İLK GÜNLER İNTİHARI DÜŞÜNDÜM
Herkesin bildiği bir yazar değil.
Ama bildiğiniz herkesten daha iyi yazar.
Hemen hemen herkesten.
Kitapları, ‘Çağdaş klasik’ olarak nitelendirilen yapıtlar. Ve Le Monde, Frankfurter Allgemeine, die Welt gibi dünya çapındaki gazete ve dergilerde kitapları üzerine yüzden fazla makale ve çalışma yayınlandı.
Öyle böyle değil yani.
Harbi yazar.
Onu Kafka ve James Joyce ile kıyaslayanlar bile oldu.
Aslı Erdoğan o.
Biraz ürkek, biraz yabani, çok içe dönük, gerçek bir sanatçı. Ve bütün sanatçılar gibi delilik ve dahilik arasında gidip gelen biri.
Ama kimseye zarar verebilecek biri değil.
Hele terör örgütü yöneticiliği filan hak getire.
Hayatı boyunca şiddete karşı olmuş birinden söz ediyoruz.
Hayat boyu yalnızlığı tercih etmiş birinde söz ediyoruz.
Hep yazıp çizmiş bir kadın.
3500 kitap ve 10 bin kağıt arasında yaşayan biri.
Bir kere, kişiliği örgüte uygun değil.
Ruhunun yaralı bir tarafı da var, bir sürü travma yaşamış.
Ama bu kadın aynı zamanda ultra zeki bir kadın.
Robert Koleji‘nde okuyor, sonra ver elini Boğaziçi hem bilgisayar mühendisliği hem fizik.
Böyle zehir gibi bir kadın.
CERN’de iki yıl alışıyor.
Tanrı parçacığını üzerine tez hazırlıyor.
Ama kendisini en iyi yazarak ifade ediyor.
Aslı Erdoğan bir yazar, bir mühendis ve çok çok güzel dans eden biri. Bale, modern dans, tango, salsa, klasik müzik aşığı.
O, bu dünyaya ait değil.
İşte bu kadını, PKK yöneticisi olarak tutukladılar.
Neden?
Özgür Gündem‘in danışmanı olduğu için, orada yazılar yazdığı için.
İçeride geçirdiği 136 gün bakın nasıl anlattı…
Aramıza hoş geldin. Nasıl hissediyorsun kendini?
– Sudan çıkmış balık gibi! Girmenin şoku ayrı, çıkmanın ayrı. Hiç beklemiyordum çıkmayı. Bir günde seni alıyorlar, bildiğin tanıdığın yaşamdan koparıyorlar, sonra yine, “Hadi hayata dön!” diye tekmeyi basıyorlar. Koğuş kapısı açılıyor, sen dışarıda kalıyorsun, sonra ‘şak’ diye üzerine kapanıyor. Böyle oldu yani. Ama ben, ruhen yüzde 70 hâlâ içerideyim.
Ne özlüyor insan içeride en çok?
– Ah her şeyi. Ağacı mesela. “Bir ağaç görebilsem” diyorsun. Avluda gözlerim filan yaşarıyordu. Bir dakika bile duramayacağın bir mekânda, çirkin, renksiz bir betonun içinde 4 buçuk ay kalıyorsun. Sonra çıkıyorsun, birdenbire, bir tane değil, binlerce ağaç görüyorsun.
Ve fazla mı geliyor? Kalabalık mı geliyor?
– Evet. İçeride 20 kişi, aylarca birliktesin, birbirinin yüzündeki en ufak kıpırtıyı bile hissedecek bir alanda, o kadar yakındık. Şimdi binlerce milyonlarca kişiyle birlikteyim, ama bir o kadar uzağım. Telefonlar, akan bilgi, karmaşa, kaos, enformasyon… Fazla geldi. Bir körün gözlerinin açılması gibi. O haldeyim şimdi. Alışmaya çalışıyorum. Denize bile, ilk bakışta değil de, üçüncü, dördüncü bakışta, “Deniz!” diyebildim. Ben, bir de yavaş hazmeden biriyim. Gazeteci ruhu yok bende.
Peki tahliye edilmeyi bekliyor muydun?
– Hayır hiç.
