Ben iflah olmaz bir erkek düşmanıyım
(Pazar)
Kaan Müjdeci evlere şenlik bir adam. Doğal, sıcak, komik. En önemlisi filtresiz!!! Beni en çok bu filtresizliği şaşırttı. Bu kadarını uzun zamandır görmemiştim. “Sen ya çok zekisin ya da gerçekten naifsin!” dedim bir ara… Ciddi ciddi cevap verdi: “Elime bir proje verirsen, zekâmı kullanır, orijinal fikirler bulabilirim ama güvendiğim bir ortamda kendimi salıyorum!” dedi. Artık hepimiz o kadar kontrollüyüz ki bu kadar açık sözlülük bana iyi geldi. Söyleyeceği şeyi kafasında uzun uzun tartmıyor. “Ucu bana dokunur mu?” diye kendini kasmıyor.Allah ne verdiyse anlatıyor. Korkusu da yok. Gizlisi saklısı da. Adam kesinlikle özel. Çektiği film de öyle. İzleyin, Venedik’te neden ödül aldığını anlayacaksınız. Bence adını ileriki dönemlerde daha çoook duyacağız. Yakında yeni filmini çekmek için Japonya’ya gidiyor. Bu arada Antalya Film Festivali’nde gösterilen ‘Sivas’ için, “Bu bir vahşettir. Hayvan zülmüdür!” dendi ve olaylar çıktı. Kaan Müjdeci ise “Vız gelir tırıs gider, abuk sabuk suçlamalar bunlar. Köpekler kesinlikle dövüşmedi ama o havayı verebildiysek ne mutlu bize” diyor.Okuyun bakalım siz de benim gibi sevecek misiniz Kaan’ı…
Hakkında çıkmış bütün röportajları okudum. Bayıldım. Sana da anlattıklarına da sahiciliğine de. Nasıl bu kadar ‘numarasız’ ve ‘çıplak’ olabiliyorsun?
-Öyle bir yerden girdin ki? Ne denir, bilmiyorum.
Değişmeyeceksin di mi, bozulmayacaksın…
-Yok, ben zaten gidiyorum 9’unda! Bozulacak bir durumum yok… 25 yaşında Berlin’de bir bar açtım, o bar çok ünlü oldu, bildiğin gibi değil ama…
“O zaman bozulmadım, şimdi hiç bozulmam” mı demek istiyorsun?
-Olur mu? Bozuldum! 2 sene kendimi bir şey zannettim. 25-27 arası bolca saçmaladım. Sürekli partiliyordum. Sonunda hem kendimden hem de gittiğim o salak partilerden sıkıldım. “Sen buraya film çekmek için geldin! Senin olayın sinema!” dedim. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Yaptığın, ürettiğin önemli, gerisi fasa fiso. Ama evet yalansız, dolansız, oyunsuz bir adamım. Bu da bela bir şey!
Neden?
-Röportajlarda soru soruyorlar. İnsan gibi cevap veriyorum, problem oluyor!
Nasıl yani?
-Beni sevenler, verdiğim yanıtları duyunca perişan oluyor, gözleri, kaşları oynamaya başlıyor. Beni korumak istiyorlar, bu kadar şeffaf olmamı istemiyorlar. İyi de ben neysem oyum, laf dinlemem mümkün değil ki. Mal bu!
“BUNLARIN ÇOCUKLUKLARI DA SORUN OLDUYDU”
Bir insan 10 yıl boyunca Berlin’de yaşayıp Almanların ruhunu anlayıp, nasıl Almanca konuşamaz! Tembellik mi, yeteneksizlik mi, gerek mi duymadın?
-Yok ya! Tamamen politik bir tavır. Özellikle konuşmuyorum. Çünkü sinir etti Almanlar beni. Bir kelimeyi yanlış telaffuz edince, bir ukalalık, karşındaki hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmalar. Biz de iyi kötü eğitim almış bir adamız, bu ne hor görme ya! “Ha öyle mi?” dedim, öğrenmiyorum lan lisanınızı!
Mahrum bıraktın onları Almancandan yani!
-Evet, konuşmuyorum. Belediye başkanı bana ödül verdi. İngilizce teşekkür ettim! Ben de Almanlarla dalgamı geçiyorum, “Yanınızdaki komşular Türk! Türklerle yaşıyorsunuz, biraz empati kurun, bari bir-iki Türkçe küfür öğrenin!” diyorum. Almanlar dil konusunda Fransızlar gibi. Onlar gibi konuşabilmemizi, Almancayı onlar gibi telaffuz edebilmemizi bekliyorlar. Ne gereği var?
