Zzzrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr.
31 Mart 2015
-Alo?
-Merhaba Ayşe Hanım. Ben Zeyno Baran. Sizi Umre’ye davet etmek istiyorum…
-Nasıl yani?????
-Gazetede 2015 dileklerinizi okudum. Umre’ye gitmek istediğinizi yazmıştınız…
-Evet, istiyorum. Daha önce tanıştık mı? Çıkaramadım. Ama isminiz bana yabancı gelmiyor…
-Bizim pek ortak tanıdığımız var aslında. Kayınvalideniz de bunlardan biri. Ortağım Fatih Enginsel’le, “Karmik Şifa” diye bir merkez kurduk. Quantum’la ilgileniyoruz. Dinimizin en önemli, dünyanın de en büyük enerji merkezi Kabe’ye seyahat düzenliyoruz. Sizin yazınızı da okuyunca dileğinizin gerçekleşmesine ön ayak olmak istedik. Vizyon Turizm’le gidiyoruz. Bir de Selman Okumuş Hoca geliyor bizimle…
-Oooooo! O “modern imam” olarak tanınan Selman Hoca mı? Hani Kılıçali Paşa Camii’nde görevliydi…
– Evet, Selman Hoca’yla 15 yıldır tanışıyoruz. İki üniversite bitirdi, üçüncüsü de okuyor. Çok iyi İngilizce bilir. Renkli bir kişiliktir. Ve konusuna çok hakimdir. Ben Amerika’da yaşadım uzun yıllar, Selman Hoca’yla Amerika’da konferanslara gittik, hattaAvrupa’da da. Hep “Böyle imam nasıl olur!” diye şaşırdılar. Selman Hoca, insanların kafalarında geliştirdikleri imam kalıbına uymayan biri. Ayrıca Dünya Kuran Okuma Şampiyonluğu var, sesi müthiş. Başımızda hoca olarak o ve Recep Can Hoca olacak. O da İlahiyat Fakültesi’nde görevli. Onlar bizi bilgilendirecek. Her türlü soruyu sorabileceğimiz, konuya fevkalade hakim iki insan…
-Çok iyiymiş! Beni de gelmiş sayın! Tek bir şartım var. Davet-mavet kabul etmiyorum. Ben gazeteci olarak gelmeyeceğim. Gruptaki diğer insanlardan hiçbir farkım yok. O yüzden parasını ödeyeceğim. Allah’ın evine kimseye borçlu gitmek istemiyorum!
-Tamamdır.
Biz Zeyno ile bu konuşmayı yaptıktan sonra, yolculuk başlayıncaya kadar hiç biraraya gelmedik.
Çünkü hayat o kadar hızlı ve yoğundu ki fırsat olmadı.
Zeyno Baran su gibi akan, kimseye ağırlık vermeyen, müthiş tatlı bir kadın.
Avusturya Lisesi mezunu. Stanford’da okumuş. O aslında uluslararası bir strateji uzmanı. 20 sene Amerika’da yaşamış, orada Think Thank’lerde çalışmış.
İslam konusunda kitaplar yazmış biri.
Derin ve bilgili.
Annesi de eski bir gazeteci, Füsun Arsan. 17 yıl Zafer Mutlu’yla evli kaldı.
Füsun Arsan da çok özel bir kadın.
Ekipteki bütün kadınların ortak özelliği pozitif olmaları…
Gitmeden önce Zeyno, yanımıza kollarımızı ve bacaklarımızı örten giysiler almamız gerektiğini söylüyor.
Bir de…
“Regliniz o tarihlere denk düşüyorsa, lütfen geciktirici ilaç kullanın!” diyor.
Ama nasıl olduysa oldu…
Hepimizin regli, bir şekilde Kutsal Topraklar’a gitmeden önce oldu, bitti…
Kutsal düzen işte!!!
Atatürk Havalimanı’ndayız.
Nihayet Umre’ye gidiyoruz.
Merak duygum tavan yapmış durumda.
Bakalım ekiptekiler nasıl insanlar…
Önce Selman Okumuş’la tanışıyorum.
Gözleri parlayan, genç, dinamik ve yakışıklı bir adam.
Ayaküstü sohbet ediyoruz, birden gözüm boynundaki yara izine takılıyor.
Sorumu, gözlerimden anlıyor.
“13 yıl önce oldu” diyor, “Camideydim. Hırsız diye bağırdılar. Ben de peşinden koştum. Çelme taktım, adamı yere düşürdüm. Ve hayatımda ilk defa birine yumruk attım. Meğer hırsız değilmiş, az evvel birinin beynine kurşun sıkıp ve öldüren katilin tekiymiş!”