Tahliye kararını duyduğunda aklından geçenler…
– İnanmak istemedim. Daha önce bir tahliye sevinci yaşadığım ve sonrasında büyük bir hayal kırıklığı hissettiğim için, “Kanma bunlara!” dedim. Başkalarını tahliye ederler, seni etmezler. Ama hâkim, gerçekten de “Tahliye!” dedi. Topluluk önünde kendimi tutmam lazımdı, tuttum. Ama sonra jandarmaların arasına çöküp, hıçkıra hıçkıra ağladım.
Şimdi de ağlıyor musun evde yalnızken?
– Ağlıyorum. Koğuş arkadaşlarıma ağlıyorum. Onların hikâyelerine ağlıyorum. Kendime ağlıyorum. Ülkeme ağlıyorum. Ağlıyorum yani.
Tahliye edilince, cezaevine eşyalarını toplamaya gittin değil mi?
– Evet.
Koğuş arkadaşlarınla vedalaşabildin mi?
– İşte o tam istediğim gibi olamadı! Her şey çok hızlı gelişti. Alıştığın bir yerden, bir mekândan, bir evden taşınırken bile vedalaşırsın. Bir ritüelin vardır kendince, bir durursun, anılarını paketlersin. Ama benim 4 buçuk ay kaldığım yerden toparlanmak ve birlikte yaşadığım insanlarla vedalaşmak için sadece yarım saatim vardı. Gardiyanlar sürekli “Hadi hadi!” diyordu. Adam gibi vedalaşamadım.
Sana nasıl hitap ediyordu koğuş arkadaşların?
– Aslı diyen de vardı ama çoğu “Aslı Hoca” diyordu. Belki saygı, yaşça büyüğüm onlardan, belki de mesafe, kim bilir…
Kaçtı koğuşun yaş ortalaması?
– 31. Çoğu 20’lerindeydi, sadece iki kişi 40’larındaydı.
“Hiç çıkmayacağım buradan” diye düşündüğün oldu mu?
– Olmaz mı? O his herkese geliyor. Bana da geldi. İntiharlar da, en çok ilk haftalarda olurmuş cezaevinde. Neredeyse emindim hiç çıkamayacağımdan. İstediğim şey de neydi biliyor musun? Bir falcı. “Şu şu tarihte çıkacaksın” dese inanacaktım ama öyle bir falcı da imkânsızdı.
YILDIZ HARİTAMDA ÇIKTI
Astrolojiyle ilgilenen birileri de yok muydu, yıldız haritana filan baksalardı…
– Yıldız haritam felaket! Kâbus!
Nereden biliyorsun?
– Çünkü yıldız haritamı ben kendi çıkardım. Hiç inanmazdım astroloji gibi şeylere. Bir gün elime bir kitap geçti. Yıldız haritamı çıkardım ne de olsa fizikçilik de var.
Eeee?
– E’si yıldız haritamda cezaevine gireceğim yazıyordu.
Hadi canım…
– Gerçekten öyle. Yıldızlarım mükemmel bir şekilde dağılmış ama bir yıldız haritasında olabilecek en korkunç çelişki de vardı haritamda. Plüton, yani ölüm yıldızı, ölümün evindeydi. Susan Miller’a yazdım, “Ölüm, ölümün evinde. Bunu nasıl yorumlarsınız?” Kadın sağ olsun cevap yazdı. “Bütün sevdiklerinizi kaybedeceğiniz anlamına geliyor, cezaevi, intihar, travma üstüne travma” diye yorumladı. Hatta, “God bless you” (Tanrı sizi korusun) diye bitirmiş mektubu. O kadar acıklı yani.
Ay çok fena…
– Evet, o da yetmemiş gibi, yıldız haritamda Plütonum, Güneş’le, yani yaşam gezegenimle, 180 derece ters açı yapıyor. Bunu da sordum. Bu, bir yıldız haritasında olabilecek en sert açılardan biriymiş. Hayatla ölüm, 180 derece birbiriyle zıt. Bu çelişki de kimde varmış biliyor musun?
Kimde?
– Nietzsche’de varmış! Yorumu: “Ya intihar ya delilik.” Hiçbir insan, ölümle hayatın bu kadar birbiriyle savaştığı bir kişiliği bu kadar uzun süre taşıyamazmış.
