Keşke o sabah, siz de orada olsaydınız…
Benim gördüklerimi siz de görebilseydiniz…
Siz de benim gibi ağlarken gülmeye başlayabilirdiniz…
ŞAŞIRMA, HÜZÜN VE COŞKU
Gerçekten gördüğüm manzara müthiş!
Down sendromlu 12 genç, salsa yapıyor.
İnsanı bir duygudan diğer duyguya taşıyan bir görüntü.
Saniyenin onda birinde, bir sürü şeyi aynı anda hissediyorsun. Önce şaşırıyorsun, “Allah Allah, Down’lular nasıl salsa yapar!” diye. Sonra kendine kızıyorsun: “Amma salaksın yaparlar tabii!”
Onları izlerken kendinle bir süre boğuşuyorsun.
Bir an hüzün bulutu kaplıyor içini, sonra, “Deli misin, üzülecek ne var! Baksana hayatlarından o kadar memnunlar ki…” diyorsun.
Bu işi ne kadar iyi kıvırdıklarını görünce mutlu oluyorsun.
Heyecanlanıyorsun. Coşkuya kapılıyorsun.
Hatta farkında olmadan, tempo tutuyorsun. Sonra kahkaha atıyorsun.
Onların arasına, neşesine katılıyorsun.
Ve sen de onlarla salsa yapmaya başlıyorsun.
Engel bahane. Müzik şahane. Acayip iyiler.Hocaları da öyle:
“Hadi” diye bağırıyor Zana Hoca…
“Kız dönsün, şimdi erkek dönsün. Sarıl kızın beline… şimdi açıl ve birleş… Tamam harika, şimdi yürü… Bir, iki, üç, dört… Tekrar açıl… Hadi her birlikte açılıyoruz… Ve tekrar kavuşacağız… Sonunda da partnerimizin boynuna kolye olacağız…”
O kadar tatlılar ki… Birbirlerinin boyunlarında kolye olduğunu görmek o kadar güzel ki. Hoca yine bağırıyor:
“Hadi bırakın müziğin ritmine kendinizi… Hani o bakışlar… Ben ne dedim size, dans demek, ritim kadar ifade demek… O bakışları istiyorum… Güzel bakın eşinize… Duygularınızı bakışlarınızla anlatın…”
İnanır mısınız kadın, her yerde kadın…
Downlu olması filan da palavra… Merve, Cihan’a bir bakıyor… Aynı şekilde Sanem, Serkan’a… Gülmeye başlıyorum…
Oysa buraya gelirken içimin parçalanacağını, onlara acıyacağımı düşünüyordum. Alakası yok.
Düşler Akademisi öyle bir yer değil.
Çok mutlu oluyorum, kendimi arınmış ve temizlenmiş hissediyorum.
RESİM, FOTOĞRAF VE TASARIM
Bir başka odadayız. Düşler Akademisi’nin başka bir odası. Ritim odası.
Elleri darbukalarının üzerinde gençler.
Kimi fiziksel, kimi görme engelli…
İnsanın içini oynatan, kıpır kıpır bir müzik yapıyorlar. Mutlu yüzler, gülen yüzler.
Bir başka odaya geçiyoruz, burası resim atölyesi. Bu defa, bir masa etrafına toplanmış engelliler yağlı boya resim yapıyor.
Full konsantrasyon.
Valla hiç de uyduruk değil yaptıları.
Renkler, formlar, desenler çok çarpıcı.
Bir başka odada görme engelli bir genç piyano çalıyor, ‘Lale Devri’… Bana ithaf ettiğini söylüyor.
Bir odada, orkestra ses kaydediyor.
Bir başka odada, drama çalışması gerçekleştiriliyor.
Burası Düşler Akademisi. Türkiye Vodafone Vakfı’nın Alternatif Yaşam Derneği (AYDER) ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) işbirliğiyle üç yıl önce hayata geçirdiği bir proje. ınsanın aklı uçuyor.
Bugüne kadar 620 engelli öğrenciye danstan ritme, vokalden fotoğrafa, filmden enstrümana, DJ’likten resim ve tasarıma kadar ders vermişler.
Hayatlarına renk katmışlar, sosyalleşmelerini sağlamışlar.
Pek çok anne, baba gördüm orada.
