Söz verdiğim gibi Yiğit Özşener röportajla karşınızdayıııım…
.
Onu Nil’in peşinden koşan “Özgür Çocuk” olarak tanıdık. Ezel’in Cengiz Atay’ı olarak Türk dizi tarihinin efsaneleri arasına girdi…
.
Kaybendeler Kulübü, Dedemin İnsanları gibi çok çok başarılı filmlerde de rol aldı. Derdi olan, insana dokunan karakterler seçmeye özen gösterdi. Hep üstüne katarak ilerledi, ilerlemeye devam ediyor.
.
Son olarak Gain’in yeni dizisi Cezailer’le karşımızda… Yine harikalar yaratıyor, döktürüyor Yiğit…
.
Cezailer, kafa açan, sorgulayan, sorgulatan acayip bi iş olmuş… “Normal nedir?”, “Normal kimdir” bunları kurcalayan bir iş…
“Her şey aynılaştı, çekilen diziler, senaryolar… Bu, bambaşka. Çok iyi bir ekip, kafalar genç ve dinamik” diyor Yiğit. Çok da haklı. Senaryosundan çekimlerine kadar hissediyorsunuz bu yenilikçi tarzı.. Emeği geçen herkesi kutluyorummmm
.
Yiğit’le uzuuunnn bi röportaj yaptık.. Gerçekten etkileyici biri Yiğit Özşener… “İyi ki tanımışım” dediğim insanlardan..
Şimdi sözü Yiğit’e bırakıyorum…
KENDİM İÇİN YENİ BİR ŞEY DENEDİM
Gain’deki yeni dizin, “Cezailer” bombaa! Acayip bir iş olmuş! Çok acayip bir kafa! Tüm ekip olağanüstü bir iş çıkarmışsınız. Senaryo çok başarılı, çekimler insanı ultra heyecanlandırıyor, içine çekiyor. Cast çok çok iyi, herkes rolüne cuk oturmuş. Ve sen inanılmazsın… Döktürmüşsün!!!!
-Ne güzel bunları duymak. Teşekkür ederim. Heyecanlıyım ben de. Kendim için yeni bir şey denedim. Daha doğrusu, deneme imkânı buldum. Çok gelmiyor böyle farklı işler.
Neden?
– Öyle işte. Gittikçe her şey aynılaştı, çekilen diziler, senaryolar… Ben de mümkün olduğu kadar iş seçmeye çalışıyorum. Cezailer’in senaryosunu okuyunca, “Sonucu ne olursa olsun, kesinlikle içinde olmalıyım!” dedim. Çok iyi bir ekip. Kafalar genç, dinamik. Ne yaptıklarını, nereye gitmek istediklerini biliyorlar, bu yolculuğa seni de katıyorlar. Çok severek çektik. Umarım seyirci de sever.
BİZ HEP SORUNLARI OLAN İNSANLARA ANORMALMİŞ MUAMELESİ YAPIYORUZ YA, SANKİ BİZ NORMALMİŞİZ GİBİ!
Dizi, psikiyatri tarihinin belki de en çarpıcı deneylerinden biri olan “Rosenhan Deneyi”ni tekrarlayan bir psikiyatrist Mert Güngel’in yaşadıklarını konu alıyor. Ne anlatıyor bu dizi bize?
-Normal nedir, normal kimdir? Aslında buraları kurcalayan bir iş. Ana teması böyle. Biz hep sorunları olan insanlara anormalmiş muamelesi yapıyoruz ya, sanki biz normalmişiz gibi. Normal ne ki? Bence ötekileştirme, ayrıştırma, hayatın her alanına sirayet ediyor. Belli insanlar, ellerindeki gücü kullanarak bazı insanları ötekileştiriyor. Ben de bu ötekileştirmenin, narsistik kişilik bozukluğundan kaynaklandığını düşünenlerdenim mesela. Öyle birinin de normal olduğunu söyleyemeyiz yani! O zaman biri bana söylesin, kim normal kim değil?
Sen nasıl bir kişiliksin?
-Obsesif! Çünkü oyunculuk obsesiflik gerektiriyor. O derinleşme başka türlü olamıyor. Tekst, her ne kadar yetkin olsa da benim ona oyuncu olarak bir şey katabilmem icap ediyor. Yoksa memur gibi ben o lafları söyleyip, giderim. Yapamıyorum ben onu.
