“Söz sanatları” inanılmaz önemli. Dünyayı şekillendiren sözdür.
Mesela Zerdüştilerin Avesta’sı… Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı…. Samsatlı Lukianos’un kitapları…. Dünyayı şekillendiren kitaplardır. Hatta Lukianos, dünyanın ilk kurgu bilim romanını yazmıştır. “Gerçek Bir Hikaye” adlı eserinde, Ay’a seyahati anlatmıştır. Binlerce yıl önce. Ve bunlar hala okunuyor.
Sonra Gılgamış Destanı var. Daha pek çok örnek sayılabilir. Edebiyat hep yol gösteren olmuş dünyada.
Tek tanrılı dinleri düşünün. Ortadoğu’dan çıkan üç kitap dünyayı değiştirmiş. Dolayısıyla, söz, değiştiriyor insanı. Onun için “Önce söz vardı…” diyoruz. Bu çok önemli. Sözden sonra oluştu her şey. Kur’an da “Oku” diye başlıyor. “O sana kalemle yazmayı öğretendir.” Ve rastlantı değil bunlar.
Fakat toplumlara göre değişiyor. Özellikle batı toplumları, düşünce eserleriyle dönüşürken, doğu toplumları, şiirle dönüşüyor.
.
Batı toplumlarında Montesquieu’nun “Kuvvetler ayrılığı” meselesi bir temeldi. Jean Jacques Rousseau ve Descartes’ın eserleri de öyle. Daha yakın zamanlara geldiğimizde, Almanya’da yaşayan filozof bir bilim adamının yazdığı kitap siyasi olarak tüm dünyayı değiştirmedi mi? Karl Marx’ın Das Kapital’i.
Engels’le beraber bu kitabı yazmasaydı, dünya bambaşka bir yer olacaktı. Mesela Sovyetler Birliği olmayacaktı.
Yani kitap, rafta kendi başına duran, açmazsanız hiçbir etkisi olmayan bir şey. Ama açtığınız zaman, masallarda, şişenin içindeki cinin çıktığı gibi, dünyayı birdenbire değiştirebiliyor. Batı toplumları bunlarla dönüşüyor.
Bize gelince, Osmanlı döneminde böyle çok filozof ve yazarlar olmadığı için -ki felsefe de yasak olduğu için- biz bu anlamıyla gelişmedik. Çünkü felsefe, varlığı sorgular. Varlığın sorgulanmasına da bir İslam şeriat devletinde izin verilemez.
Bu yüzden hatta rasathane bile yıkılmıştır. Padişah rasathane yaptırmıştır. Sonra, gericiler, “Rasathane olursa, meleklerin eteklerinin altını seyrederler!” diye yıkıyorlar. Bilimin olmadığı yerde felsefe ve sorgulama olamıyor. Bu da bizim çöküş nedenlerimizin başında geliyor.
Bizden şairler çıktı, vatan şairleri… Namık Kemal, Tevfik Fikret ve diğerleri… O dönemde yazılan şiirler bütün öğrencileri müthiş etkiledi. Manastır Askeri Lisesi’nde okuyanları da. Buna tabii Mustafa Kemal de dahil. Bu şiirlerden hareketle, o coşkuyla, bir devrim yaptılar. Jön Türk Devrimi’ni…
Sonra Cumhuriyet döneminde, Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’i öven şiirlerle insanlar örgütlendi, coştu. Türkiye’ye sol da şiirle, edebiyatla geldi. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal olmasaydı, Türkiye’de sol hareketlenme bu şekilde olmazdı. Türkiye’ye sol, “Das Kapital”i okuyarak gelmedi. Bu yazarları okuyarak geldi.
Hükümetin ısrarı, kültür alanında egemen olan sol kültürü yok etmek ve yerine İslami kültürü getirmek. Ama onda çok başarılı olamıyorlar. Çünkü kültür, kendi yatağında akar. Tüzüklerle, talimatnamelerle değiştirilemez.
Edebiyatın, bu kadar dönüştürücü bir etkisi var. Almanların yaşadığı 2. Dünya Savaşı travmasını, ben Heinrich Böll’den öğrendim. Günter Grass’dan öğrendim. Ve diğer Alman yazarlardan. Bütün bunlar bana derin Alman ruhunu gösterdi. Normalde tanıyamayacağım bir şey. Ve bu, yazarların politik güçleri ve analiz güçleriyle de ilgili değil. Yazarlar zaman zaman politik olarak yanlış yerlerde de durabilirler. Ama yazdıkları gerçekse, o bize müthiş bir şey anlatır.
