Beni Hüseyin Çağlayan yapan can sıkıntısı
(Pazar)
Bu pazar böyle. Başka bir kafa. Başka bir ses. Başka bir renk.
Kimilerine göre o bir ‘dâhi’. Gelmiş geçmiş en iyi tasarımcılardan biri. Dile kolay, İngiltere’de iki kere yılın modacısı seçildi. Ne var ki, o modacıdan çok bir filozof. Bir fikir adamı, bir sanatçı. Hep tanışmak istemiştim. E ben de işimi kötü emellerime alet ediyorum. Röportaj ayağına, tanımak istediğim insanların hayatlarına dalıyorum. Hüseyin Çağlayan İstanbul’a gelmişti, Pera Palas’ta buluştuk…
Hepimiz, senin gelmiş geçmiş en büyük tasarımcılardan, hatta sanatçılardan biri olduğunu biliyoruz. Seninki, modanın sınırlarını aşan bir şey. Heykeltıraşsın, ressamsın, koreografsın. Benim için daha çok filozofsun, fikir adamısın. İngiltere’de iki kere yılın modacısı seçildin. TIME, seni dünyanın en önemli 100 modacısından biri ilan etti. New York Times’ta, Wall Street Journal’da defalarca haber oldun. ‘Dâhi’ olarak anılıyorsun. Hadi bize anlat, sen nasıl ‘bu adam’ oldun?
-En başa dönüyoruz yani! Kıbrıslıyım. Ve çocukluğuma çok bağlıyım. Ben hepimizin yetişkin gibi davranan çocuklar olduğumuza inanıyorum. Yani aslında, hep aynı yaşta kalıyoruz da, büyümüş numarası çekiyoruz. Benimki de o hesap. Kişiliğimi belirleyen en önemli şeylerden biri bu, diğeri de ‘adalı olmak’…
Çocuk kalmayı anladım da, ‘adalı olmak’ neden bu kadar önemli?
-Kıbrıs, izole bir yerdi. Ve benim canım sıkılırdı. Dünyanın en değerli şeyidir can sıkıntısı.
Neden?
-Çünkü can sıkıntısından kurtulmak için kendine bir dünya yaratmak zorunda kalırsın. Bütün çocukluğum böyle geçti. Bu da beni, Hüseyin Çağlayan yaptı. Ben hâlâ oradayım, çocukluğumda ve kendi dünyamı yaratıyorum. Hem gerçekçiyim hem de fevkalade hayalci. İkisi arasında bir yerdeyim. Kendi yarattığım dünyayla, gerçek dünya arasında bir uyum sağlamaya çalışıyorum. Ama hayat zor geliyor aslında bana.
Hep mi böyleydi?
-Evet, çünkü iki kültür arasında kalarak büyüdüm. Annemle babam ben çok küçükken boşanıyor. Kardeşim filan da yok. İyi eğitim almamı istedikleri için beni İngiltere’ye yatılı okula gönderiyorlar. Bugün fark ediyorum ki, köksüz kalmışım ben. Hiçbir yere ait değilim. Ama tuhaftır, İstanbul’a gelince, bir muhabbet ve sevgi çemberi oluşuyor ve kendimi sanki biraz köklerim varmış gibi hissediyorum. İngiltere’ye dönünce tekrar bir şok, köksüzlük ve yalnızlık…
Peki Kıbrıs’a gidince…
-(Gülüyor) Kökün köküne gidiyorum! Gerçi artık Kıbrıs’ın kendisi değil, sadece ailemin orada olması ilgimi çekiyor. Annem, teyzem, kuzenlerim orada, babaannem de hayatta. Nisan’da 90’ıncı doğum gününü kutladık…
Nasıl bir aile?