Psikiyatrist Mert’in kariyeri için yaptığı bu deney, kısa sürede içinden çıkılmaz bi kabusa dönüşüyor…
-Ya evet, hiç onun yerinde olmak istemezdim!
Dizide neyin ne olduğunu ne zaman tam öğreniyoruz?
-Ortasından itibaren yavaş yavaş sezmeye başlıyoruz.
Mert’i canlandırırken ruh halin, duygu geçişlerin öyle gerçek ki… Nasıl beceriyorsun bunu?
-Murat Can da o konuda çok yardımcı oldu. Bunu böyle görsel bir teknikle değil de daha düz planlarla çekseydik, aynı etkiyi yaratmayacaktı. Ama Murat Can, bu iletişim dilini çok iyi kurdu. Açık kanallarda gördüğümüz aşk dizilerinden çok farklı bir çekim tekniği tabii. Daha hareketli. Belli anlarda, belli şeylere aşırı yoğunlaşıyor, yakınlaşıyor, sonra uzaklaşıyor. Dikizleme hissi yaratıyor izleyicide.
Sen, konuşmadan da oynayabiliyorsun. Mimiklerinle, bakışlarınla… Hele bu dizide, resmen korku, tedirginlik akıyor gözlerinden. İnsan, oyunculuğun hangi noktasında bu kadar ustalaşabiliyor?
-Ustalaşma değil aslında. Bence bunun tek kuralı var: Karşındakini dinlemek. Sadece kendi söyleyeceklerine odaklanmamak. Karşındakini aktif bir şekilde dinlersen, o dinlemelerde o dediğin bakışlar, mimikler her şey oluyor. Bir de o tiyatrodan gelen alışkanlık sanırım. Söylenmeyen ya da söylenemeyen şeyler, dile gelenlerden daha kıymetli. Bazen konuşma da aslında konuşulamayanları örtmek için yapılan bir şey haline geliyor. Hayatın bir yansıması gibi düşünebiliriz bunu. O alt metin denen şeyler.
Cezailer’e sen neresinden yakaladın?
-Bir kere, gençlerle çalışmak istiyordum. Uzun zamandır aklımda vardı bu. Değişik hikayeler, değişik teknikler beni heyecanlandırıyor. Ben Gül Oğuz’la çalıştım, şimdi de 32 yaşındaki oğlu Murat Can’la çalışıyorum. Çok güzel bir şey bu! Bir de iki kadın-bir erkek aşk hikayesi bulmak kolay ya da iki erkek-bir kadın… Ama böyle ters köşe işleri bulmak kolay değil. Olduğunda da bence yapmak gerekiyor.
Nasıl bir beklentin var bundan?
-Bilmem, belki başka gençlerle tanışmama sebep olur! Belki kıyıda köşede gizlenmiş bazı yaratıcı projeler vardır. O projelere kafa yorarız, belki yapma imkânımız olur. Niye olmasın ki?
CEZAİLER SÖZCÜĞÜNÜ, CEZAİ EHLİYETİ OLMAYANLARDAN TÜRETMİŞLER
Cezailerin türü tam olarak ne? Kara komedi, psikolojik gerilim, absürt komedi…
-Hepsi var içinde. Bizim de sette bazen kafamız karışıyordu. Ama hepsi var.
Nerede yayınlandığının önemi olmuyor mu iş senden çıkınca?
-İş kendi içinde tutarlı olunca nerede olduğunun çok önemi yok. Ha şu olabilir, birinde yüz bin kişiye ulaşıyordur, diğerinde iki yüz bin kişiye. Ama Gain’in böyle farklı işlere yatırım yapması müthiş.
Dizinin adını da zekice buldum: Cezailer…
-Evet. Cezai ehliyeti olmayanlardan türetilmiş. Benim de çok hoşuma gitti, “helal olsun” dedim.
Oynadığın her role inandırabiliyorsun bizi. Çok sahici oynuyorsun. Tiyatro kökenli olmakla mı ilgili?
-Tiyatronun verdiği bir rahatlık vardır mutlaka.
Sen nasıl rolleri seviyorsun?
-Hikayeye gerilim unsuru katan, belirsizlik katan rolleri. Çünkü bence hayatın en önemli özelliği belirsiz olması. Belirliymiş gibi yaşıyoruz ama aslında her şey belirsiz. Hayatı büyüleyici yapan da bu. Dolayısıyla hangi rol olursa olsun, ne kademede olursa olsun, buna göre seçmeye çalışıyorum.