Peki Almanca konuşamamak bir dezavantaj değil mi?
-Yooo. Aksine belki de avantaj. Kardeşim diyor ki, “Senin başarının asıl sebebi, insanların senin hakkında ne söylediğini anlamaman! Türkiye’de anlıyorsun, çok geriliyorsun. Aslında Almanya’da da abuk sabuk bir sürü şey söylüyorlar, anlamadığın için rahatsın!” Belki de haklıdır.
Sen hep mi böyleydin, hep farklı mıydın?
-İnsanın kendisi için “Evet, farklıydım” demesi tuhaf olmaz mı?
Peki şöyle sorayım: Hayatta en çok duyduğun laf “O, biraz cinstir!” miydi?
-Bak o doğru. Her zaman cinstim. Biz iki erkek kardeşiz, annemle babam bizim yüzümüzden hep şok yaşadı. “Bizim çocuklarımız acaba neden böyle?” dediler. Hâlâ mesela, “Ne zaman evlenecekler?” diyorlar, “Zaten bunların sünnetleri de sorun olduydu…” diyorlar..
Hayalci bir çocuk muydun?
-Ooo hem nasıl!
İlgi alanların nelerdi?
-Ben hep birtakım projelerin peşindeydim. Haydiii şimdi n’apıyoruz? Sudan baraj kuracağız! Babam Atatürk Barajı’nda laborant olarak çalışıyordu. Bende yaramazlık had safhadaydı.
Kardeşinle aran nasıldı?
-Yasin benden küçük. Ama ruh olarak daha büyük. O sakindir, beni de sakinleştirir. Annem diyor ki, “Yasin de senin gibi olurdu da Allah’tan küçükken havale geçirdi! Sakinliği o yüzden…”
TEK TANIDIĞIM CHAT’LEŞTİĞİM BİR KIZDI
Aslında sen de tam ‘loser’ olacak bir hava var…
-Tabii var! İsterim de zaten. Küçükken de, “Acaba sokaklarda yatsam ne olur? Ne gerek var bu kadar masrafa?” diye düşünürdüm.
Hayatında iki dönüm noktası var değil mi? Biri Berlin’e gitmen, öbürü sinemacı olmaya karar vermen? Bu iki kararı nasıl aldın?
-Ben ODTÜ fizik hayalleri kuruyordum. 17’nci tercihime de hiçbir yer tutmazsa diye yalandan Pamukkale Fizik yazmıştım. Aksi gibi o tutmasın mı? Birinci dönem okudum, baktım laboratuvarda piknik tüpü var. Birden geleceğim gözümün önünden geçti. Oradan mezun olsam kaç yazar, belli ki kötü bir öğretmen olacağım. Dershanede öğretmenlik yapacağım. Annemler de rahat bırakmayacaklar, beni evlendirecekler. Haliyle “Türkiye’den nasıl kaçarım?” planları yapmaya başladım.
Berlin nereden çıktı?
-Eğitim ücretsiz.
Kim var orada tanıdığın?
-Hiçbir Allah’ın kulu yoktu. Annemlere de yalan söyledim. “Burs kazandım” dedim. Aklımca hem okuyacağım hem çalışacağım. Param da yok. Tek tanıdığım, chat’leştiğim bir kız.
Onun peşine düştün…
-Onun değil, kendi peşime düştüm. Yardım filan da etmedi, nasıl edecek…
E peki ne oldu? N’aptın?
-Paran yok, kalacak yerin yok. N’aparsın? Kaçak çalışırsın! Türk Pazarı’nda iş buldum. Çöpleri toplayan bir ‘kutu kapatıcı’ satıyordum. Bütün gün. Yevmiyem 20 Euro’ydu. Sonra bibere terfi ettim. Çok hızlı yükseldim ben. Üçüncü ayın sonunda, en iyi şey olan mandalina satıcılığına geçtim. Sebebi de inanmayacaksın ama Türkçemin iyi olması. Teyzeler pazarda, kötü kötü Türkçe konuşanlara alışmışlar, ben tabii daha naziğim, İstanbul Türkçesiyle konuşuyorum, “Ay sen, ne tatlı konuşuyorsun!” diye benden alışveriş yapıyorlar.
Sonra?