-İlginç ve renkli. Anne tarafı tüccar. İşi dede kuruyor, dayılarım büyütüyor. Kendi çaplarında Kıbrıs’ta imparatorluk gibi bir şey oldular. Teyzemlerse, Girne Amerikan Üniversitesi’nin sahipleri. Annem de o üniversitede çalışıyor. Ailede herkes dil öğrenmeyi seven, meraklı tipler. Hepsinde de bir yaratıcılık var. Baba tarafıma gelince, Lefkoşa’da Çağlayan bölgesi var, dedemin soy isminden esinlenerek koyuyorlar. Orada, muhteşem bir yer işletiyordu dedem. Zamanının çok ilerisindeydi. Dans vardı, casino vardı. Eski Rum milletvekillerinin gittiği çok lüks bir yer. Evet ailem, kesinlikle ilginç insanlardan oluşuyor ama ben tam ailemin mahsulü olduğumu düşünmüyorum.
Neden?
-Çünkü kendi başıma büyüdüm. 1.5 yaşından 5 yaşına kadar İngiltere’deydim. Sonra annemle babam ayrıldı, geri döndük Kıbrıs’a, 8 yaşında tekrar gittim, 12-16 arası tekrar… Hep uzaktım. Bu kadar erken kopunca ailenden, bağımsız bir ruh oluyorsun.
Anne-baba ayrılığı, seni ne kadar etkiledi?
-Çok. Özellikle annemden ayrı olmak. O kadar büyük bir acı ve özlemdi ki. Hâlâ ayrılmaktan nefret ederim. Ama tabii onlara göre şahane bir şey yaptılar. Daha iyi bir eğitim almamı sağladılar. Anneme çok bağlı bir çocuktum. Onunla çok gülerdik. Annemin kuzusuydum ben. Ondan ve Kıbrıs’tan ayrılmak büyük bir travmaydı. Gerçi bu özlem duygusundan yarattığım bir şey de oldu. Bir ‘air-mail dress’im var. Sevdiğin insana postalayabileceğin bir elbise. Kâğıttan yapılmış bir şey ama yırtılmayan kâğıt. Onu alıyorsun, istersen üzerine parfümünü sıkıyorsun, boyuyorsun ya da öpüyorsun, ne istersen. Sonra da katlayıp sevdiğin insana gönderiyorsun.
Güzelmiş!
-Ben yaptığım işleri biraz ‘terapi’ olarak görüyorum. Bence çoğumuz için geçerli bu. Kafamdaki meseleleri, duygularımı, çözemediğim şeyleri yaptığım, ürettiğim işlere yansıtıyorum. Onları işledikçe rahatlıyorum. Mesela benim kadınlarla ilgili iş yapmam da bu yüzden. ‘Kuvvetli kadın’ fikri hoşuma gidiyor. Çünkü etrafımdaki bütün kadınlar öyleydi.
Şu anda kendini bir yere ait hissediyor musun?
-Londralı hissediyorum. Ama şöyle: Beynim Londra’daysa, kalbim İstanbul’da. İkiye ayrılıyormuşum gibi. İstanbul’daki gibi bir muhabbet Londra’da yok. Ama orada da, kültürel hayat çok iyi. Ve tabii çok tahammüllü bir toplum. Londra’da farklılıkları kabul eden, hatta kutsayan bir kültür var. Mesela İstanbul’da yaşayan bir İngiliz’e kesinlikle ‘yılın modacısı’ ödülünü vermezler. Bana iki kere verdiler, Londra’da yaşayan bir Türk’e. Orada mesela kriket takımının kaptanı -ki inanılmaz İngiliz bir oyundur kriket- Naser Hüseyin gibi bir Müslüman olabiliyor…
Hiç bocalamadın mı İngiltere’de?
– Yabancı bir ismin varsa hırpalanabiliyorsun ama babam, “Roma’daysan, Romalılar gibi davranmak gerekiyor!” derdi hep. Ben de öyle yaptım. İngiltere’ye adapte oldum. Zaten Londra’da yaşamıyor olsaydım, bu işi yapamazdım. Saint Martin’s’de okudum.