Çocuklarını Avcılar’dan, Güneşli’den ve ıstanbul’un başka uzak semtlerinden getirmişler çünkü çocukları orada çok mutlu.Üstelik, tüm bu dersler ücretsiz. Hiç kimse beş kuruş para vermek zorunda değil.
İnsanın içini açan, ferahlatan, rahatlatan, güldüren bir yer.
Oraya giderken bu kadar önemli, bu kadar faydalı, bu kadar büyük bir şeyle karşı karşıya kalacağımı bilmiyordum. şaşırdım.
Ercan Tutal’la tanışınca da. O, Düşler Akademisi’nin yaratıcısı ve AYDER’in başkanı. Hâlâ kaldıysa dünyanın sayılı iyi insanlarından. Ve idealistlerinden.
Bu işleri yapmasının sebebi de para mara değil. Bu, onun misyonu.
KIŞIN DERS, YAZIN DALIŞ
Düşünebiliyor musunuz, bugüne kadar üç bin engelli Kızıldeniz’de ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde onu sayesinde dalış yapmış, hâlâ da dalıyor. Onlara dalmayı öğretiyor.
Bunu duyunca anlıyorsunuz ki, sağlam biriyle bir engelli arasında aslında bir fark yok. O dalıyor, o da dalıyor; ikisi de yamaç paraşütü yapıyor…
Aslına bakarsanız, engelli olmak hiçbir şeyi yapabilmelerine engel değil.
Engel dediğiniz şey insanın beyninde.
“Yapamaz, edemez, evinde oturmalı, derneklerden öteye gitmemeli” diye düşünmemizde.
Düşler Akademisi’nin engelli öğrencileri kışın derslere devam ediyor, yazın 20’şer kişilik gruplar halinde dalmaya gidiyor.
Ercan Tutal tam 12 yıldır engelli gençlere dalış öğretiyor.
Onlarla bir sualtı belgeseli bile çekmiş.
Ve o belgeselle yurtiçinde ve dışında pek çok ödüller kazanmış.
‘Başarı öyküsü’ diye buna derim.
Röportaj boyunca, onu dinlerken hissettiğim duygu hayranlıktı…
Sizi tanıyalım…
– Adım Ercan Tutal. 1961 Bursa doğumluyum.
Anne-baba neci?
– Babam havacıydı, pilottu. 1968’de Akhisar’da uçak kazasında şehit oldu. Ben o zamanlar 7 yaşındaydım.
Anne zorlanmadı mı?
– Zorlandı tabii dört çocukla. Ama bir şekilde üstesinden geldi, İstanbul’a yerleştik.
Uçaklardan tırsar mısınız?
– Yok, hayır. Aksine babamın misyonunu devam ettirmek için pilot olmak istedim. Kuleli Askeri Lisesi’ne gittim, Kara Harp Okulu’na girdim. Ama yok, olmadı, devamı gelmedi.
Belli, kafanızın dikine giden birisiniz, kalıplara girmeniz biraz zor sanki…
– Doğrudur, uyum sağlayamadım.
Bu işlere nasıl başladığınızı anlamaya çalışıyorum. Niye başkaları değil de siz bu engelli sorununa kafayı bu kadar taktınız? Şahane bir şey ama bir sebebi olmalı…
– Bilmem, farklı bir kültürle büyüdük. Bugünün gençliğiyle alakası yok. Bir kere çok okuyorduk. Hayatı sorguluyorduk. Ne oluyor bu ülkede, bu işler neden böyle gidiyor diyorduk. Yaşlılar gibi konuşmak istemiyorum ama daha fazla dayanışma, yardımlaşma vardı o dönemde. Mahallede, pazar kurulduğu günler, “Kim daha çok file taşıyacak?” yarışması yapardık.
Nasıl yani?
– Kim daha çok kişiye yardım edecek? Sonra ben, ‘sınır tanımayan doktor’lardan olmak istiyordum. Herkes astronot olmayı isterken benim böyle hayallerim vardı, her yere küçük uçağımla gideyim, insanlara yardım edeyim. Böyle büyüdük, paylaşarak. Bir de bu işler biraz entelektüel birikimle birleşmeye başlayınca, hayata farklı bir duyarlılıkla yaklaşıyorsunuz: “Ben kimim?” diyorsunuz, “Neden varım? Bir anlamı olmalı yaşamamın…” İşe yaramak istiyorsunuz, bir başkası için bir şey yapmak istiyorsunuz, bir şeyleri değiştirmek istiyorsunuz, var olan bir sorunu çözebilmek istiyorsunuz. Kafayı resmen takıyorsunuz…
Peki rol model kimdi?