-Kariyerime pazarcı olarak devam ederken, birileri, “Gel televizyonda sana bir iş var!” dedi. “Nedir?” dedim, “Berlin dönerci dolu” dedi, “Senin Türkçen düzgün, git dönercilerden reklam topla!” Yerel bir televizyon kanalı için dönercilerden reklam toplamaya başladım. O işi de becerdim, derken ‘Uğur Böceği’ diye bir televizyon programı vardı. O programın hem kameramanı hem reklamcısı hem metin yazarı hem de her şeyi oldum. Ben hep çok iyi insanlara denk geldim. Bu, övünebileceğim bir özelliğim, iyi insanları seçebiliyorum. Böyle olunca da o tanıştığım iyi insanlar, beni yontmaya başladılar. “Kaan şuraya yönelelim, buraya yönelelim!” filan. E haliyle geliştim. Sonra bir sanat dergisi maceram var. Batıyordu. Matbaacıyla anlaştım. 12 sayı çıkarmaya “Tamam” dedi. Çok fazla Türkiyeli sanatçı var ama Alman yayınlarında yer alamıyorlardı. Sadece Türkiyeli de değil, İranlı, Suriyeli. Dergiyi çıkardık, Berlin’in en büyük kitapçılarından biriyle anlaştık, bedava dağıttık. Matbaacı da iyi adamdı, öldü Allah rahmet eylesin. Hayali minik bir medya devi olmaktı. Bize de aklınca yatırım yapıyordu. O macera da öyle bitti. Sonra açıkhava sineması açtık.
“İNSAN HİÇ ALMANYA’DA KAÇAK SİNEMA AÇAR MI?”
O nereden çıktı?
-O sene uçak fiyatları pahalılaştı. Pahalılaşınca, yaşlılar orada kaldı, Türkiye’ye gidemedi. Onları mutlu etmek için açıkhava sineması açtık! 70’lerin, 80’lerin bütün filmlerini gösterdik. Var ya, o sinema patladı! Kapasitemiz 170 kişiydi. İlk filmimiz de, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’. Herkes, gelir o filme diye düşündüm. Yanılmamışım. 400 kişi geldi. Düşün 170 kişilik yer var, iki binanın arasındaki bahçede filmi kaçak olarak gösteriyoruz. Rezillik! DVD kaçak, bozuluyor, gidip bisikletle yeni DVD alıyoruz, o da kaçak, her şey kaçak! Ama o kadar havalıyız ki. Belediye başkanı tebrik etmeye geldi ama yerin kaçak olduğunun farkında değil! Çünkü hiç kimse, Berlin’in ortasında böyle bir şeye cesaret edilebileceğini düşünmüyor. İnsan hiç Almanya’da kaçak sinema açar mı? Açmaz. O yüzden kimse kontrol de etmiyor. Başarılı bir iş oldu. Ve ben parayla tanıştım!
Sonra?
-Sonra depresyon! Çünkü sinema okumak istiyorum, işten güçten vakit kalmıyor. Para da kazanmaya başlamıştım. İki sene bocaladım. Erkeklerin klasik, “Ben ne olacağım?” sorunsalı. Bütün erkekler düşer bu çukura!
Şu meşhur barı depresyondan sonra mı açtın?
-O ara iki depresyon var! Bar da iki tane! İlki, bir erkek kahvesiydi. Biz, ‘For Vien’ (Viyana’nın Önü) diye bara çevirdik. Sebebi de arka cadde Viyana Caddesi. Ama önünde kocaman beton var, geçilemiyor! Hani Türkler de geçememiş ya Viyana’yı! Sonra ikinci barım Luzia’yı açtım. Türklerle problemi olmayan entelektüel kesim gelmeye başladı.
Neden? Nesi ilginç?
-Ben ilginçtim galiba. Bar işletmeyi bilmiyordum. Bunu da gizlemiyorum. Cin tonik istiyordu mesela, soruyordum, “Nasıl yapılıyor?” diye. Bu samimiyetim hoşlarına gitti! Sinema çevresi gelmeye başladı.
Senin kadınlarla ilişkin nasıldı bu arada?
-Hah geldik esas meseleye! Kardeşimle o ilk zamanlarımızda bütün arkadaşlarımız lezbiyendi! Bizim bütün beklentimiz de şuydu: Elbet onlardan biri tövbe eder! O zamanlar tabii Almanlarla ilişkimiz olamıyordu, Türklerle de çok olamıyordu. O zaman bari lezbiyen Türkler olsun dedik! Belki bir kısmı biseksüeldir diye hayal kuruyorduk. Bir keresinde de kardeşimle erkek striptiz barına gittik. Amacımız kadınlarla daha hızlı ilişkiye geçmek. Yatmak yani. Yol arıyoruz. Erkek zekâsı işte. Erkek striptiz barına gittik. Dedik ki, “En güzel kızlar, oradaki striptizcilerle yatar, kalanla da biz yatarız!”
