir sesleniş hemen radarımıza takılıyor haliyle.
Rana: Artık o karakterleri o kadar iyi tanıyorsunuz ki, vereceği tepkileri, bir şeyi nasıl ifade edeceğini, içinizden bir yerden biliyorsunuz.
OYUNCULAR KARAKTERLERİNE ÇOK HAKİMLER
Oyuncular, senaryoya sadık kalıyor mu? Yoksa kendilerinden cümleler katıyorlar mı?
Deniz: Genelde sadıklar. Ama ağızlarına oturttukları oluyor. Ezgi’nin mizahi yönü çok kuvvetli. Mesela “minnoş gibi silme”yi o ekledi. Merve’nin de oluyor, çok da memnunuz bu durumdan. Çünkü onlar da karakterlerine çok hakimler, zenginlik katıyorlar.
Rana: Oyuncuların, doğaçlama yapması, senaristlerin çok da sevdiği bir şey değildir genelde. Ama öyle bir yerde, öyle küçük bir dokunuş yapar ki kimi oyuncu, size, senaryo için bile açar verir. Bizim oyuncularımız da tam böyle oyuncular. Arada da olsa, böyle küçük eklemeler yapıyorlar, çok da güzel oluyor.
EN FAZLA ON BÖLÜM DAHA SÜNDÜRÜLÜR SONRA BİTER, AYIP OLUR YOKSA!
Peki bir nokta gelecek, bütün sihirbazlıklarınızı yapmış olacaksınız. Tıkanmayacak mısınız? Hikaye, ne kadar sündürülebilir?
Deniz: Tıkanacağız! O, Allah’ın emri! En fazla on bölüm daha sündürülür, sonra biter. Ayıp olur yoksa. Herkes için eziyete dönüşür, o zaman da bir anlamı kalmaz. Heyecansız yazamam ben kendi adıma. Çağrı’yı biliyorum, o da inanmadığı şeyi çekmek istemez.
Rana: İsterseniz epey bir sündürülebilir. Tabii ki tıkanırsınız ama oradan çıkmanın iyi kötü bir yolunu bulursunuz. Ama bence güzel olan, hikaye işlevini tamamladığında, yani derdini anlattığında, “Tamam, bitti!” diyebilmek. Çünkü uzatmaya çalıştığınızda, yani buna zorladığınızda, karakterleriniz savrulmaya, hikayeniz odağından kaymaya başlıyor. Daha da önemlisi, siz, yazdığınız şeye inancınızı yitiriyorsunuz.
KESİNLİKLE YAŞAMIYORUZ! ARKADAŞLARIMI, YEĞENİMİ AYLARDIR GÖRMEDİM DESEM?
Her hafta, uzun metraj filmi gibi yazmak gebertici değil mi peki?
Deniz: Geberiyoruz! Sonra salı akşamı geliyor ve biz yakıtı fulleyip, tekrar diriliyoruz.
Rana: Kesinlikle! Yaşamıyoruz! Türkiye’de ulusal kanallarda yayınlanan bir iş yazmak, sosyal hayatınızın olmaması, vaktinizin çok büyük bir kısmını çalışarak geçirmeniz demek. Arkadaşlarımı, yeğenimi aylardır görmedim desem?
AĞALI, MAFYALI, AŞIRI BIYIKLI VE SİLAHLI DİZİLERİ İZLEMEM
Siz başka dizileri izleyecek zaman bulabiliyor musunuz?
Deniz: Ben dizimizi kaçırmam. Başka dizilerin ilk bölümlerine biraz bakarım. Ağalı, mafyalı, aşırı bıyıklı ve silahlı dizileri izlemem. Sinema ve tiyatroya çok sık giderdim, hele tiyatronun bağımlısıydım. 40’ların 50’lerin Amerikan sinemasını çok seviyorum. Psikolojik gerilimli dizileri. Seri katil belgesellerini ya da karakter üzerinden ilerleyen dizileri izlerim. Frances McDormand’ın oynadığı Olive Kitteridge’i mesela başa dönüp dönüp izlerim.