Kim bilir belki ‘deha’ olarak da yorumlanabilir…
– Erkeklerde ‘deha’ olarak yorumlanabiliyor, ama kadınlarda ‘delilik’ diye genelde! Diyeceğim, cezaevi de vardı yıldız haritamda ve gerçek oldu. Ben astroloji meraklısı filan değilim. Şaşırttı beni astroloji. Ama artık inanıyorum. Bir yorum sanatı. Hayata ilişkin metaforlar sunuyor bize. Hayata sorular sormayı öğreniyorsun.
“Her an tekrar alabilirler” hissi var mı?
– Ne yazık ki evet! İster istemez bir korku oluyor. Şimdi annemin evinde kalıyorum. Kapı çalıyor, “Polis mi?” diye fırlıyorum. Travmayı daha atlatamamışım yani. Mahkemede hüzünlendiler halime. Kalın yün hırkamdan ayrılamıyordum. “Yeniden tutuklanırsam, yün hırkam olsun üzerimde bari” diye. Cezaevinin içi 10 dereceydi, yani çok soğuktu, lahana gibi giyiniyorduk, çorap üstüne çorap ama yine de bana mısın demiyordu…
Nasıl bir hayat kurdun kendine içeride? Kimlerle kalıyordun?
– Eskiden ‘siyasi suçlular’ denirdi ya, şimdi gerçi bu terimi bile esirgiyorlar bizden, ‘terör suçlusu’ diyorlar, işte onlarla kalıyordum. Bence buradan başlıyor devletin bakışı. Ben, adli suçluları da merak ediyordum bir yazar olarak, çok hikâye vardır onlarda diye ama sonra adli koğuşu görünce, dedim ki, “Orada sağ kalamazmışım!” Çok kavga, gürültü, patırdı vardı…
Siyasi koğuşun farkı ne?
– Bir komün hayat var. Ben tam dahil olmadım gerçi. Çünkü çocukluğumdan beri tek başıma yaşamaya alışmış biriyim. Komün hayatının getirdiği bir disiplin vardı. Belli sessizlik saatleri vardı, eğitim saatleri vardı. Ben katılmıyordum eğitimlerine ama sessizlik iyi bir şey.
Nasıl geçiyordu hayat?
-Her gün, birbirinin tekrarıydı. Komünal bir düzen olduğu için, her gün sırayla biri nöbetçi oluyordu. Beni nöbetçi yapmadılar, hem komünün parçası olmadığım için hem de yaşa saygı galiba. Nöbetçi 7’de kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, çayı yapıyor, ekmek gelirse ekmeği alıyor. 20 kişiye kahvaltı hazırlamak tabii vakit alıyor. Saat 8’de, “Arkadaşlar çay hazır!” diye bağırıyor. Aynı zamanda cezaevinde, “Bayanlar, sayım başlamıştır!” komutu anons edilyor. Tekrar tekrar aynı laf kulağında patlıyor: “Bayanlar sayım başlamıştır!” Koğuş iki katlıydı, kahvaltıya iniyoruz, tir tir titriyorsun bu arada, buz gibi çünkü. Suratlar asık. “Günaydın” diyecek hali yok kimsenin. Kahvaltı zamanı gardiyanlar geliyor çat kapı. Sonra günün diğer rutinleri. Bütün gün televizyon açık oluyor. Dışarıyı çok iyi izliyor mahkûmlar. Haberler hiç kaçmaz mesela. 9 buçukta sessizlik saati… Herkes çalışmalarına gidiyor. Kurslar oluyor kendi aralarında. 11’de bir mola, 12’de yemek…
Sen peki yazıp çizebildin mi?
– Pek değil. İç dünyam bana ait değil gibiydi. Okuyordum bazen. Bazen de bale yapıyordum. Ama avluda bale yapayım derken az kalsın zatürre oluyordum. Çok üşüttüm. İçeride hastalanmak büyük sorun.
Dışarıya çıkar çıkmaz yapmak istediğin şey neydi?
– Pek çok şey var. Ama kendime bir söz verdim, önce onu tutacağım. Acilen bir dövmeci bulacağım. Hani Yahudi mahkumların kollarının sol üst tarafına numaralarını damgalarlardı ya, benim tutuklanmam da o kadar keyfi ki, kendimi bir toplama kampı mahkumu gibi hissettim, gidip koluma, tutuklandığım tarihi 16.08.2016’yı yazdıracağım. Belki bir de “Görüldü” diye yazdırırım. Neyi özlediğime gelince, biri deniz. Denizin sesini, hissini özledim. Çünkü yazın tam “Yüzmeye gideyim” derken tutuklandım. Bir kafeye gidip kahve içmeyi de çok özlemiştim. Sonra klasik müziği. Cezaevinde müzik yok.
