Yoksa biz de mi emanet zamanda yaşıyoruz?
Harika bir kadın. Gözlerine bakar bakmaz sevdim. Neyse adı, enerji- menerji, elektrik tuttu. Adı Defne Suman. Siz de tanısanız seversiniz. Sonra Doğan Kitap’tan çıkan son romanı, ‘Emanet Zaman’ı okudum ve ona duyduğum sevginin sebepsiz olmadığını anladım. Sıkı bir edebiyatçı. Roman da çok sıkı bir roman. Defne Suman’ın ilginç bir hikâyesi var, doktorayı ve akademik dünyayı elinin tersiyle itip, dünyayı dolaşmış bir sosyolog o. Tayland, Laos, Hindistan ve Malezya’da yaşamış, öğretmenlik yapmış. Hepsini de yalnız yapmış. Bu arada, yogaya merak salmış, hoca olmuş, bu sefer yoga peşinden dünyayı dolaşmış. Aşkı da, Amerika’da Yunanlı bir adamda bulmuş. Onunla evli şimdi. Amerika-Yunanistan-Türkiye hattında yaşıyor. Ve sürekli üretiyor. Çok ışıklı, çok aydınlık ve çok yaratıcı bir kadın. Eski İzmir’i ve büyük İzmir yangınını anlattığı romanı kaçmaz! Çünkü bu yaşadığımız karanlık günleri daha iyi anlamamıza sebep oluyor. Bugünle paralellikler kuruyor ve kendimize şu soruyu sormamıza yol açıyor: “Biz de mi şu anda emanet zamanda yaşıyoruz?
Sizi tanıyalım…
-İsmim Defne. Annem, yazar Sevgi Soysal’ın kızının isminden ilham almış. Babam da, “Uluslararası bir isimdir, gezerken kolaylık olur” demiş. O sırada ikisi de turist rehberi olarak çalışıyormuş. Ondan mıdır nedir ben hem çok okuyan hem çok gezen biri oldum.
Eğitim?
-Boğaziçi Sosyoloji. Orada yüksek lisans yaptım. Tezimi Profesör Nilüfer Göle’nin yanında yazdım. Araştırma görevlisi olarak çalıştım. Sonra bir gün, tam da doktoraya gidecekken vazgeçtim, Uzakdoğu’ya gittim. Yoga öğrenmeye başladım. Şimdi yoga öğretmenliği yapıyorum ve roman yazıyorum.
Sosyolojiye merak salmanızın nedeni neydi?
-Lise 1’e geçtiğim yaz, başıma nefis bir şey gelmiş ve Joan Baez’la tanışmıştım! İstanbul Müzik Festivali’ne gelmiş ve aklımı başımdan almıştı. Onun hakkında her şeyi öğreneceğim derken, önümde yepyeni bir dünya açıldı. 1960’lı yılların dünyası, ‘68 öğrenci hareketi, pasif direniş, Woodstock ve hipiler… Hepsiyle o yaz tanıştım. Toplumsal hareketlerden çok etkilendim. Hayatımı, ‘toplum’ denen o organizmayı, onun dinamiklerini inceleyerek geçirmek istediğime karar verdim. “Kimler bu işi yapar?” diye anneme sordum. “Sosyologlar” dedi. Karar verilmişti!
Peki sonra neden akademik dünyadan vazgeçtiniz?
-Amerika’da antropoloji doktorası yapacaktım. UCLA’den de sekiz senelik burslu kabul almıştım. Gitmek üzereydim. Bir yandan da çok âşıktım. Hep benden kaçan, bir türlü bana bağlanamayan bir adama. Kiralık evlerin listesine bakarken birden kendimi orada, Los Angeles’da hayal edemedim. O hırslı akademisyenlerin arasında, yapayalnız olmak istemedim. Bilgisayarın klavyesine alnımı dayadım ve “Gitmeyeceğim ben!” dedim…
Sizi, hayat mı çağırdı? Ne fark ettiniz de gitmediniz?