Rana: Ben yeni başlayan her işi izlemeye çalışırım. Kişisel zevkime hitap edenleri, etmese de, seyircide karşılık bulan işleri de, ara ara izlemeye çalışırım. Ama bu tempoda çalışırken, pek fırsat olmuyor. Bizim işin bile bazı bölümlerini yayın sırasında çalıştığım için sonradan izlediğim oldu. Bunun yanında yabancı dizileri de, izlemeye çalışırım. Polisiye ve gerçek hikayelerden uyarlanan diziler genelde ilgimi daha çok çeker.
MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ, TİYATRO BÖLÜMÜ MEZUNUYUM. İNGİLTERE’DE DE KONSERVATUVARDAN SONRA EĞİTİM ALDIM
Rana, sen İngiltere’de kamera önü oyunculuk eğitimi almışsın. Peki senaryo yazarı olmaya nasıl karar verdin?
Rana: Mimar Sinan Üniversitesi, Tiyatro Bölümü mezunuyum. İngiltere’de de konservatuvardan sonra eğitim aldım. Çocukluğumdan beri, oyunculuktan başka bir iş yapmak istemeyen biriydim. Evet, hep yazıp çizerdim ama bunu meslek edinmek aklımda yoktu. O yüzden, senaristliğe başlamam da pek karar vererek olmadı. Londra’dan döndükten sonra, 2010’da kaybettiğimiz okul arkadaşım Onur Bayraktar’ın kurduğu tiyatroda, Onur’un yazdığı metinleri oynadık. Ama özel tiyatroların ayakta kalmasının ne kadar zor olduğu malum. Bir süre sonra, kapatmak zorunda kaldık. İşte o dönemde, Kerem Deren’le çalışmaya başladım. Deniz’le de o zamanlar tanıştık. Sonra ben, “Senaristlik yapmak istemiyorum” deyip, oyunculuğa devam ettim. Fakat kişisel hayatımda öyle şeyler oldu ki, kendimi yine senarist olarak çalışırken buldum! Ve takip eden yıllarda, o dönem birlikte çalışmaya başladığım arkadaşım Bekir Baran Sıtkı yol arkadaşım oldu, birlikte birçok proje yazdık. Özetle, ben, senaristlik yapmak istemedikçe, hayat beni bu işe itti diyebilirim.
BEN BİR DÖNEM GAZETECİLİK YAPTIM… GAZETECİLİK, TÜRKİYE’DE HAKKI VERİLEREK YAPILMIYOR, YAPMANIZ DA BEKLENMİYOR
Deniz: Bir dönem gazetecilik yaptım. Ama yaratıcılık ve hayal gücü gerektirmeyen işlerden çok sıkıldığım için, imkanını bulunca bıraktım. Zaten yaptığım aslında gazetecilik değil, masa başı editörlüktü. Araştırmadan hap bilgi sunuyorduk, öyle hayat geçmezdi!
Gazetecilik, Türkiye’de hakkı verilerek yapılmıyor, yapmanız da beklenmiyor. Birgün’de çalışmak ideolojik bir tercihti benim için. Star’da ise profesyonel tarafını öğrendim ve sevmedim. Çeviri yapmaktan başka bir şey üretmiyordum. Kasvetliydi. Bir de mesai saatleri, o plazalar, o sistem kanımı dondurdu. Her sabah işe giden insanlara, Allah sabır ve güç versin. Yazıyla, aram hep iyiydi. Arkadaşım senaristti, “Gel yap!” deyince başladım. Hatta, Rana’yla da taa oralardan tanışırız.
BİRAZ KAŞİF RUHLU OLACAKSIN YOKSA HEP AYNI SULARDA YÜZERSİN!
Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Deniz: Kendine en dürüst olduğun, kim ne der, beğenir mi, ayıplar mı yadırgar mı kaygılarını, kapının dışında bıraktığın yerde başlıyor yazarlık. Sonrası hayal gücü, merak, kanamak, ağlamak, gülmek, ıkınmak ve doğurmak gibi insani vaziyetler… Biraz da kaşif ruhlu olacaksın, yoksa hep aynı sularda yüzersin.
Rana: Tıpkı okumak gibi; başka hayatların mümkün olduğunu görme imkanı… Tabii yazmanın okumaktan şöyle bir farkı da var; bu alternatif dünyaları sen kuruyor, sen yaratıyorsun.
TİYATRO, BENİM LUNAPARKIM
“Medet”, “Poz” ve “Yan Rol” tiyatro oyunlarını yazdın Deniz, hepsi de çok sevildi. Tiyatro tamam mı, devam mı?