CİNSELLİK ÇOK DA ÖNEMLİ DEĞİLMİŞ
İşe yaradı mı?
-Yaramadı! Bizi attılar. Bir tek Türk ikimiziz, kara kafalı. Şimdi dans ediyoruz. Kızın tekinin kolu çarpıyor, dirseği çarpıyor. Hiç üstüme alınmıyorum. Meğer arıza yaratmak istiyormuş. Attırdı sonunda bizi. İyi Almanlar olduğu kadar, faşist Almanlar da var. Orada doğmadım ya, faşizmi de bilmiyorum ya, ilerlememin en önemli sebebi bu: Ben hiçbir zaman Almanları üstün bir ırk olarak görmedim. Orada yaşayan Türkler, onları farklı görüyorlar. Almanlar da bunu hissediyor. Ve içten içe onları küçümsüyorlar. Ama sen çat diye İngilizce konuşunca onların da gardı düşüyor.
10 yıl Almanya’da olmak sana ne kattı?
-Bence daha iyi bir insan oldum! Küçükken, Türkiye’nin dışında yaşayanların kötü olduklarını düşünürdüm. Onlar bize düşmandı, bizi öldürmek istiyorlardı. Orada yaşayınca gördüm ki hiç de öyle değilmiş! Hatta bazı Almanlar pamuk gibi…
Sen kendi yolculuğunda ne kadar ilerledin?
-Bayağı! Ben 10 sene önce Berlin’de bir saunaya gitmiştim. İnanamadım! Kadın çıplak yatıyor yanımda. Ve kimse dokunmuyor kadına. Doğal olarak ben de dokunmuyorum. Biri dokunsa, ben de dokunacağım. Herkes duruyor, ben de duruyorum. O kadar şaşırdım ki! Zannettim ki medeniyet budur! Seksoloji konularında öküz olmamak! Sonra biraz zaman geçti, baktım, arabalar korna çalmıyor Berlin’de. “Vay be! Medeniyet işte bu!” Son iki üç yılda da şunu fark ettim: Ne kadar çok engelli insan varmış meğer. Ve Berlin denen şehri onlar için hazırlamışlar, yollar yapmışlar, tümsekleri yok etmişler, rampalar koymuşlar, otobüsler geliyor, vıjt yana kayıyor, onları alıyor. “Berlin sana ne kattı?” dersen, “Cinselliğin çok da önemli olmadığını anladım. Yeryüzünde başka canlılar da yaşıyor. Hepsine, herkese saygı duymamız gerekiyor. Yardıma ihtiyacı olanlara destek olmamız gerekiyor. Medeniyet bu aslında, saygı duymak ve empati yapabilmek.”
BİR KADINA YALAN SÖYLEYİP ONUNLA YATABİLİYORUM
Köpeklere ilgin nereden kaynaklanıyor?
-Hayvanları hep sevdim. Küçükken onların insanlardan daha zeki olduğuna inanıyordum. O yüzden de en yakın arkadaşlarım hayvanlardı. Mesela hâlâ bir ejderham olsun istiyorum. Ve varlığına inanıyorum. Bir yerde, bir gezegende bir ejderha var. Günün birinde belki gelecek. Düşünmesi bile hoşuma gidiyor.
Köpeklerin cinsel organlarının büyük olduğunu ne zaman keşfettin?
-Köpek dövüşleri izlemeye başladığımda. Görmemeye imkân yok ki, özellikle kangalların. Köpek dövüştürücülerin tavrı da ilginçtir. Kangal köpeğinin üzerine yüklenen bütün o mitler, “Kangal köpeği cesurdur, dürüsttür. Annesiyle, kız kardeşiyle çiftleşmez. Kangal köpeği tam öldürmez!”
Sahibi aslında kendini mi tanımlıyor?
-Evet. Köpeğini sürekli övüyor çünkü kendiyle özdeşleştiriyor. Sadece karakterini değil, cinsel organını da sahipleniyor. Aslında şunu demek istiyor: “Bundan bende de var!” Tabii köpek sadece bir sembol, onun yerine Ferrari de olabilirdi. Bunların hepsi statü sembolü.
Hem “Hayvanları seviyorum!” diyorsun hem de insanlara köpek dövüşü izletiyorsun. Köpek dövüşüne eleştirel yaklaşsan da “Ben başka bir şey anlatıyorum!” desen de yaptığın bu. Bu, bir çelişki değil mi?
