Dağda sevişmenin cezası ölüm
Okurken sizi de beraberinde götürüyor. Oraya, buraya da çarpıyor. Silivri’den çıkan ilk roman. Gerçek bir hayat hikâyesi, Hüseyin Yanç’ın bizzat yaşadıkları. Bugüne kadar, dağlarda yaşananlar hiç bu kadar birebir anlatılmamıştı. Benim en çok ilgimi çekense: Dağda kadın olmak ne? Aşk ne? Cinsellik ne? Bu romanda önümüze geliyor. Devrim nikâhı ne? Nasıl kıyılıyor? Doğan çocuklara ne oluyor? Sevişenlerin cezası ne? Seviştiği için öldürülenler, sevişmek için ölenler. Kısacası kadın olmanın dağdaki hali… Bugün TÜYAP’ta ‘Ötekiler’in imza günü var. Tuncay Özkan Silivri’den çıkıp gelemeyeceğine göre, onun yerine bakın kimler olacak: Yılmaz Özdil, Ümit Zileli, Can Ataklı, Hüseyin Aygün, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Rutkay Aziz, Ataol Behramoğlu, Onur Behramoğlu, Orhan Alkaya, Füsun Erbulak, Sevinç Erbulak, Çicek Diligil, Zeynep Altıok, Celal Ülgen… Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan getirdi bana kitabı. Hazırladığım soruları, 1 No’lu cezaevine götürüp, yanıtları alan da o… Ben Nazlıcan’ı çok seviyorum, içim titriyor. Her gördüğümde ağlamak istiyorum, o ise henüz 20 olmasına rağmen o kadar olgun ki, beni güldürüyor. Ve her şeye rağmen, hayatta ve ayakta kalmayı başarıyor! Baba-kızın bir an evvel kavuşması dileğiyle…
Roman kahramanınız ‘Rızgar’la, yani Hüseyin Yanç’la nasıl tanıştınız?
– Hüseyin, Ergenekon davasıyla birleşen 18’inci davanın üç tutuklusundan biri. Dosyası Ergenekon’a eklenince “Bunlar kim? Nereden çıktılar? Gene ne birleşti!” diye dosyaları tararken, fark ettim. Tutukluydu. Evinde ele geçirdikleri her şeyi dosyaya koymuşlardı. Önce günlüklerini okudum. Duruşmalar sırasında da tanıştık. Sorular sordum. Yaşamını anlattırdım, uzun uzun dinledim. Anlattığı olayları, aynı davanın başka sanıkları da biliyordu. Onları da dinledim. İlginç olan, bu sanıklar geçmişte birbirleriyle dağda çarpışmış. Hüseyin PKK’lı, diğer sanıklar TSK’lı. Bu Ergenekon böyle bir örgüt! İki tarafın, anlatımlarını yüz yüze getirip, tekrar dinledim. Olaylar, adlar, yerler, telsiz konuşmaları, çarpışma hikâyeleri örtüştü. “Allahım aklımı koru!” dedim…
Anlatılanların, doğru olup olmadığını test etme şansınız oldu yani…
– Olmaz mı? Oldu tabii. Hüseyin’in bütün yaşadıklarını bana yazmasını da istedim. Yazdıklarını, günlükleriyle karşılaştırdım, birebir aynıydı. O dönemin gazete haberlerini getirttim. Haberlerle Hüseyin’in yazdıklarını karşılaştırdım. Hiç çelişki yoktu. Polis-jandarma kriminal ve ekspertiz raporları da anlatılanları doğruluyordu. Bölgeyi tanıyan gazeteci dostlarıma da mektup yazıp sordum. Onlar da onayladılar…
Yazarken gazeteciliğiniz ön planda mıydı?
– Gazetecilik kanım fokur fokur kaynadı ama burada ön planda olan insandı, haber değil…
İnsan, okurken nefesini tutuyor. Bir de sinematografik yazmışsınız. Bütün olaylar okuyucunun kafasında bir bir canlanıyor. Hadi ‘Rızgar’ oraların insanı. Siz, o coğrafyaya nasıl bu kadar hâkim olabildiniz?