Peki neden sinema, endüstri tasarımı, mimarlık değil de moda?
-Ailem mimar olmamı istiyordu. Ama bana modada farklı bir şey yapabilme fikri cazip geldi. Sanatçı olsaydım, belki de bir yenilik getiremezdim ama bu yolla getirdim. Ben modadaki boşluğu keşfettim ve yapılmayanı yapmak istedim.
Para kazanma hırsın yok muydu?
-Uzun süre yoktu çünkü olursa mutsuz olacağımı düşünmüştüm. Haklı da çıktım. İşin içine para girince, hayatım daha kötü olmaya başladı. Kariyerimin ilk yılları daha keyifliydi çünkü gerçekten ne olacağını bilmiyorduk. Bir umut vardı. Şimdi işler çok büyüdü, hâlâ heyecan verici şeyler oluyor ama çok pahalı ve istikrarlı olmayan bir işteyiz…
Peki ne zaman “Tamam ya, ben yırttım, başardım!” dedin…
-Hiçbir zaman. Ben içgüdülerimi dinledim, biraz da her şeyi oluruna bıraktım. Ve eşek gibi çalıştım. Hâlâ öyle. Belki de o yüzden, hiçbir zaman başarmışım gibi hissedemiyorum. Tamam, kendi dalımda bir yerlere geldim, herkes söylüyor bunu ama ben daha istediğim yerde olmadığım için çok fazla ciddiye alamıyorum. Bunları da içten söylüyorum. O yüzden biri yaptığım işimi bildiğinde veya beni tanıdığında şaşırıyorum…
Alçakgönüllülükten öleceksin ama 20 senede müthiş işlere imza attın! Onca başarı sende nasıl bir iz bıraktı?
-Tabii ki çok mutlu oldum ama artık daha farklı şeyler deneyimlemek istiyorum. Bir de tabii, işimin bana daha istikrarlı bir hayat sunmasını. Çünkü hâlâ endişeliyim. “Olacak mı? Olmayacak mı? Yetişecek mi? Yetişmeyecek mi?” Bitmiyor. Ve süper pahalı bir işteyiz. Yılda sekiz koleksiyon yapıyoruz. Üstüne ekstra projeler, sürekli meşgulüm. Bu yetiştirme olayı olmasa, bir de para sorunu, dünyanın en güzel işi. Bazen acaba Kıbrıs’a gidip zeytinyağı mı üretsem gibi saçma hayaller kuruyorum. Ama şunu biliyorum: En büyük hedefim, şu anda yaptığım işi daha üst noktalara taşıyabilmek. Ve bu işin artık mükâfatını alabilmek…
Nasıl yani? Para anlamında?
-Hem o hem de istikrar anlamında. Devamlı tedbirli olmam lazım. Ve keşke tedbirli olmadan davranabilsem…
İnsan, seninki gibi büyük bir isme sahip olunca, sanki böyle dertleri olmazmış gibi geliyor…
-Olur mu? Dışarıdan öyle gözüküyor. Benim için hayat zor, hep endişe içinde yaşayan biriyim. Artık bu endişeden kurtulmak istiyorum. Sürekli hayat kalitemi sorguluyorum. Gerçi, şikâyet ediyorum ama işim de çok yönlü. Mesela Viyana’daki bir sanat üniversitesinin moda bölüm başkanı oldum. Bu benim için heyecan verici bir şey. Vionnet’nin haute-couture’ünü yapıyorum. Aynı zamanda Vizyon Deri ile VSP Chalayan işbirliğine girdik. Bir deri projesi ve çok keyifli. Kendi markam var, hem kadın hem erkek, onunla da uğraşıyorum. İşin çok yönlü oluşu güzel, enerjim de var, sıkılmıyorum ama bu kadar stres endişe yaratıyor. Gerçi o endişe de enerji yaratıyor. Yani tavuk mu yumurtadan çıkıyor, yumurta mı tavuktan durumu…
Öyle defileler yaptın ki, felsefi açılımları vardı. Modacı değil, filozof gibiydin… Modayı küçümsediğin oluyor mu?