Çok başarılı film ve dizilerde rol aldın “Kaybedenler Kulübü”, “Ezel”, “Dudaktan Kalbe”, “Bozkır” “Dedemin İnsanları” canlandırdığın karakterlerin hiçbiri birbirine benzemiyor…
-Böyle düşünmene sevindim. Buna dikkat ediyorum. İnsana dokunan karakterleri canlandırmaya uğraşıyorum. Senaryo marifetiyle bir şey yapan değil de kendi zaafına yenilen ya da kendi aklını kullanıp bir şeyler yapan roller… Yani senaryo yaptırdı diye yapmayan, hep belirsizlik ve gerilim unsurunu getiren roller tercihim. Seyircinin şunu diyebileceği, “Ya ben de onun yerinde olsam öyle yapardım!” “Ben bu adamı anlıyorum, dur bakalım ne olacak?” Ha dengede, ha değil durumu benim için çok kıymetli! Ama her zaman yakalanması kolay şey değil bu sözünü ettiğim. Senaryonun en temel malzemeyi vermesi gerekiyor ki oyuncular olarak bizler de “Hah bir de şöyle bir şey koyalım üzerine!” diyebilelim. Süreçte de gelişiyor bazı şeyler. Her oyuncunun süreçte aklına bir şeyler gelir.
Çalışması kolay biri misin?
-Aslında kolayım. Ama benden yetinmem istendiğinde zorlaşırım.
Nasıl yani?
-Bir şey geçiştirildiği zaman soğuyorum. Veya beş yüzüncü kez aynı şeyi yapıyorsak, verimsizleşebiliyorum. Bir sürprizi kalmıyor. Gelişecek alan, keşfedeceğim yer kalmıyor.
Bir oyuncu, her gün aynı performansta oluyor mu?
-Tabii ki hayır. “Show must go on” biraz afiş bir cümle. Herkes gibi insanız. Oyunculuk da bir meslek sonuçta. Gidip dışarıda rolle yaşamıyoruz. O hastalıklı bir durum.
Gittikçe iyileştiğini fark ediyor musun?
-Fark ediyorum ama fark ettikçe de daha çok malzeme istiyorum. Onun da öyle bir şeyi var. Senaryo çıksın, ona göre rol olsun. Çünkü oyuncu olarak, insan bilmediği alanlara girmek istiyor. Yoksa ne var, gidip lafları söylersiniz, “Eşyalara çarpmayın, hiçbir şey devirmeyin, kayıt, stop!” Paranı alırsın, çıkıp gidersin. Oyunculuk daha fazlasını isteme sanatı.
Biraz da geçmişe dönelim. Seni Nil Karaibrahimgil’in peşinden koşan “Özgür Çocuk” olarak tanıdık…
-Ya evet. 28 yıl geçmiş. O zamandan beri oyunculukla, sanatla iç içeyim.
Aslında mühendissin. Yıldız Teknik Elektronik’te okumuşsun. Hatta işletme mastırı da yapmışsın. “Mühendis kafası” diye bir şey var di mi?
-Var. Kimileri sever, kimileri kıl olur. Analitik düşünmeyi körükleyen bir eğitim o. Oyunculukta işime yaradığını söyleyebilirim.
Nasıl yaradı oyunculukta mühendis olman?
-Hikayenin tamamını görebilmeni sağlıyor. “Bütün”ün içinde rolü ve imkanlarını da… Sahne çekilirken, partnerimle aramdaki mesafeyi ölçebiliyorum. O mesafeyi ne kadar zamanda kat edebileceğimi, neyi ne zaman söylersem daha etkili olacağını tahmin edebiliyorum. Etrafta kim ne yapıyor, kamera nerede, o sırada her şeyi yerli yerine oturtabiliyorum. Oyunculuk, benim için kendini kaybetme müessesi değil. Kendinden geçme müessesesi hiç değil. Tüm bunları fark edebiliyor olmak önemli.
İZMİR, KARŞIYAKALIYIM!
Bu kadar derin ve entelektüel olmak zorlamadı mı seni piyasada?
-Ne kadar derin ve entelektüelim bilmiyorum. Kendimce bir bilgi birikimim var ama sonuçta bu piyasada faaliyet gösteriyorum. Ben zorluyorum, piyasa bir yere kadar cevap veriyor. Ortada bir yerde buluşuyoruz. Ya da gidiyorum başka şeyler yapıyorum. Tiyatroya bayağı bir mesai harcıyorum. Orada daha fazla karşılığını görüyorum. Öyle bir denge kuruluyor. Biraz da yaşadığın coğrafyaya adaptasyon gerekiyor.