– Muhabirlik yıllarımdan, bölgeyi çok iyi tanıyorum. 85-94 arası hemen her ay, bölgeye haber amaçlı gittim. Tunceli Ovacık ve Mazgirt doğasıyla büyülemişti beni. Munzur muhteşemdir. Bölgeyi, il il, ilçe ilçe, neredeyse ezbere biliyorum. Erzincan, Kemaliyeliyim ben. Ankara’da doğdum ama öğretmen dedemi ziyarete çok giderdim. Ayrıca harita getirttim, bir de atlas koyup coğrafya çalıştım romanı yazarken. “İnsan, yaşadığı yere benzer!” diyor ya şair, insanları yaşadığı yerle anlatmak, o renkleri vermek istedim.
Ne kadar zamanda yazdınız?
– Altı ay dinledim, ana öyküyü topladım. Yazma işlemi üç ay sürdü. Üç ay da okuma ve düzeltmesi için çabaladım. Toplam bir yıl diyelim.
Bilgisayarda mı yazdınız?
– Yok canım nerede? Elle yazdım. Benim el yazımı sökene kadar dizgici kardeşlerim epey zorlandı. Ben ‘erzak tedariki’ yazmışım, onlar ‘erkek tedariki’ okumuş. Epey eğlendik. Sonra sağ olsun, el yazıma alıştılar, çok anlayış gösterdiler.
İnsan cezaevinde daha mı kolay yazıyor? Tek işi bu olduğu için daha mı kolay konsantre oluyor?
– Özgürlüğün olmadığı yerde kolaylık yok! Cezaevinde her şey zor. Zindandaki en zor şey konsantrasyon. Özgürlük, insanın ruhu. O olmadı mı, tadı tuzu olmuyor. Biz burada ruhumuzu bekliyoruz!
Siz ‘içeride’siniz, romanınız ‘dışarıda’. Bu nasıl bir duygu?
– Bu, şimdilik benim ‘dışarıda’, romanımın ‘içeride tutsak’ olmasından daha iyi! Çünkü ben özgürlüğü yazdım. Ama diyorsan ki bu nasıl duygu, şöyle tarif edeyim: “Sevdiğine elini uzatıyorsun ama kolun, omuz başından kesik!”
Romanda, ‘alt beyin’ler ortaya çıkıyor. Bir taraftan amansızca süren bir savaş var, bir taraftan da insani talepler… Gizlice seviştikleri için yakalanıp öldürülenler var…
– Evet, ya yargılanıp öldürülüyorlar ya da ölümcül eylemlere gönderiliyorlar. Olmazsa olmaz şartlardan biri bu: Cinsellik yasak!
BİZİM DE İNSAN OLDUĞUMUZU UNUTMAYIN
Romanda, bir de dağda telsizle mastürbasyon yapan kadın hikâyeleri var…
– Evet. İnsanları bu kadar baskı altına alırsanız, bir şekilde dışa vurulur. Cinsellik, o insanların da gerçeği değil mi? Tabii ki böyle şeyler yaşandı, yaşanıyor. Ben bunları, romanlaştırırken, Hüseyin’in cinsellik konusunda yazdıklarına sadık kaldım. Ama büyük kısmını da romana almadım. Amacım, insana dikkat çekmekti. Romanda herkes sonunda, “Bizim de insan olduğumuzu unutmayın!” diyor. Bu travma geçince, bu roman gibi pek çokları yazılır. Bu ilk, bakalım neler olacak?
Şimdi size, “Her şeyi yazdı olmadı, bu sefer seks yazıyor” diyecekler. Cevabınız ne?
– Yaşamında, aşkı ve kavgası olmayanlar için üzgünüm. Ne yazık ki yaşamlarını anlamlandırmak, “Yaşadım!” diyebilmek için, başka şansları olmayacak.
GERÇEK HAYATTAN BİR ROMAN
‘Ötekiler’, 72 doğumlu Hüseyin Yanç’ın öyküsü. Dersim’in Şığso köyünde doğuyor. Devrimci oluyor. TDKP’nin ‘Genç komünist’lerine katılıyor. Dağa çıkıyor. Kendi köyünde ihbar ediliyor, yakalanıyor, işkence görüyor. Nevşehir Cezaevi’nden 1993’te tünel kazıp kaçan 18 kişiden biri. PKK’lılarla Şam’a gidiyor. Öcalan ve Karayılan’la tanışıyor. Şemdin Sakık komutasında Ali Boğazı’ndaki çatışmalardan kaçıp, teslim oluyor. 12 yıl ceza alıyor. Hapisliğinin dokuzuncu yılında itirafçı oluyor. Askerlik, derken evleniyor. Bir kızı oluyor. Sonra dolandırılıyor İstanbul’da. Ve bir sabah, eski patronunun evinde bomba bulundu diye polis gelip alıyor. Ergenekoncu oluyor! Öcalan’ın yoldaşlığından, İlker Başbuğ’un suç ortaklığına dahil ediliyor! Gizli tanıklığı kabul etmediği için…
Niye roman?