-Hayır ama şu var: Mimarsan ya da sanatçıysan bir saygınlığın oluyor. Ciddiye alınıyorsun. Oysa modada ünlü biri çıkıp, iki-üç şeyi yapıp birdenbire modacı ilan ediliyor ve kabul görüyor. Sen yıllarını vermişsin, eğitimini almışsın, hikâye. Şu anda moda dünyasında kim olduğun önemli, yaptığın iş değil. Bu, modayı ucuzlaştırıyor.
Twitter, Instagram ve Face’le boş hayatın boşluğunu kutluyoruz
Sen dünyanın hangi yöne doğru geliştiğini hep hissetmişsin. Peki şimdi nereye gidiyor? Bütün bu teknolojik gelişmeler seni heyecanlandırıyor mu? Instagram manyaklığı, insanların telefonlarıyla kurduğu ilişki…
-Valla, bunların çoğunu pornografik buluyorum. İnsanlar neden yediklerini bile hiç tanımadıkları kimselerle paylaşırlar hiç anlamıyorum. Nasıl bir dürtü yatıyor bunun altında? Arkadaşlarımla buluştum, eee bize ne? Ben tüm bu mecralarda marka olarak varım ama kişi olarak yokum. Olmayı reddediyorum.
Ama artık kişi olarak olmayan da kalmadı…
-Ben ne Face’teyim ne Instagram ne Twitter. Hiçbirini kullanmıyorum. Eksikliğini de hissetmiyorum. Onlara vakit ayıracağıma, daha ilham verici bir şey yapmayı tercih ederim.
Ama bir sürü insan, “Sanat artık cep telefonlarına indi!” diyor. Oradan, gençlerle iletişim kuruyor. Hiç “Bir girip bakayım” demiyor musun?
-Bence insanlar o kadar fazla sosyal medyaya yoğunlaşıyorlar ki, başka bir şey yaratmaya vakitleri kalmıyor. Yani aslında Twitter, Instagram ve Face’le, boş hayatın boşluğunu kutluyoruz! Bana gerçekten çok boş geliyor. Artık kitap okumak bir lüks, hepimiz için öyle, hayat o kadar hızlı ki. Ona vakit yaratmak zorundayım, kendimi beslemek zorundayım. Bir de bütün gün ya çiziyorum ya prova yapıyorum, insanlarla e-mail’leşiyorum, bir de Instagram’da zaman harcamak anlamsız geliyor. İşi gücü olmayanların ya da fazla vakti olanların takıldığı yerler gibi geliyor bana…
İyi de tam da her şey dijital bir dünyaya gidiyor…
-Evet öyle. Her şeyi, herkesle paylaşma fırsatı doğdu. Faydalı tarafları da, dünyanın her yerinde olan her şeyi hızlıca öğrenmek gibi ama abartıldığı kadar da vazgeçilmez bir şey değil.
Dijital dünyada değilsin diye demode demiyorlar mı sana?
-Ben tam zıttını düşünüyorum. Çok kolay girebilirdim hâlâ öyle. Ama ben iddialı projeler yapıyorum, sosyal medyaya vakit ayırırsam, zamanımın kalitesi düşecek, onu da istemiyorum.
Oysa girsen sana hayran olan insanlar sana dokunabilecek…
-Bana niye dokunsunlar, işlerime dokunsunlar. Nobu’da suşi yiyorsam yiyorumdur, kime ne? Bunu yazmanın ve bir de fotoğraf koymanın anlamı ne? Bence bu moda geri tepecek. Bu pornografi sona erecek. Bir enformasyon kirliliği de var. Ama tabii insanlar ne istiyorlarsa yapsınlar. Belki ben de bu kadar meşgul olmasaydım, bir köşesinden yakalardım bu trendi…
Genç ve yeni insanları nasıl baştan çıkarmayı düşünüyorsun?