-Beni içimden bir ses çağırdı. Gelecekten bana seslenen ben, belki de! Akademik üretimin beni artık tatmin etmediğini anlamıştım. O ara, doktorasını yeni tamamlamış bir arkadaşım İstanbul’a gelmişti. Ona dert yandım. Dedim ki, “Bizim yıllarca kafa patlattığımız bir satır cümleyle, romancılar, bütün bir hikâye örüyorlar.” O da bana cevap olarak, “Defne, roman yazabiliyorsan zaten hiç doktorayı düşünme, git roman yaz!” dedi. O anda kararımı verdim. Yazacaktım artık. Tez değil. Hikaye, roman, kurgu…
Peki bunca yıl hiç pişman olmadınız mı?
-Yok asla! Beni uzaktan çağıran ses haklıydı. Beni çağırdığı hayatta mutluluk vardı…
O mutfağın ortasında hayatımda gördüğüm en güzel erkek duruyordu
Her şey iyi güzel de, dünyayı gezmek ne alaka… Nereden esti? Ve neden Tayland, Laos, Hindistan, Malezya…
-Valla, doktoraya gitmeme kararını verince, bir süre ne yapacağımı bilemedim. O âşık olduğum adam beni külliyen bıraktı. Sonra bir gün, hiç aklımda yokken şak diye şöyle deyiverdim: “Ben dünyayı gezmeye gidiyorum!” Hemen o gece internet başındayım. Gönüllü iş yapmak isteyenlerle, gönüllü çalışacak insan arayan kurumlar arasında köprü kuran bir site buldum. Hemen özelliklerimi girdim. “Öğretmenlik yaparım” dedim. Sosyoloji, İngilizce, icabında matematik, felsefe, ne olursa öğretirim. Ertesi gün Tayland’ın kuzeydoğusundaki bir yüksekokuldan cevap geldi: “Sosyoloji dersleri verecek bir gönüllü arıyorlardı!”
Ne güzel! Sosyoloji öğrettiniz mi çocuklara?
-Valla önce İngilizce öğrettim. Çünkü tek kelime İngilizce bilmiyorlardı! Bana bir ev vermişlerdi. Mekong nehrine bakıyordu, iki katlı kocaman bir ev. Tek başıma oraya yayıldım. Salonun ortasına hamak bile kurdum. Bisiklet aldım. Okula bisikletle gidip geliyordum. Televizyon yok, telefon yok, internet sadece internet kafelerde var. Küçücük bir kasabaydı yaşadığım yer. Sonra Laos’a geçtim. Bir süre de orada çalıştım. Ardından Hindistan geldi. Sonra Malezya… Bütün bu Uzak Doğu serüveni sırasında aslında çok önemli bir şey oldu ve ben yogaya başladım. Tayland’da sadece beş ay kalacaktım. Yoganın peşinde dolaşarak, oralarda üç yıl geçirdim. Sonunda da bir yoga hocasının peşinden Amerika’ya kadar uzandım…
Amerika’da başınıza gelen en önemli şey neydi?
-Amerika’ya da yoga eğitimi için gittim. İyi de bir hoca hocası buldum. Beni çömezliğe kabul etti. Sonra da dedi ki, “Yunanlı bir arkadaşım var. Gel seni onunla tanıştırayım. Hatta bir akşam bizim eve gelin de bize yemek pişirin.” Gittim. Evin çok güzel bir mutfağı vardı. Camlarda renkli vitraylar, bol ışıklı. O mutfağın ortasında hayatımda gördüğüm en güzel erkek duruyordu! Döndü, beni görünce sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcacık gülümsedi. İşte o tebessüm Amerika’da başıma gelen en önemli şeydi! Onca yıllık yalnızlıktan sonra aşkı bulmuştum. Evlendik.
AŞK, HAYAT DEMEK!
Yoga size ne ifade ediyor?
-Yoga, benim için ‘yuva’ demek. Şu dünyanın ortasındaki ‘kendi merkezim.’ Biraz da çocukluğum aslında. Olduğum yerde, mutlu, tatminkâr ve tastamam olma hali yoga…
Aşk ne ifade ediyor?
-Aşk, hayat demek. Aşk; hissetmek, yaşamak, insan olarak bu dünyaya gelmenin hakkını vermek demek… İlla ki, bir insana duyulması da şart değil. Gizli bir kaynak var içimizde, oradan çıkan hislerle dünyaya dokunmak demek aşk… Böyle düşününce insan bahara da âşık olabiliyor, bir kitaba da. Tutkuyla sarıldığımız her iş, aşk aslında. Aşk, biraz da gençlik demek. Sadece gençler âşık olur anlamında söylemiyorum elbette. Âşık olma becerimizi taze tuttuğumuz sürece genç kalıyoruz!