Çok iyi derecede Fransızca ve İngilizce biliyorsun… Nereden?
-İzmirliyim. Ortaokulu Tevfik Fikret’te okudum. Fransızca’yı orada öğrendim. Lisede, Anadolu Teknik Lisesi’ne gittim, bir sene hazırlık okudum, İngilizce’yi de orada öğrendim. Geçmişten en çok hatırladığım, rahmetli babam yabancı dil bilmemizi her şeyden çok isterdi. Belki de o yüzden iki dili de çok iyi konuşuyorum.
Mühendis gencin oyunculuk serüveni nasıl başladı peki?
-Tiyatroyla. Ama ailede şu vardı, bu vardı gibi bir şey kesinlikle yok. Bir rol model yok. Verebildiğim cevap, elle tutulamayan soyut bir cevap. Tiyatro, bana içsel bir yolculuk gibi geldi. Biliyorum çok mantıklı gelmiyor kulağa ama onun peşinden gittim, onu zorladım.
İstanbul’da üniversitede mi tiyatroya başladın?
-Evet. Üniversiteye girince, ilk yaptığım şey, tiyatro kulübüne yazılmak oldu. Sonra orayı bıraktım, Stüdyo’nun seçmelerine girdim, Şahika benim hocam oldu. Şahika Tekand. 22 yaşındaydım, 94 yılıydı.
Hayatındaki en önemli kırılma noktalarından biri, yolunun Şahika Tekand’la kesişmesi o zaman…
-Tabii ki. Stüdyo’nun kişiliğim üzerinde etkisi inanılmaz. Ama şüpheci ve kolay teslim olmayan biri olduğum için, “Hah aradığım yer burası!” demem epey zaman aldı. Aradan seneler geçtikten sonra Şahika, “Bana en uzun süre Şahika Hanım diyen sen oldun!” dedi. Doğrudur. Mesafeyi korumaya özen gösteririm. “Acaba doğru yerde miyim? Hemen yelkenleri indirmeyelim.” Çünkü sürekli izlerim, gözlemlerim, keşfederim.
ARALIK’TA TEK KİŞİLİK OYUNUM BAŞLIYOR: AŞINMA
O yolculuk ne kadar sürdü?
-Devam ediyor. En son Şahika’yla bir oyun yaptık: Aşınma. Aralık’ta yine başlayacağım.
Tek kişilik bir oyun mu?
-Evet. Hayatımın ilk tek kişilik performansı. Çok işkence çektim ama bütün işkenceye değdi.
Anlatsana biraz konusunu…
-Çocukluğumuzdan beri, hayatımızda ilerlerken, aldığımız kararlarla ya da uyum sağlama çabamızla, nasıl aşındığımızı anlatıyor aslında. Neye, nasıl baktığımız, nasıl bahaneler ürettiğimiz, nasıl ilerlediğimiz… Seyirciden çok iyi dönüşler aldım.
Tek kişilik oyunlar çok zor olmalı. Hata payı yok, tekrar yok… Bir tür kendine meydan okuma mı?
-Meydan okuma değil de kendimi test ediyorum diyelim. Doğru, kolay değil. Pas atacak kimse yok, bir aksilik olursa el verecek kimse yok. Seyircinin dikkatini ayakta tutacak tek sorumlu sensin. O inişleri çıkışları yaratacak olan da sensin. Hata yaptığında anında görünür oluyor. Ama insan, kendisiyle ilgili çok şey öğreniyor.
Şu anda kariyerinin hangi noktasındasın?
-Kendimi, geçmişe göre, gelişmeye çok daha müsait bir noktada hissediyorum. Hani, “Şunu yaparım sonra bilmem nerede eve çekilirim, Güney’e giderim” filan yok bende. Aksine bir açlığım var. Bende bu açlık hep vardı. Sadece bazen karşılık bulamamaktan mustaribim. Ama o kadar da olur. Bizimki gibi coğrafyada…
Bir dönem de Kuleli Askeri Lisesi’nde öğretmenlik yapmışsın. Ne alaka?
-Evet. İngilizce öğretmenliği yaptım. Askerlikte, asteğmenken sınava giriyorsun, uzun dönem gitmiştim ben… İngilizcesi en iyi olan 3 kişiden biri seçildim. Askeri okullardan birine gönderiyorlar. Öyle de oldu. Ben İstanbul’la bütün ilişiğimi kesmiştim askere giderken. Hadi tekrar İstanbul’a döndüm. İngilizce öğretmeni olarak!