– Hem anne hem baba. Onlardan aldığımız terbiyeyle büyüdük.
Babanızı ne kadar hatırlıyorsunuz?
– Çok az. Ama tuhaf bir aileyiz, hâlâ o yaşıyor gibi davranıyoruz. Hayatımda hep vardı yani. Bir gün sonra unutulan ölümlerden değil. Yaptığım her şeyde onun mutlaka beni gördüğünü, takip ettiğini ve onaylayacağını düşünmüşümdür.
Üniversiteyi Almanya’da okumanızın özel bir sebebi var mı?
– Aslında İtalya’ya gidip edebiyat okumak istiyordum. İtalya olmadı, Almanya oldu. Almanya’da İngiliz ve İtalyan dili edebiyatı okudum. Beş sene kaldım.
Orada daha önce farkına ve bilincine varmadığınız neyi öğrendiniz?
– Beni çok şaşırtan bir şeye tanık oldum Almanya’da: Türkiye’den farklı olarak engelliler, sosyal hayatın içindeydi. Ortalık engelli kaynıyor: Spor yapmaya gidiyorum, yan kulvarda protezli biri koşuyor. Yüzmeye gidiyorum, biri protezini çıkarıp, yüzüp gidiyor, geri geliyor, tekerlekli sandalyesine binip, gidiyor. Bazı iş başvurularına gidiyorum, patron diye karşıma çok zor konuşan spastik biri çıkıyor. Türk olduğum için, “Allah Allah böyle biri nasıl patron olabilir ki?” diyordum, sonra yavaş yavaş önyargılarımdan kurtulmaya başladım. Fark ettim ki; dünya bizim gibi değil, engellileri farklı değerlendiriyor. Sonra literatürü okuya okuya, kurumları geze geze, bu konuda derinleşmeye başladım.
Ve Türkiye’ye dönünce de bu meseleye el attınız…
– Aynen öyle. 12 yıldır bu işe gönül vermiş durumdayım. Daha doğrusu hayattaki varlık sebebim bu.
Engellilerin toplumsal yaşama tam ve eşit katılımı ne demek?
– Türkiye’de şu an olmayan ama olmasını istediğimiz şey demek.
Türkiye’de bunun hayata geçirilebileceğini düşünmek gerçekçi mi?
– Zor ve uzun bir yolculuk. Ama neden olmasın? Zaten hepimiz bunun için uğraşıyoruz. Almanya’dan döndükten sonra devletin, hükümetin ve kurumların aslında bu konuda doğru dürüst bir şey yapmadığını gördüm. Evet, bir sürü vakıf, bir sürü sivil toplum örgütü kurulmuş ama Türkiye’de hakim olan kıraathane kültürüydü. Ben de bu işi dünyadaki gibi kuralına uygun yapmayı misyon edindim.
12 yılda kendinize “Aferin en azından bunu bunu yaptın!” dediğiniz şeyler neler?
– Bir kere, bu ülkede engelli literatürünün değişimine katkıda bulunanlardan biriyim. Bizler, engellilere, “Arızalılar Taksim’e yürüdü” diyebilen bir kültürün evlatlarıyız. ‘Arızalı’dan, ‘sakat’a, oradan ‘özürlü’ye, yeni yeni ‘engelli’ye geçebildik. Türkiye’ye ‘Engellilik, sosyal bir olgudur’ kavramını getirdim. Belediyeler ya da kurumlar, ‘Engelsiz kent’, ‘Engelsiz yaşam için el ele’, ‘Engelsiz Türkiye’ kavramlarını kullanıyorlarsa, tabii ki bunda benim de katkım var. Bir de engellileri spora teşvik edenlerden biriyim.
Engelli orkestrası SOCIAL INCLUSION BAND
Social Inclusion Band, Düşler Akademisi’ndeki enstrüman ve vokal atölyesine katılan öğrencilerin, profesyonel müzisyenlerle oluşturduğu bir orkestra. Baba Zula’yla, Luxus’le Babylon’da birlikte birkaç kez sahneye çıktı bizim öğrenciler. Sonra dedik, “Neden kendi grubumuzu kurmuyoruz? Niye illa, filancanın, tarihine ve takvimine uymak zorunda hissediyoruz kendimizi?” Ve kurduk. Adının İngilizce olma sebebine gelince, uluslararası bir proje olacağını önceden bilmek ve istemekle ilgili bir şey. 2012’de Social Inclusion Band’la yurtdışında festivallere katılacağız. Şimdiden albümleri çıktı bile.