Havaalanında Umre’ye gitmek için sakin sakin beklerken, böyle korkunç bir hikaye duyunca, “Aman Allah’ım” diyorum.
Demesin mi?
“Silahı bana doğrulttu. Ve beş el ateş etti. Allah rızası için yapma dediğimi hatırlıyorum. Ama iş işten geçmişti. İlk kurşun, dilimi parçalayıp, boğazımdan çıktı. Gördüğünüz ameliyat izi o işte. Diğer kurşunlar vücuduma saplandı. Şu an hayatta olmam mucize. Beni Çapa’ya götürüyorlar. Öldü, ölecek felaket durumdayım. Sürekli kan yutuyorum. Sonra bir doktor geliyor. O da aslında, o gün erken çıkacakmış, trafik olduğu için beklemeyi tercih etmiş. O tecrübeli cerrah çıkıp gitmiş olsa, şu an hayatta değildim. Bir buçuk dakika içinde beni ameliyathaneye alıyorlar. Ve o cerrah beni ameliyat ediyor. Ben delik deşikken, beni dikiyor. O sayede, Allah’ın da izniyle hayatta kalıyorum…”
Bense, ağzım iki karış açık hayretle hocanın anlattıklarını dinliyorum.
“Ve size ilginç bir şey daha söyleyeyim” diyor, “İyileştikten sonra beni hayata döndüren cerraha dedim ki, ‘Bir gün isterim ki birlikte Kutsal Topraklar’a gidelim.’ Orada sözleştik ama bir türlü nasip olmadı. Aradan 13 yıl geçti. Demin öğrendim ki, bu tura katılanlardan biri de oymuş: Korhan Taviloğlu…”
“Şaka bu!!!” diyorum.
“Hayır. O da çok şaşırdı, ben de… Bilmiyorduk” diyor.
Tüylerim ürperiyor!!!
İşte yolculuğumuz böyle başlıyor.
Sanki bir güç, hepimizi bir araya getirmiş gibi hissediyoruz.
Ve uçağa biniyoruz.
İnmeye yakın başımı örtüyorum.
Kimse bir şey söylemeden, kendiliğinden.
Gönüllü olarak kendimi hazırlıyorum.
Zorlama yok, şikayet yok.
Ve Medine…
Aberoi Oteli.
Hemen çantalarımızı odaya yerleştiriyoruz. Ben Tanla ile aynı odada kalıyorum. Dışarı çıkarken seccademizi yanımıza almayı ihmal etmiyoruz.
Otelimiz çok merkezi.
Tam Ravza Camii’nin karşısında.
Hava kurşuni mavi.
Gökyüzünün akşamları aldığı bu renk Ortadoğu’ya özgü herhalde,Dubai’de de böyleydi ve ben bayılırım.
Ravza Camii’nden çok etkileniyorum. Bir kere, mimari olarak çok güzel. Bir de önünde uçsuz, bucaksız bir meydan var. Bir sürü şemsiye var, akşamları kapalı, insanları güneşten korumak için gündüzleri açılıyor.
Açıldığında zamanın çok ötesinde, çok güzel bir görüntü oluşuyor…
Aradan da masmavi gökyüzü gözüküyor.
“Medine’nin bir sürü açıdan önemi var” diyor Selman Hoca.
“Bir kere peygamberimizin Kabr-i Şerif’i burada. Hepimizin bildiği Uhud, Hendek savaşları burada gerçekleşmiş. Kıbleteyn Mescidi de burada.”
Şu an elektrikli süpürgeyim, duyduğum her şeyi çekiyorum.
O arada gördüğüm her şeyi de hafızama kaydediyorum.
Ravza Camii’nin etrafı 24 saat yaşayan, renkli, canlı bir yer.
Dükkanlar açık, satıcıların neredeyse hepsi Türkçe biliyor, bir şey alacaksanız pazarlık etmeniz gerekiyor, uzun entariler, baş örtüleri, tespihler, aklınıza ne gelirse satılıyor…
Üstelik bazı yerlerde Türk parası da geçiyor.
Herkes birbirine “Hacii” diyor.
İnsana yaşam enerjisi veren bir yer!
Bütün başörtülerimi orada işportadan aldım.
Biz zannediyoruz ki, yalnızca beyaz ve siyah giyiliyor. Hiç de öyle değil. Özellikle Afrikalı ve Uzak Doğulu Müslümanlar rengarenk giyiniyorlar.
Kimsenin başörtünün rengine, modeline takıldığı yok.