– Bu, benim 20’nci kitabım. Ama roman yazmaya ancak cesaret edebildim. Ben de kendi kabuğumu kırmaya çalışıyorum.
Gerçekten Silivri’de yazılan ilk roman mı?
– Benim bildiğim öyle. Benim açımdan hem sorgulama hem de felsefi bir girişim bu roman.
Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca?
– Yaşanan olaylar gerçek ama isimler değişti!
DAĞDA SAVAŞAN ÇİFTLER ÇOCUKLARINI KÖYLÜLERE EMANET EDİYOR
Kitapta, ‘devrim nikâhı’nı da anlatıyorsunuz…
– Evet. Sol örgütlerde, dağda evlilik törenine verilen ad. Devrim nikâhında, örgüt yöneticisi imam görevi yapıyor. Nikâhı kıyıyor.
Bir ritüeli var mı?
– Var tabii. Özel bir yemin metni var. Çiftler, ellerindeki mermileri birbirlerine aktarıyorlar. Gerdek sonrası yaşam ve dağda köylüye kendilerini tanıtmaları hepsi çok ilginç.
Doğan çocuklara ne oluyor peki?
– İşte beni en çok sarsan bu kısımdı! Hüseyin’in anılarında okurken ağladım. Dağda savaşan çiftler, çocuklarını, hiç tanımadıkları köylülere emanet etmek zorunda kalıyorlar. Ve ölüme gidiyorlar. Bazen de ölüyorlar. O çocuklardan biri romanın kahramanı Rızgar’ı, yani Hüseyin’i silahla görünce, dağdan babası geldi zannedip, bacağına yapışıyor, “Beni de götür!” diye. Yazarken de ağladım…
KOR ATEŞLE DAĞLANAN DİŞİLER
Tabancayla diş vurmak nasıl bir şey? Ya da korla, ağrıyan dişi dağlamak, kanal tedavisi yapmak…
– İnanılmaz! Hüseyin Yanç, korla dağlanan dişini göstermese, ben de inanmazdım. Ama gerçek. Hüseyin, “Diğer bütün dişlerim ağrıdı, kor ateşle dağlanan bu dişim, bir daha asla ağrımadı!” dedi. İhtiyaçlar, icatların anasıdır! Acı en büyük öğretmen…
Cezaevinden tünel kazıp kaçma hikâyesi de film sahnesi gibi…
– O da tamamıyla gerçek. 17 Şubat 1993’te, 18 kişi Nevşehir Cezaevi’nden kaçtı. Hiçbiri yakalanmandı. Nasıl oldu, tünel nasıl kazıldı, çıkınca ne oldu, hepsini yazdım. O günlerin Hürriyet’inin birinci sayfası hep bu kaçış olayıyla ve haberlerle dolu. Hüseyin Yanç kimi gazetelerde Hüseyin Yalçın diye yazılmış. Müthiş öykü!
DAĞDA KADIN OLMAK
Benim en çok ilgimi çeken şeylerden biri, dağda kadınların konumu oldu. Kadının, dağda daha sert, daha otoriter olduğunu anlatıyorsunuz…
– Evet, çünkü kadınların dağa çıkma nedeni özgürlük talepleri! Özgür olmak istiyorlar. Ama dağ şartlarında bu talep, erkeklerle eşitlik rekabetine dönüşüyor. Erkek, vahşi ve savaşçı. Kadın, daha acımasız olmazsa eşitlik sağlayamıyor. Bu yüzden kadınlar da ‘barbarlık yarışı’na giriyor. Yarışın birincisi kadın olsa ne olur, olmasa ne olur? Sonuçta kazanan barbarlık oluyor. Dağın doğası bu.
Kadınlar, dağda da mı özgür olamıyor yani!