ZİHNİMİ ESNETMEYİ ÖĞRENDİM EN ÇOK
Edebiyat ne ifade ediyor?
-Edebiyat biraz yoga gibi. Kendini arayış serüveni. Dönüşmek, evrenin tek değişmezi. Her şey durmadan dönüşüyor. Hal böyle iken, bizim kemikleşmiş bir varlık olarak hayata devam etme konusundaki ısrarımız sadece yoruyor. Edebiyat sayesinde başka birisi olmanın tadına bakabiliyoruz. Edebiyat bir yandan bir zihin jimnastiği, öte yandan ötekini anlama yolunda çok önemli bir adım. Ben en çok roman okumayan insandan korkarım! Bir başkasının dünyasını nasıl anlar roman okumayan birisi?
Bu kadar seyahat etmek ve farklı kültürler tanımak size en çok ne öğretti?
-Demin bahsettiğim şeyi: Kemikleşmiş bir tane ben yok! Davranışlar, düşünceler, inançlar hepsi değişebilir. Özgürlük, bir yerden bir yere koşmak değil, yeniye alan açabilmek. “Ben hayatta yapmam!” cümlesini dağarcığımızdan çıkarabilmek. Bunca yıllık hayat serüvenimde, zihnimi esnetmeyi öğrendim en çok!
Bu topraklar kaynıyordu o zaman da, şimdi de…
Gelelim son kitabınız ‘Emanet Zaman’a. Yüzyılın başında geçen harika bir tarihi roman. Nereden esti?
-Aklımda hiç İzmir ya da tarihi roman yoktu bu kitaba başlarken. Büyükada’da 1980’lerde geçen bir roman yazmak istiyordum. Başladım da yazmaya. Fakat kalemim, devamlı evin içinde dolaşan babaanneyi, dedeyi, büyük halayı tasvire gidiyordu. Ben tam çocuğun gözünden bir sahne yazacağım, dede balkona giriyordu, dedenin İzmir’den geldiğine dair bir cümle düşüyordu, ardından babaanneyle nasıl tanıştığını da söylemek gerekiyordu filan derken anlatıcımız, “Benim bir de hiç konuşmayan halam vardır. İzmir’de bir köşkün kulesinde oturur. İsmine Şehrazat derler, kimse de yaşını bilmez” diye kulağıma fısıldayınca teslim oldum! “Şu Şehrazat’ın peşine bir düşeyim” dedim. Ben önceden tasarlamıyorum romanları. Genellikle karakterlerle mülakat yapıyorum. Gerçekten! Hem de bilgisayara da değil, deftere yazıyorum. Bu romanı yazarken de her sabah defterimin başına geçtim, sordum: “Şehrazat bugün bana ne anlatmak istersin?”. Bekledim ki kalem kendi gitsin gelsin bir süre. Böyle çıktı diğer karakterler, o eski dünya ve İzmir…
Peki bu romanı yazmanızın özel bir sebebi var mı?
– Konuşmayan bir Şehrazat var burada. Üstelik ölmüyor da. Kimse yaşını bilmiyor. Belki yüz yaşında, belki daha çok. Yüz yıldır konuşmadığımız meseleler var bu ülkede. Bir tanesi de İzmir felaketi. Biz, tarih derslerinde öğrendiğimiz basmakalıp bir cümleyi, “Yunan’ı denize döktük”ü tekrarlayıp duruyoruz ama hiç bir zaman denize dökülenlerin İzmir’i vatan bilen Rum halkının kadınları, çocukları, ihtiyarları olduğunu bilmiyoruz. Büyük İzmir Yangını’nı kim çıkarmış diye tartışıp duruyoruz ama o yangının sonrasında İzmir’in Hıristiyan nüfusunun neredeyse tamamının şehirden ayrıldığını, ayrılmak zorunda kaldığını ve bir zamanlar çok sesli, çok uluslu, zengin bir kozmopolit liman kenti olan Smyrna’nın tek dilli, tek uluslu İzmir’e dönüşmesinin kaybını konuşmuyoruz. Bu kaybın, toplumsal bilinçaltımızda açtığı yaraya bakmıyoruz bile. Dilsiz bir Şehrazat biraz da bu suskunluğun sembolü…
Roman, eski İzmir’in öyküsü ama günümüzle de pek çok paralellik var, sizden dinleyelim nedir onlar?