Herkes o kadar kendi dünyasında ki, kimsenin başkalarıyla ilgilendiği bile yok.
Namaz başlayacak birazdan.
Şöyle bir caminin avlusuna bakıyorum, yüzlerce hatta binlerce insan var.
Aileler bir arada yerlerde oturuyorlar, sanki bir parka gelmişler. Anneler babalar Kuran okuyor. Çocukların bir kısmı top oynuyor, bir kısmı ellerindeki ışıklı oyuncakları sallıyor, bir kısmı ise uyuyor.
Müslümanların Hyde Parkı gibi.
Namaza doğru bir hareket oluyor, kadınlarla erkekler ayrılıyor.
Biz kadınlar bir aradayız.
O kadar güzel bir yaz akşamı ki, içim huzur doluyor. İnsanların topluca biraraya gelmesi beni etkiliyor, dua etmek için biraraya gelmesi daha da çok etkiliyor.
Ama bir korku da kaplıyor içimi, ben namaz kılmayı bilmiyorum!
Tanla da bilmiyormuş.
Fakat ekibimizin kadınları şahane, hemen kısa, hızlandırılmış kurs veriyorlar.
Bizim öğretmenimiz Mine Vargı.
Yaşa Mine!
Kısa sürede bize her şeyi öğretiyor.
“Ben söylenmesi gerekenleri söyleyeceğim, siz de tekrarlarsınız… Ama önemli olan ibadeti kalbinizin içinde hissetmeniz” diyor.
Ve minarelerden o ilahi ses yükseliyor.
Namaza duruyoruz.
Binlerce insanın aynı anda namaz kılması kadar güzel bir şey yok.
Niyet etmeye de bayıldım.
Neyi, neden yaptığını bilmek bu.
Bedenin eğilip kalkıyor.
Ama aslında namazı kalbinle kılıyorsun.
Sonra 4 gün boyunca 5 vakit kıldım.
Hissederek kıldım.
En çok hoşuma giden de, bir tek insan bile bana, “Aaaa sen bu işleri bilmiyorsun!” filan demedi.
Hemen o bütünün bir parçası oldum, o bütün aldı beni içine…
Kalabalık arasında kayboldum.
Selman Hoca’nın dediği gibi ben bulmaya değil, kaybolmaya geldim!
O gece çok güzel rüyalar gördük, Tanla da, ben de…
Bir de öyle oluyor o topraklarda…
Sonra ertesi gün otobüse bindik, Uhud, Hendek savaşlarının yapıldığı yerleri gördük.
Aslında bomboş tepeler. Çok bir özelliği yok. Ama o dini hikayelerle sen hayal ediyorsun. “Burada şöyle olmuş, böyle olmuş” ve etkileniyorsun…
Mesele, teslim olmak, kabul etmek ve öyle dinlemek…
Eğer “Hadi yaa olacak şey mi?” dersen, olur olmaz her şeyi sorgulamaya kalkarsan, kutsal toprakların insanı alıp götüren büyüsünü hissedebilmek mümkün değil.
Medine’de en çok meydanda namaz kılmayı sevdim.
Ve Kabe için hazırlanmayı…
Medine’de başladık hazırlanmaya…
İhrama girdik…
Bütün kurallara uyduk.
İhram, mahşerin provasını yapmak için giyilen kefen.
Allah affetsin ama bana eskiden hiç estetik gelmezdi.
“Ay ne fena!” derdim.
“Niye giyiyorlar bunu?”
Fakat orada öyle bir şey oluyor ki, nasıl durduğunun hiç bir önemi kalmıyor, görmüyorsun bile onu…
Anlamına dalıp gidiyorsun.
İçeriğiyle ilgileniyorsun.
O mahşer provasını kalbinde hissediyorsun.
Otobüsteyiz…
İstikamet Mekke!
Bütün yol boyunca bilgi veriyor hocalarımız bize.
Medine-Mekke arası otobüs yolculuğu son derece keyifliydi.
Selman Hoca arada dua okuyor. Bir insan Fatiha’yı bu kadar mı güzel okur, bu kadar mı güzel ilahiler söyler…
Çok yakın olduk herkesle.
Umre dostluğu diye bir şey varmış.
Hepimiz birbirimizi hissettik.
Bizim için önemli olan şeyleri birbirimizle paylaştık.
Ve otobüs Mekke’ye yaklaştıkça heyecanlandık…
Mekke ve Kabe kısmı da…
Bu arada Tanla harika fotoğraflar çekiyor, o fark etmezken ben de onu çekiyorum 🙂