Neden?
– Öyle işte. 2000’den beri cezaevlerinde pek çok değişmiş. Eskiden teyp vardı cezaevlerinde. Şimdi teyp yok, CD yok, yemek pişirmek bile yasak. Sen ne diyorsun, OHAL diye minderimiz bile yoktu. Minderleri bile basıp, gardiyanlar topluyorlardı!
İyi de neden?
– Kış günü plastik sandalyelerde otur diye! Yarım saat otur, karın ağrısından ölüyorsun. Ortak alanda sadece sandalye ve beyaz masalar var. Ben bütün gün de yataktan çıkmayabilirdim ama tecrübeli mahkûmlar uyardı, “Sakın yapma. Hareket et. Kalk spor yap. Temizliğe katıl. Yoksa depresyona girdin mi çıkamazsın! Kedi gibi büzülür kalırsın. Kasların erimeye başlar. Soluğun kesilmeye başlar yürürken. Hareketsizlik kötü etkiler” dediler. Zaten yatağın da sıcak değil ki. Son haftalarda hava çok soğuduğu için, çamaşır suyu şişelerine kaynar su koyup, onları yatağa alıyordum.
Ben şaşalların içine sıcak su konulduğunu duymuştum.
– Kızlar onu yapıyordu. Ben, iki litrelik domestosların içine koymayı tercih ediyordum. Plastiği daha kalın. Ama ne yaparsan yap, 2-3 kullanımda akıtmaya başlıyor kapaktan. Mahkemeden iki gece önce yine yattım kaynar sularımla, Allah’tan patlamamış ama damla damla akmış. Ve ben hissetmemişim. Sabah uyandım, titriyorum. Çünkü bütün su yatağa akmış, yatak, yorgan hepsi çekmiş suyu.
Felaket!
– Evet. Dişlerim birbirine vuruyordu. Moralim de bozuldu. Ama işte koğuşun kadınları arasında müthiş bir dayanışma var. Hemen biri fark etti, “Aslı Hoca, ne oldu? Suratın beş karış” dedi. Durumu anlattım, “Yatak sırılsıklam, nasıl kuruyacak bilmiyorum!” dedim. “Amaan, o da sorun mu!” dediler. Biri, yatağı sırtladı, dışarı attı. Diğeri, yorganı dışarı çıkardı. Öbürü, çarşafları kuruttu. Sonra işi gırgıra vurdular, “Mahkeme heyecanından altına kaçırdın değil mi Aslı Hoca?” filan. Ben de gevşedim, gülmeye başladım. Tarifi olmayan bir dostluk ve dayanışma var içeride…
Ne güzel! Bana sanki her yeri, kendine benzetebilirsin gibi geliyor. İçeride de bu olabiliyor mu?
– Bak işte o olmuyor! Cezaevinde kendi dünyanı yaratamıyorsun. Çünkü mekân senin değil, zaman senin değil. Bütün sistem de, sana, bunu belli etmek üzere kurulmuş. Bir şey yazmaya başladın değil mi, çat kapı giriyorlar, hadii asker araması. Paldır küldür 30 tane gardiyan dalıyor içeri. Bir şey yaratacak ruhu, enerjiyi zor buluyorsun. Her şeyi onların istediği saatte yapman gerekiyor. Sistem böyle kurulmuş. Hiçbir şekilde orası senin değil. Zaman da senin değil. Öyle içeride roman yazmak filan da mümkün değil. En azından benim için değildi.
Peki ne kadar kitap okuyabildin?
– OHAL’le birlikte yeni bir kural koymuşlar. Mahkum başına 15 kitap. Daha fazlasını tutamıyorsun. Allah’tan bizim siyasi kızların toplu bir kütüphanesi vardı. Kitap bulabiliyordum.
Toplam kaç gün kaldın?
– 136.
Bu geçen süreyi, hangi sıfatlarla tanımlarsın?