-Baştan çıkarmak değil ki niyetim. Esin kaynağı olmak isterim. Baştan çıkarmak çok çıkarcı geliyor bana. Esin kaynağı olmak bir düşünce şekli. “Bu meseleye şöyle de bakabilirsin” diyebilmek. İstanbul Modern’de bir sergim var mesela şimdi: “Üzgünüm Leyla.” O bir bakış açısı işte, o müziğe, o duruma. Ben farklı bakış açıları öneren birisi olarak görüyorum kendimi.
TÜRK OLMAK BİR ARMAĞAN
Türk olmak neden armağan? Bunu Türkleri tavlamak için mi söyledin?
-Hayır, gerçekten öyle olduğuna inandığım için. Çok sevecen bir ülke ve muhabbet hiç bitmiyor. Bir sürü kültürün bir arada olmasının etkisini görüyorsun İstanbul’da. Farklı kültürlerden gelmek insanı zenginleştiriyor. Farklı diller konuşabilmek bile insanı zenginleştiriyor. İtalyanca ve Fransızca da biliyorum. Bu bile güzel. Bildiğin yabancı diller farklı dillerde de düşünmeni sağlıyor.
SIRF İŞTEN DOLAYI KİMSEYE YALAKALIK YAPMAM
Bu iş, ‘network’ de gerektiriyor. Sürekli kendinden söz ettirecek bir numara bulman gerekiyor…
-Hiç ilgimi çekmiyor böyle şeyler.
Ama oyunun kuralı bu değil mi? Bağlantıların olacak…
-Ben sosyal bir insanım ama sevmem gerekiyor birini. Yani sırf işten dolayı kimseye yalakalık yapmam. Networker değilim. PR harikası da değilim. Hedefim de değil. Olanlar var. Eleştirmiyorum, o da onların yolu, ben tercih etmiyorum.
Kadınların kalpleriyle beyinleri arasındaki ilişki, erkeklere göre çok daha ileride…
Kadınların üstün olduğuna inanman harika… Neden daha gelişmiş modelleriz biz?
-Öylesiniz çünkü. Benim kendi ailemde gördüğüm örnekler de öyleydi. Kadınlar gerçekten gelişmiş varlıklar. Çok kompleksler. Çok yönlüler. En önemlisi, kalpleriyle beyinleri arasındaki ilişki erkeklere göre çok daha ileride. Sebebi de doğurganlıkla ilgili olabilir. Kadın yumurtası spermden çok daha değerli bir şey. Çok daha az yumurta var. Ama milyonlarca sperm var. Kadınları gerçekten çok önemsiyorum ve saygı duyuyorum.
43 YAŞINDAYIM VE O KADAR AZ ŞEY BİLİYORUM Kİ!
Ben hâlâ her gün yeni bir şey öğrenmek için çabalıyorum. 43 yaşındayım ve hâlâ o kadar az şey biliyorum ki. O yüzden de işimi, hayatta daha çok şey öğrenebilmek için, koz olarak kullanıyorum.
Kendini çok ciddiye alma gülünç olursun!
Türk kadınını gördüğün zaman ne geçiyor aklından?