Mesele Balzac’ı ele alalım. Balzac, devrim sonrası Fransa’da kralcıydı. Daha geri bir şeyi temsil ediyordu düşünce olarak. Ama bugün Fransa’da o dönemi anlayabilmek için Balsac’ın 96 ciltlik eserini okumaktan daha sağlam bir kaynak yoktur. İnsan ilişkilerini, iktisadı her şeyi oradan öğrenirsiniz. Çünkü doğru yazmıştır, doğruyu görmüştür.
.
Çevre meselesine de böyle yaklaşmak lazım. Çünkü dünyadaki en önemli meselelerden biri bu. Türkiye’de hele, daha da aşırı bir şekilde yaşıyoruz. Bazen tekneyle adalar arasında gezerken şaşırıyoruz hangisi Yunan adası, hangisi Türk kıyıları diye. Bir ölçümüz var, diyoruz ki: “Popcorn gibi beyaz evler varsa -siteler yani- Türkiye’dir, eğer yoksa Yunanistan’dır. Hakikaten bizim bütün deniz kıyıları, beton sitelerle dolu.
*
Şehirler arası yollarda giderken bir tek sağlam kalmış orman göremiyorum. Sadece yangın yüzden değil, maden ocakları, taş ocakları… Şu anda Zeytinlikler de gidiyor elden!
…
İnanılmaz bir saldırı altında Anadolu coğrafyası!
İtalyan bir gazeteci bana, “Halkınızın yaptığı seçimlere saygı duymalısınız!” demişti. Tamam ama ille de kabul etmek zorunda değiliz. Ben muhalifim.
Ben ona, “Roma’da kaç tane kaçak yapı vardır?” diye sordum. “Nasıl yani?” dedi. Dedim ki, “İllegal bir şekilde, kazmayı vurup yapılan yapılar?” “Olur mu canım öyle şey!” dedi. “Biz de oluyor” dedim. “İstanbul’un yüzde 70’i kaçak!” Burada, Bodrum’a da öyle. Koca yarımadada, küçücük bir ilçe belediyesi, inanılmaz bir mücadele veriyor bu kaçak yapılanmaya karşı. Ama canavarlar gibi saldırıyor ötekiler. Dolayısıyla, bu bilinci de bizim edebiyatla oluşturmamız gerekiyor. Edebiyat, insanların bilincinde ve bilinçaltında derin bir kavrayış yaratıyor.
.
Eğer bizim edebiyatımız, Ermeni meselesini, Rumeli Balkan göçü meselesini, Kürt meselesini, yani Türkiye’nin bugün uğraştığı pek çok meseleyi çok işleyip, katarsis dediğimiz bir seviyede, insanların bilince ulaşmasını sağlamış olsaydı, bizim halkımız öğrenmiş olurdu.
Yaşar Kemal, dünyanın ilk çevre yazarlarından bence. 1950’lerde Türkiye’nin en verimli ovası Çukurova’daki tarımın dönüşmesini… Kapitalizmin, yani traktörlerin, biçerdöverlerin, kimyasal tarım gübrelerinin girişiyle doğanın nasıl dönüştüğünü, o değişen doğanın da insan ilişkilerini nasıl dönüştürdüğünü inanılmaz boyutlarda anlatmış bir yazardır. Sonra o genç İstanbul’a geldikten sonra Deniz Küstü’yü yazdı. “Deniz küstü” ne kadar güzel bir laftır. Denizler küs bize şu anda. Şehirler de küstü. Boğaz’ı doldurmanın da yolunu arıyorlardır müteahhitler. İstanbul’da bir Boğaz kaldı çünkü. İstanbul yok! İzmir de aynı şekilde…
Dünyanın nüfusu 8 milyara yaklaştı. Ve bu hızla artıyor. İnanılmaz bir şey!
Cumhuriyet, 10 milyon nüfusla başladı. 1950’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusu 21 milyona ulaştı Bunu 6 milyonu şehirlerde yaşıyordu. 15 milyonu köylerde.
Şimdi 85 milyonluk bir nüfustan söz ediyoruz. Gelen mültecilerle birlikte nüfus 95 milyona dayandı. İnanılmaz bir kalabalık! Hiçbir organizasyon olmadan, kim nereyi bulursa yerleşti. Ve bu plansızlıkla bugünlere gelindi. Tabii ki çevre tahribatı başladı. Şu anda herhangi bir ıssız dağ, orman ya da dağ başı bulamazsınız. Hepsinde bir insan izi var. Bir yandan hükümet de bunu teşvik ediyor. Söylenecek çok şey var. Ama özetle söylemek isteğim şu: Edebiyat, hayatımızın içindedir. Bizi biçimlendirir. Doğru biçimlendirmesine, yardım etmemiz lazım. Ve bu çevre bilincini, kesinlikle dünyadaki para kazanma ihtirasına teslim etmememiz lazım…