– Dağda, toplumsal özgürlük yok. Bireysel özgürlük de yok. Köyden dağa çıkan kadın, köydeki özgürlüğünü bile dağa taşıyamıyor. Savaşa, özgürlük götüremezsiniz. Özgürleşmek için 40 yıl savaşılmaz! Savaş, insanları da kavramları da çürütür. “Kadının özgürlük mücadelesinden geriye ne kalıyor?” Bu soruya yanıt aradım…
Dağda kadınlar, ne tür problemlerle karşılaşıyorlar?
– Aşkı, sevgililiği, özgürlüğü, annelik duygusunu bir kenara koyan kadın hangi zorluğu yaşamaz ki? ‘Dağda kadın olmak’, erkek olmaktan çok daha zor, daha belalı. Çok daha fazla şeyle mücadele etmeleri gerekiyor. Bir de erkeklerle. Acıları, en önde göğüsleyenler de onlar.
NAYLONCU AZİME
Dağdaki kadınların, erkeklerden daha vahşi olduklarını söylüyorsunuz. Çok acımasızca öldürüyorlar…
– Evet amaçsızca, erkeklerle yarışarak, duyguları alınmış bir halde öldürüyor ve öldürülüyorlar. Mesela Nayloncu Azime var. PKK’da tim komutanı. Eski bir örgüt üyesi. Ajanlığından şüphe edilenler ona teslim ediliyor. Azime, bir naylon alıyor eline, yakıyor ve şüpheliyi onunla dağlıyor. Konuşturana kadar… Ama dağın doğası bu. Herkes vahşi. Yöneticilerden biri, göz koyduğu bir kadınla yatabilmek için, onun sevdiği adamı ‘ajan’ diye suçlayıp öldürtüyor. Ve sonra o kadınla birlikte oluyor.
Kalkan parmak sayısı çoksa, o kişi ‘ajan’ diye vuruluyor. Böyle bir şey gerçekten olabilir mi?
– Yüzlerce, binlerce böyle olay var. Çoğunluğun adaleti işte böyle vahşi olabiliyor. Zorbalık dağda da, şehirde de aynı. İhtiyaçlar ortak: Adalet, eşitlik, özgürlük, refah, barış ve demokrasi. Birilerinin hoşuna gitmediğinde parmak hesabıyla hallediliyoruz. Direnişimiz, mücadelemiz buna karşı…
Tüm bunları yazarken en çok hangi olaylardan etkilendiniz?
– Çocukların ve kadınların yalnızlığından… Bana, bir kadın mahkûm mektup yazmıştı: “Sen o hücrede yalnızsın, tıpkı gökteki yıldızlar kadar. Ama ben inan daha yalnızım!” diyordu. Ondan da yalnız olanlar, bu romandaki kadınlar ve çocuklar.
DÖNEMİN RUHU
Önce TDKP’li, sonra PKK’lı. ‘Parmaksız Zeki’nin yanından kaçan Rızgar, teslim olup, itirafçı olduktan sonra, tam yeni bir hayat kuracağını zannederken, kendini hapiste buluyor. Davanın gizli tanığı da Parmaksız Zeki çıkıyor! Yani Şemdin Sakık! Siz, Şemdin Sakık’ın ‘suçlayan’ konumunda, İlker Başbuğ’un da ‘suçlanan terörist’ konumunda olması ve hapse atılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Bu dönemin ruhuna uygun bir haksızlık! Öyle bir dava ki Ergenekon; ben ‘Cumhuriyet Mitingleri’nden ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezası aldım, üstüne gazetecilikten 16 yıl. Ama suçumu öğrenmek için gerekçeli kararı bekliyorum. “Suçum ne?” Bütün sanıklar aynı soruyu soruyor. Örgüt nereden çıktı? Cami avlusunda bir örgüt bulmuşlar, sahipsiz, bizim kucağımıza verdiler! ‘Osmanım’ın serbest kaldığı yerde, İlker Başbuğ gene iyi kurtardı, ömür boyu hapis yerine idam cezası olsaydı, hepimizi asmışlardı. Adalet yoksa, suç yoktur, suçlu vardır. Bu dönemin ruhu bunların hepsine uygun. Ama halkın vicdanı bunları kabul etmez. Göreceğiz…
ARAGON’A İNAT MUTLUYUZ DUYGU’YLA ZİNDANDA BİLE
Kitabı ithaf ettiğiniz ‘solukdaşınız’ benim tahmin ettiğim kişi mi?