Deniz: Tiyatro, benim lunaparkım. Diziler gelir geçer, tiyatro kalır. Çok sadığım. Bitsin şu pandemi de kavuşalım bir an önce. Zaten büyük özveriyle üretiyordu tiyatrocular, şimdi belleri çok büküldü. İnşallah kıymetleri anlaşılmıştır. Hak ettikleri kadar özlenmişlerdir. Şu pandemide, kafelerin kapalı oluşunu konuştuğumuz, kadar tiyatroları, sinemaları konuşmadığımızı görüyorum. Yazık.
YAŞASIN KADIN HİKAYELERİ!
Ertem Eğilmez, Yavuz Turgul, Atıf Yılmaz ekolünden söz edilir hep. Siz hangi ekoldensiniz?
Deniz: Rana’yla hep geyiğimizdi, bir gün Ece Melek olacağız demiştik hayalimizdi. İlk kez beraber çalıştık ve bence çok da iyi oldu. Onu ikna etmek yıllarımı aldı. Kişisel olarak da Charlie Kaufman’ı çok severim, örnek alacak olsam onu alırım. Ertem Eğilmez ve Yavuz Turgul da çok saygıdeğer ama biz kadınız. Kadın ekolleri sayacağımız ve sizin de soracağınız günlerin gelmesi dileğiyle…
Rana: Bu isimler, bizim izleyerek büyüdüğümüz isimler. Türk sinemasında, anlatı gelenekleri açısından da çok belirleyici olmuş isimler. Görsel hafızamızda da büyük izleri var kuşkusuz. Elbette, bizde de etkileri vardır. Ancak bizim yaptığımız işi, doğrudan birine ya da diğerine yerleştirmek pek kolay değil gibi. Ama ille de bir ekole yakın olmaktan söz edeceksek, ben Atıf Yılmaz demek isterim. Çünkü yaşasın kadın hikayeleri!
MASUMLAR’IN KADIN YÖNETMENİ ÇAĞRI VİLA LOSTUVALI’YA DA ALKIŞLAR
Bir de kadın yönetmeniniz var Masumlar’da: Çağrı Vila Lostuvalı. Onun varlığı bu diziye neler katıyor? “Kadını erkeği olmaz. Yönetmenin iyisi kötüsü vardır!” diye mi düşünenlerdensiniz?
Rana: Ben aslında öyle düşünenlerdenim. Yani kadın ya da erkek olmanın iyi ya da kötü yönetmen olmanın garantisi olduğunu düşünmüyorum. Bunu söylerken, ne yazık ki hala böyle bir ayrım yapan bir zihniyet olduğunun da elbette farkındayım. Umarım bizim işimiz de bu zihniyetin tamamen yıkılmasına katkı sağlar. Bu nedenle başta Çağrı olmak üzere, diğer yönetmenimiz Çiğdem’le birlikte ekibimizin büyük kısmının kadın olması, beni ayrıca mutlu ediyor. Çağrı’nın diziye kattıkları ise, tartışılmaz. Hem yönetmen olarak yaratıcı kimliği hem de kişiliğinin sete verdiği güzel enerji, Masumlar Apartmanı’nı bu noktaya getirdi bence.
ÇOĞU ERKEK, KENDİ BORUSUNU ÖTTÜRMEYİ SEVERKEN, TATMİN OLURKEN, KADINLAR GÜNÜN SONUNDA, “BİZ ÜRETİYORUZ. BİZ DEĞERLİYİZ”İ DAHA RAHAT SÖYLEYEBİLİYOR
Deniz: Çağrı iyi ki var! Bence, kadını- erkeği var bu işin. Çünkü kadın olmak, daha sofistike bir algı, iletişim ve duyarlılık. Çoğu erkek, kendi borusunu öttürmeyi severken, tatmin olurken, kadınlar günün sonunda, “Biz üretiyoruz. Biz değerliyiz”i daha rahat söyleyebiliyor. Daha fedakarlar, artı kiminin de annelik gibi bir fazladan mesaisi, adanmışlıkları, bölünmüşlükleri var. İşleri çok daha zor ama daha esnekler. Lakin, kötü yönetmenin cinsiyeti olduğunu sanmıyorum.