BEN BU İŞE HAYATIMI ADAMIŞIM PARA KAZANMAYI NASIL DÜŞÜNEBİLİRİM Kİ
Düşler Akademisi kimin düşüydü?
– Benim. Almanya’dan döndükten sonra, engellileri gruplar halinde dalma eğitimine götürdüm. Sloganımız, ‘Dalmak Özgürlüktür’ idi. Bu zaten 12 yıldır devam eden bir projeydi. Bu arada bu çocukların aslında bilmediğimiz kadar yetenekli olduklarını fark ettim.
Yani spora değil, dansa, resme, fotoğrafa da mı?
– Aynen öyle. Ama onları ‘sakat’lar diye toplumun dışına itmişiz. İşte Düşler Akademisi’nde bu anlayışı değiştirmeye çalışıyoruz, daha girişte birey muamelesi yapıyoruz. Elini sıkıyoruz, gözlerinin içine bakıyoruz, “hangi aktiviteden hoşlanıyorsun” diye soruyoruz ve oraya yönlendiriyoruz. Aralarında gerçekten inanılmaz yetenekli olanlar var. 20 dakikada bir tuvali boyayanlar çıkıyor ama bakıyorsunuz şizofren, işe girmesi yasak. Taksim’in arka sokaklarında uyduruk bir dernekte sabahtan akşama kadar çay içmiş bugüne kadar. Oysa bir resim dahisi. Beni en çok sarsan örneklerden biri, misafir ettiğimiz görme engelli bir kızdı. Tam 32 sene evden dışarı çıkartılmamış. İlk dışarı çıktığı yer, bizim kamptı. Ve bana, “Dışarıdan baktığında yürüyor muyum, emekliyor muyum?” diye sordu. 21. yüzyılda yaşıyoruz, mağara devrinde değil, bu kadar bihaber her şeyden, bu kadar tecrit edilmiş hayattan. Ve o kız, iki gün sonra… Benimle dans ediyordu!
Burada şimdi neler var? Kimler yararlanabiliyor?
– “Yedi atölyeyle başlayacağız” dedik, giderek büyüdük, şu anda 31 atölyemiz var. İşaret dili atölyesi de var, işaret dilinde edebiyat atölyesi de var, film atölyesi de var, film üretim atölyesi de, fotoğraf atölyesi de, fotoğraf üretim atölyesi de… Konservatuvarlara ve sanat akademilerine kafa tutan alternatif bir sanat akademisi oluşturduk.
Kaç öğrenciniz oldu?
– 600 küsur. Güz ve kış derslerini burada gerçekleştiriyoruz, yaz dönemini, yaz sanat kampı adı altında, alternatif kampla Düşler Akademisi’ni birleştirerek yapıyoruz. En güzeli de, burada her şey ücretsiz.
Siz nereden para kazanıyorsunuz?
– Para kazanmıyorum. Burada Vodafone Vakfı’yla birlikte bu çocukların ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem kurduk.
Peki hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz?
– Sadece bu işi yapıyorum. Başka hiçbir iş yapmadığım için hayatı kazanmak gibi bir derdim yok.
İyi de nasıl yaşıyorsunuz?
– Yalnız yaşadığım için sorunum yok. Kira ödemiyorum çünkü ailemin evinde kalıyorum. Bu işi misyon edinmişim, hayatımı buna adamışım, nasıl bu işten para kazanmayı düşünebilirim ki?