-Türk kadını derken, İstanbullu olmakla, Malatyalı olmak farklı. Ama başka ülkelerle kıyaslarsam, Türk kadınını bakımlı buluyorum. Bu iyi bir şey, tabii ki insan kendine özen göstermeli. Ama aynı zamanda kötü bir şey çünkü bu kadar bakımın altında, sürekli kendilerini ispat etme gayreti seziyorum. Ama tabii modern bir nesil de var. Sade olan, abartmayan. Beni üzen, genç kızların bile botoks yapması. Çünkü 30 yaşında bir kız botoks yaptırdığında, 70 yaşında bir kadın gibi gözüküyor. Yüzlerindeki ifade aynı oluyor. Botoks, aslında yaşlı gösteriyor kadını. Bunu anlamıyorlar. Londra’da da var ama bu kadar aşırı değil. Orada bütün kadınlar, berberden çıkma da değil. Birbirinin aynı da değil. Bence, burada devamlı gözaltındasın. Başkaları için yaşama zorunluluğun var. O yüzden oluyor bunlar. İngiltere’de anonim olabiliyorsun. Bu da şehirleşmenin getirdiği bir şey. Burada kesinlikle toplumun ne söyleyeceği daha önemli. Sonra burada, kadınların erkeklere nasıl daha cazip gözükecekleri fikri çok belirgin. Çok daha feminen bir açı var. İngiltere’de gerçekten erkek gibi giyinen çok güzel kızlar var. Başarılı ilişkileri de var. İlla feminen bir seksapel gerekmiyor. Burada, rahat olmayan bir durum, bir gerginlik var. Fark o galiba. Bence kendimizi çok ciddiye almamalıyız. Bir insan kendini çok ciddiye alınca gülünç oluyor. İşimizi ciddiye almalıyız, kendimizi değil…
Hayata ilgi duyan meraklı kadınları seviyorum
Modanın genel gidişatının aksine, ben kadını sadece seksi değil, fikir sahibi ve akıllı gösteriyorum. Çünkü rol modellerim öyleydi. Ve galiba ben kendini geliştirmeyi seven kadınları seviyorum. Sadece “Şunu giyeyim, bunu giyeyim” değil de gerçekten hayata ilgi duyan, meraklı kadınları.
BUGÜNÜN GENÇLERİNDE EKSİK OLAN ŞEY HİÇBİR ŞEYE TUTKU DUYMAMALARI
Gençlerde neyi eksik görüyorsun ve onlara ne tavsiye ediyorsun?
-Kimseye bir şey tavsiye edemem, ukalalık olur. Ama neleri eksik gördüğümü söyleyebilirim. Eksik olan duygunun empati olduğunu düşünüyorum. Bence bunun sebeplerinden biri de bu dijital hayat. Gelişemiyor gençler. Face’in arkasında üç değil, iki boyutlu ilişki kuruyorlar, güdük kalıyorlar. Derinleşemiyorlar. Bir yüzeyselliktir gidiyor. Birçok gençte tutku da yok, çalışarak bir şeyi elde etme anlayışı yok. Çünkü her şey hazır sunulmuş onlara. Doyumsuzlar. Ama bu onların suçu değil. Ailelerin suçu. Empati kuramayan hatta duygusu olmayan çok genç var. Endişe verici aslında…
Türkiye’de sokak kültürü zamanla olabilir
Türkiye’de sokak kültürü henüz yok. Çünkü bu, endüstrileşmeyle alakalı. İlk endüstrileşen ülkelerden biri İngiltere. Ondan sonra Avrupa ülkeleri ve Amerika. Bunun getirdiği bir şey var. Türkiye için bunlar yeni kavramlar. Son 30 senedir olan bir şey. İstanbul’da bir moda kültürü var ama Batı’ya dönük. İtalya’da, Amerika’da, İngiltere’de ne varsa, burada da var. Ama bir sokak kültürü yok. Modada da, sokak kültürü çok önemli. Mesela İngiltere’de bir ‘wearhouse’u kiralayıp onu bir restorana çevirmek, 15-20 yıl önce çok iyi bir fikirdi. Burada ben annemi getirsem,“Aaa beni niye fabrikaya getirdin?” diyecek, bunun iyi bir fikir olduğunu anlamıyor. Bu da şehir hayatının getirdiği bir şey. Farklı tabakaları güzelce değerlendirmek ve farklı bir bakış açısı yaratabilmek. Sonra da o kültürün bir parçası olabilmek. Bu da ancak zamanla olabilir.