– ‘Solukdaşım’ diye Duygu’ya sesleniyorum. Ona, gülden daha kuvvetli bir şey diyemediğim için ‘solukdaşım’ diyorum.
İmkânsızlıklar söz konusu olduğunda, aşk daha mı büyüyor, güçleniyor?
– Aşk, zamanın, mekânın ve olanaksızlıkların ötesinde, çok büyük bir gerçek. Evet, her gün daha da artıyor, güçleniyor. Aşkı, emek besliyor. Duygu, benim için en güzel ve en erdemli emekçim. Solukdaşım! Ciğerparem, sevdiğim. Düşün, altı yıl boyunca, her gün sadece görmek için geldi. Ama her gün… Kar, fırtına, yağmur, güneş, çamur, olay demedi. Yargıçlar gelemedi, o geldi. Hakkında soruşturma açtılar, suç duyurusunda bulundular, yılmadı usanmadı! Aşkım, dostum, eşim, canım o benim. Mutluluğum. ‘Mutlu aşk’, sevgi üreten, karşılığı olan aşktır. Aragon’a inat mutluyuz, zindanda bile!
‘İçeridekiler’ mi, ‘dışarıdakiler’ mi daha büyük ‘oynamak’ zorunda? Duyguları çok da belli etmemek, karşılarındakini üzmemek için…
– Rol dağılımı yarı yarıya. Çünkü bir süre sonra, konuşulanlardan değil, konuşulmayanlardan, söylenmeyenlerden okumaya başlıyor iki taraf da. Gözlerden, duruştan, yutkunmadan anlıyorsun. Biz, ilk 15 dakikanın sonunda, ne varsa, nasıl bir sorun olursa olsun konuşuruz. Bana göre, ‘dışardakiler’in zorlukları, çileleri, ‘içerdekiler’den daha büyük. Onların cezaevine gelişleri bile zulme tabi. Arama, kuyruklar, araç sıkıntısı, yol… Saymakla bitmez. Sistem, içeridekini cezalandırmakla içini soğutamadığı için, ailelere ayrıca zulüm uyguluyor!
HASRET İNSANI RÜYADA BİLE TERK ETMİYOR
Peki ya kızınız Nazlıcan…
– Her sabah kalktığımda, Nazlıcan’ı selamlarım. Onun benim selamımı, sevgimi aldığını hissederim. Allah, her anaya, her babaya böyle evlat nasip etsin. Şöyle düşünüyorum: Benim varoluş nedenim herhalde Nazlıcan. O, benim bu dünyadaki en büyük ödülüm. Canım kızım, yavrum, övüncümü anlatmaya kelimeler yetmez…
Cezaevinde olmanız, baba-kız olarak sizi daha mı yakınlaştırdı?
– Hayır! İsyan ediyorum! Kahrolsun cezaevi, kahrolsun buna yol açanlar! Masumiyetimi katledenler! Benim yavrumla, babalık bağıma kastettiler. Bana, mektupla babalık yaptırdılar. Benimle kızımın en güzel zamanlarını çaldılar. Bunu asla affetmeyeceğim!
Gereğinden erken büyümüş olması, sizi ne kadar üzüyor?
– Çok üzgünüm. 14 yaşındaydı, şimdi 20 yaşında. Bu altı yılı kabullenemiyorum…
“Sen benim özgürlüğümsün, doya doya yaşa” lafı beni çok ağlatmıştı. Siz, kızınızın sizin hakkınızda ettiği lafları okuyunca ağlıyor musunuz?
– Beni en çok ağlatan Nazlıcan’la yaptığınız o son söyleşi. Kızımın ne denli olgunlaştığını, büyüdüğünü o zaman anladım. Pek çok şeyi daha net gördüm. Gördüklerim beni hüngür hüngür ağlatıyor.
İçeride, daha mı ‘duyarlı’ oluyor insan?
– Elbette. Sinir uçları açıkta oluyor, duyarlılık en son noktaya çıkıyor. Ama bazen de dayanılmaz hale geliyor. Sakinleşemezsen, yandığının resmidir!
Sevdiklerinizi çok özleyince, yaptığınız özel bir şey var mı?
– Hasret acısının çaresi yok! Her acı yeniliyor ama hasret, insanı rüyada bile terk etmiyor. Ben sevmek, daha çok sevmek dışında bir yol, yöntem bulamadım. Hep sevdiklerimi düşünüyorum. Sevgi inanılmaz iyi geliyor…