Cehaletime verin, böyle bir şey olabilir mi? Dünyada da böyle midir? Şahane bir iş yapıyorsunuz, ne bileyim insanın emeğinin karşılığını alması lazım, öyle değil mi…
– Ben zaten maaşlı çalışmam. Mülkiyet duygum da olmadığı için paraya ihtiyacım yok. Sosyal girişimcilik dediğiniz de bu zaten. 8-10 milyon engellinin, aileleriyle birlikte 20-30 milyonluk dışlanmış bir insan grubunun sorununu çözmeye aday biri, günlük hayatındaki sorununu çözemeyecekse buralarda ne işi var? Para söz konusu bile olmaz. Her yere gidiyorum zaten, dünyanın her tarafına davet ediliyorum. Yaptığım projelerle de parayı düşünmemem sağlanıyor. Bir sürü arkadaşım var, yıllardır telefon parası ödemiyorum mesela. Bir arkadaşım numaramı şirketinin üzerine aldı, “Senin ne yaptığını biliyorum” diyor. İster faturam o ay bin lira gelsin, ister 200 lira, ödüyor. Aynı şekilde bir yere gideceğim zaman biletimi alan bir turizm şirketi var. Bazen de proje bütçesinin içinde harcama kalemleri var. Bunun dışında parayla işim yok.
3000 ENGELLİYE DALMAYI ÖĞRETTİM
Engellilere dalış eğitimi vermenin ne tür zorlukları var?
– Benim için hiçbir zorluğu olmadı. Sualtı dünyasını çok iyi bilen bir dalış eğitmeniyim. Zaten bütün bu projelere dalışla başlama nedenim de kendimi en güçlü hissettiğim yerin sualtı olması. Jean-Michel Cousteau’nun yolundan gittim. “Ben de Türkiye’de bu işleri yapacağım” dediğimde, herkes topa tuttu. “Sen de kimsin? dediler, “Sektörden değilsin, akademisyen değilsin, doktor değilsin, fizyoterapist değilsin. Engelli insanlarla uğraşamazsın!” Tabii kimseye kulak asmadım.
Kaç kişi oldu bugüne kadar?
– Şimdiye kadar 3 bin engelliye dalmayı öğrettim.
Her engelli dalabilir mi?
– Zihinsel geriliği çok ileride olanlar hariç aklınıza gelebilecek bütün engelliler dalabilir. Sualtı fizyolojisiyle ilgili anlattığımı anlayıp onu en azından belli bir süre unutmayacak insanlardan söz ediyorum. Görme engelli, işitme engelli, bütün fiziksel engelliler, boynundan aşağısı tutmayan, hatta vücudunun hiçbir uzvunu kullanamayan, sadece gözüyle temas kurabilenlere kadar pek çok engelliyle birlikte daldık. Benimle birlikte dalış deneyip başaramamış bir tek engelli dahi yok.
ZENGİN ENGELLİNİN DE SOSYAL HAYATI YOK
Alternatif kamplar nerede gerçekleşiyor?
– Bodrum’daydı, sonra İzmir Aliağa’ya taşındık. Altı ay boyunca, her hafta başka bir grup ağırlıyoruz. Mardin’den, Diyarbakır’dan, Urfa’dan, Samsun’dan…
Yine ücretsiz mi?
– Evet, tabii. 20 kişilik gruplar halinde geliyorlar, Türkiye Sakatlar Derneği’nden, Altı Nokta Körler Derneği’nden… Yüzme bilmeyenler bile yüzme öğrenmiş olarak çıkıyor. Hayatında ilk kez havuz görenler var. İlk kez kanoya biniyorlar, ilk kez duvara tırmanıyorlar, ilk kez ata biniyorlar.
Yanlarında aileleri mi var?
– Yok, genellikle aile almıyoruz. Nedeni, çocukların özgür gelişmesini sağlamak. Aileyi işin içine dahil ettiğinizde, ister istemez bir müdahalecilik, korumacılık başlıyor. “Hava soğuktur çocuğum girmesin” filan. Hayatlarında ilk kez yalnız kalmalarını, kendi yaşıtlarıyla bir arada olmalarını sağlıyoruz, o kadar da hızlı gelişme sağlıyoruz ki anlatamam.
Yaş sınırı var mı?
– Her yaşa hitap ediyoruz. Çocuk almıyoruz sadece. Birbirine yakın yaş grubu gelirse, daha iyi eğitim verebiliyoruz. Ama bunu yapabilen kurumlar var, yapamayanlar var. O zaman da, “Bu grubun içinde niye bir yaşlı var?” demiyoruz. Çünkü onun da ihtiyacı var. Bu grupların içinde maddi durumu çok iyi çocuklar da var. Zaman zaman itirazlar olur, “İyi ama kardeşim o zengin bilmem kimin çocuğu. Ne işi var bu ücretsiz kampta?” Tabii ki o da gelecek çünkü Türkiye gibi bir ülkede onun da sosyal hayatı yok.