İyi bir öğretmen miydin?
-Evet. İyi anlatırım. Hiç bilmeyen birine bile anlatabilirim. Önce hazırlık sınıfı öğrencilerinin, daha sonra yüksek sınıfların İngilizce öğretmeni oldum. İlginç olan şu, hazırlık sınıfında bile, kimde liderlik vasfı var çok net görebiliyorsun: “Bu ileride Genelkurmay Başkanı olur, bu ileride şöyle bir şey olur” diyebiliyorsun. Eminim sivilde de böyledir. Beni zenginleştiren bir deneyim oldu.
KİMİNLE KONUŞSAM AYNI ŞEYİ SÖYLÜYOR: ZAMAN SANKİ DAHA HIZLI AKIYOR!
50’lere hoş geldin… Hayatının nasıl bir dönemindesin?
-Kendimi iyi hissediyorum. Yaş almakla ilgili bir derdim yok, hiç olmadı. Sadece zamanın daha hızlı aktığını fark ediyorum. Ama kiminle konuşsam aynı şeyi söylüyor. Sonra üretmeye daha açığım. Benimle üretmek isteyen insanlarla da daha kolay iletişime girebiliyorum. Daha açık, daha teslimiyete yatkın biri oldum.
Hayattaki meselelerin neler?
-Yaptığımız işin, memleketimizde, “Ne olacak ki eğlence sektörü! Bunlar, eğlence…” şeklinde algılanmasından, dizilerde abuk sabuk şeylerin normal karşılanmaya başlanmasından, toksik ilişkilerin insanların gözüne sokulmasından şikayetçiyim… Bunlar çok can sıkıcı. Daha sorumlu davranılması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, yaratıcı endüstri tarafının da “Ne yapalım, seyirci bunu istiyor!” demesini ya da bunun arkasına sığınmasını zavallılık olarak görüyorum. Oyuncular olarak bizim de sorumluluğumuz var. Ben bambaşka dizilerle büyüdüm. “Bizimkiler”le, “Süper Baba”yla büyüdüm. “Üzgünüm Leyla”yla büyüdüm. Hatta onda oynadım da. Dolayısıyla, nasıl bir farktan bahsettiğimi okuyucular anlayacaktır. Böyle bir derdim var. Üzüntüm de var.
BUNLARA TAKILIYORUM: ÖZENSİZLİK, DİKKATSİZLİK, İŞ ŞİŞİRME, SORUMSUZLUK
Çalışkan bir adam mısın?
-Çalışkanımdır evet.
Kendinle ilgili sevmediğin özelliğin ne?
-Bazen çok takıntılı olabiliyorum.
Nelere takılırsın?
-Bir işin yapılış şekline… Kötü yapılmışsa takılırım. “Amaan boş ver!” diyemem. Ben teslim etmekte zorlanırım. Çünkü maalesef çıkacak bazı sorunları önceden görürüm. O sorunlar da çıkar. O zaman da derler ki bana, “Biraz rahatla!” Ama rahatlarsam, bu sefer problemleri tamir etmekle uğraşacağım! Bu tür şeylere takılıyorum. Özensizlik, dikkatsizlik, iş şişirme. Sorumluluk duygusu mu fazladır nedir?
Türk Hava Kurumu’ndan 16 yaşında planörlük brövesi almışsın… Doğaya düşkünsün, doğa yürüyüşleri yapıyorsun… Aynı zamanda deniz tutkunusun… Yelken ve dalış sertifikan var…
-Aynen öyle! Beni besleyecek her şeye varım! Bunların hiçbirini profesyonel olmak için yapmadım. Herkese de tavsiyem, bir şeyi profesyonel olmak için yapmak zorunda değilsiniz. Çünkü onun içinde, kendinizle ilgili bir şeyler öğreniyorsunuz. Başka insanlarla ilgili de bir şeyler öğreniyorsunuz. Genelde bu ebeveynin çocuğa baskısıdır: “Şunu da yapsın bunu da yapsın!” Bir çocuğun maymun iştahlılık yapabileceği dönem vardır. İlla onu olimpiyat şampiyonu olmak için yetiştirmek zorunda değiliz. Senin çocuğun ille de uzaya roket atmak zorunda değil ki. İyi insan olsun. Başkalarına da iyilik yapsın, ona da iyilik yapsınlar.