-‘Emanet Zaman’, 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nda başlıyor. Meşrutiyet’in ilanı, Balkan Savaşları, Birinci Dünya savaşı, Kurtuluş Savaşı… O zaman da büyük dönüşümler, özgürlük hayalleri, isyan eden halklar ve onları bastıran güçler, savaşlar ve aynı bugünkü gibi korkunç bir mülteci krizi var. Aslında bugün hepimiz, üç kuşak yukarıdaki büyükanne, büyükbabalarımıza bakarsak, onların tam da bu dönem olduğu gibi, hep bir yerlerden sürülerek Türkiye’ye ulaştıklarını görürüz. Aynı bugün yollara düşmüş Suriyeli mülteciler gibi o zaman da Balkanlar’dan, Rusya’dan, Girit’ten insanlar topraklarından ediliyor, ya da kaçarak geliyorlardı. Bir yandan da Anadolu’nun Hristiyanları yerlerinden ediliyor, kaçıyorlar veya mübadele ile Yunanistan’a gönderiliyorlardı. Bu topraklar kaynıyordu. O zaman da, şimdi de…
Hadi bir sosyolog olarak tespitlerinizi söyleyin, biz ‘geri’ye mi gidiyoruz? Osmanlı İzmir’inde çeşitli kültürler farklı dinler ve diller barış içinde bir arada yaşayabiliyorken, artık mümkün değil mi?
-‘Medeniyet’, bildiğimiz anlamıyla çöküyor! Bu illa ki geri gitmek olarak yorumlanmamalı. Zaten geri gidilmiyor, her şey dönüşüyor. Ama şiddet artıyor, vahşet, açlık artıyor. Korku, ruhlarımızı ele geçirdi. Korkuyu unutmak için tüketiyoruz. Bırakın farklı kültürlerin yan yana durmasını, ayrı iki fikirde aynı kültürden insanın bir masada oturması bile zorlaştı artık…
Peki neden ‘emanet zamanlar’? Biz de şimdi, emanet zamanlarda mı yaşıyoruz?
-20’nci yüzyılın başında dünyanın her yerinde savaşlar, kıyımlar ve zulüm yaşanırken, İzmir’de hayat, vur patlasın, çal oynasın devam ediyor. Dağların ötesinde Türk ordusu ile Yunan ordusu çarpışıyor, İzmir kafelerinde şarkılar söyleniyor, mehtap sefalarına çıkılıyor, hayat devam ediyor. Kimse, bir sabah uyanıp da köylerden çoluk çocuk kaçan insan kafileleriyle karışılacağını hayal etmiyor. Oysa geri çekilirken, Türk köylerini ateşe veren Yunan ordusundan ve intikam için Rum köylerine dalan Türk ordusundan kaçan yüzbinler, bir gecede İzmir’i doldurmaya başlıyor. İzmir’in insanları hâlâ bunun ucunun kendilerine dokunacağını düşünmüyorlar. Köylüler, limanda kamp kurarken hâlâ Kordon kafelerinde gündelik hayat devam ediyor. Ta ki büyük yangın İzmir halkını da yerinden, yurdundan, evinden ve değişmezliğine güvendiği hayatından edene dek! Bu açıdan bakınca, o vur patlasın çal oynasın zamanlar, aslında emanet ve romanın kahramanı Avinaş’ın hikayede söylediği gibi, “Bu gamsız vakitleri teslim etme tarihi hızla yaklaşıyor!” Bizim de yanı başımızda nice acılar yaşanırken, gündelik hayatlarımıza devam ettiğimiz doğru. İzmir halkı gibi bir sabah uyandığımızda kendimizi bir yangının ortasında bulup gamsız günlerimizi tarihe geri verecek miyiz?
Sizce verecek miyim?
-Bilmiyorum. Belki hâlâ vakit varken bu sefer buna engel olabiliriz… Açgözlülüğe ve öfkeye dur diyebiliriz. Ben daima umuttan yanayım. Şefkat ve cesareti besleyerek, iyi olanı koruyabiliriz. Üstelik bunu hayalperestlik olarak değil, zor zamanlarda delirmemek için alınacak kurtarıcı bir tavır olarak görüyorum…
Kameraman: Fethi Karaduman