-Zaten çelişkili bir insanım! Kişisel hayatımda da doğru olmayan bir sürü şeyi yapıyorum. Bir kadına yalan söyleyip, onunla yatabiliyorum. Dürüstlük anlamında bu da bir çelişki değil mi? Ama ben gerçekten kendimi o köpekle eşit görüyorum. Filmde köpekleri dövüştürmedim. Çok dikkat ettim.
O sahneleri izleyenler, “Eyvah!” diyor mu, demiyor mu? Sen o hissi veriyorsun…
-E ne güzel. Benim başarımdır. Hitchcock’un filminde de gerilmiyor musun?
“Köpek dövüşündeki enerji ilgimi çekti” ne demek? Sözünü ettiğin ne enerjisi?
-Seks enerjisi. Şiddet enerjisi. Bir enerji var ve o ancak öyle çıkabiliyor dışarı. Köpek dövüşçülerinin hepsi, “Bunları dövüştürmezsek, zincirlerini koparıp, her şeyi parçalar!” der.
DÜNYAYI KADINLAR YÖNETSE MÜKEMMEL OLURDU
Erkek düşmanı mısın?
-Hem de iflah olmaz bir erkek düşmanıyım!
Sence erkeklik denilen olgu, hem erkekleri hem de dünyayı mahveden şey mi?
-Tamamen! Kadınların bir kısmını da mahvetmiş, yanına almış.
Sen kendini, ‘feminen heteroseksüel’ olarak tanımlıyorsun. Ne demek bu?” “Böyle doğduk mecbur erkeğiz. Kadını da severiz ama ruhumuzun bir tarafı da dişi. Öküz değiliz!” mi demek istiyorsun?
-Ne güzel söyledin! Tam olarak bu! Sağ ol.
Peki seni kim yonttu?
-Sevgililerim. Bir de bizim ailede, kadınlar baskın. O yüzden de her şey daha düzgün işliyor. Dünyayı kadınlar yönetse mükemmel olurdu.
KÖPEKLER GERÇEKTEN DÖVÜŞMEDİLER
Sivas’ı çektin. Başına bir sürü şey geldi…
-Çok iyi şeyler geldi. Bir kere barcı kimliğimden kurtulup, filmci kimliğe geçtim.
Barda içiyor muydun?
-Yok, midemden dolayı çok içemiyorum. Uyuşturucu kullanıyordum ama eskiden…
Peki sen bu kadarını öngörmüş müydün? Bir tarafta Venedik başarısı, diğer tarafta Antalya’da”Bu, hayvanlara yapılan vahşettir!” suçlaması…
-Venedik’i öngörmemiştim.Yaptığım filmin iyi olduğunu biliyordum ama festivaller o kadar da adil yerler değil. İyi adamlarla çalışabilmek için filminin dikkat çekmesi gerekiyor. Bunu başardım. Antalya’daki suçlamaları ciddiye bile almadım. Bu, bir vahşetmiş! Filme, Venedik’te ödül vermelerinin sebebi de filmin Türkleri kötü göstermesiymiş! Böyle abuk sabuk bir şey olabilir mi? Ülkede ihmalden 35 kişi ölmüş o gün, Türkleri kötülemek için köpek dövüşünü sebep göstermelerine ne gerek var? Eleştirenlerden bir kadın oyuncuyu havaalanında gördüm, “Siz, filmlerde öpüşürken gerçekten mi öpüşüyordunuz?” dedim. “Aaa yok canım” dedi. “E işte bu köpekler de gerçekten dövüşmediler!” dedim.
Çakır’ın dövüş sahnelerinde acı çekmediğini, o gördüğümüz çarpıcı sahnelerin vahşet içermediğini anlatan bir video da çektin. Bu senin savunman mı?
-Yok canım. DVD’ye koyalım diye çektik. Bu filmin nasıl yapıldığını anlatan daha uzun bir video da var. Film yapılmadan önceki ön belgeseli de. Şimdi çizgi romanı hazırlanıyor. Çocuklar için dövüş sahnelerinin çok olmadığı tiyatrosu da yapılacak. Millet bırakmıyor ki bunlarla uğraşayım.
DEVAMI SALIYAKAAN MÜJDECİ: Fatih Akın Almanca sevişiyormuş, ben Türkçe…
DOĞAN İZCİ: (Çocuk oyuncu) Venedik güzeldi. Ama domuz eti yiyorlardı. Ve makarnanın içine balık katıyorlardı. Aç kaldım.
Fotoğraflar: Fethi KARADUMAN