– Ooo çok zor o. Koyu gri. Koyu gri bir karanlık. Beton, ruhsuz bir avlu düşün. Minicik bir çıkışı var gökyüzüne. Ses içeri gelmiyor. Senin sesin de dışına gitmiyor. O betonların dışında ne var göremiyorsun. Felaket.
TÜRKİYE ENDİŞE VERİCİ BİR YERE GİDİYOR
Ben içerideyken, 150’ye yakın benim durumumda tutuklanmış gazeteci ve yazar vardı. Gittikçe sayı artmaya başladı. Ama sayının artması insanı rahatlatmıyor. Ben trajedi büyüdükçe, bir avuntu bulamıyorum. Belki çocukken, “Benim durumumda çok kişi var!” düşüncesi beni biraz avutuyordu, artık etmiyor. Tam tersine, daha da kötü geliyor. Türkiye çok endişe verici bir yere gidiyor. İçerideyken de bundan muaf değilsin…
İP SARKITMAYI ÖĞRENDİM
Peki koğuşa, başta hemen uyum sağlayabildin mi?
-Hayır.
Yabancı, eğreti, misafir gibi mi kaldın?
– Evet. Çünkü hayatta hep öyleydim. Nereye gitsem hep bir eğreti yanım var. Bir panele girdiğimde de, “Aslında ben buraya ait değilim!” izlenimi uyandırırım. Orada da başta öyleydi.
Ama siyasi mahkûmlar kucaklayıcıydı, öyle mi?
– Çoook. İnanılmaz destek oldular. Özellikle de ilk beş gün hücrede kaldığım zamanda. Yeni gelenler hücreye konur ilk gün. Ama beni biraz uzun tuttular, 5 gün kaldım. 4-5 metrekare küçücük bir odada. Çok pisti, temizleyecek bir şey de vermediler, hadi onu geçtim, susuz kaldım. İki gün de su vermediler.
Neden?
– Hiçbir fikrim yok. Soruşturma açılmasını filan talep ettim, su vermediklerini filan reddettiler ama pekala biliyorlar vermediklerini, kamera kayıtları var. “Musluktan içseydin!” dediler, sarı su akıyordu, sarılık filan olurdum. Odada idrar vardı. Leş gibi kokuyordu. O 5 gün içinde, yemeği de bazen veriyorlardı. Ama susuzluk en fenasıydı. Çay yok, sigara yok…
Ne yaptın peki? Ne kadar kadar kilo kaybettin?
– İlk 8 günde herhalde 5 kilo. İşte o dönem ip sarkıtmayı öğrendim.
Nasıl yani?
– Ben yukarıdan ip sarkıtıyordum, hücremden aşağı, alt kattaki mahpus, o ipe su bağlıyordu. Hatta, kaynar su ve çay yolluyordu bana yukarı. Yemek da yolladılar, sigara da, radyo da. Okuyacak bir şeyler de…
İpi nereden buldun?
– Onlar yukarı attılar, ben de tuttum. Ondan sonra yavaş yavaş yavaş yavaş aşağı sarkıtıyorsun, ona bir şeyler bağlıyorlar, sen bu sefer yukarı çekiyorsun. Ama şişedeki çayı, tabii demir parmaklıkların içinden dikkatlice alman gerekiyor. Ben beceremedim kaynar çayla yandım.
Film karesi gibi. Sürreal bu anlattıkların…
– Evet, ilk günler, o sürreal his, çok yoğundu. Sanki yaşadıklarım, benim hayatım değilmiş de, ben cezaevinde geçen bir filmin içine düşmüşüm gibiydi. Rüya bunlar, gerçek değil. Belki de bu duygu, insanı şoktan koruyor. Çünkü bu anlattığım şeyleri yaşarken, tıpkı senin gibi, kendime dışarıda, “Ne güzel film sahnesi olur!” diye bakıyordum, ipi aşağıya öyle indiriyordum.
KÜÇÜK BİR ÇİÇEĞİ YAŞATMAK İÇİN VERİLEN MÜCADELE BENİ ÇOK ETKİLEDİ
İçeride yemek yapılabiliyor sanıyordum…
– Hayır, yasak! Ama tabii mahkûmlar çok yaratıcı. Gelen yemekten, ne bileyim buğday çorbasındaki buğdayı bile ayıklayıp, ayrı bir yemek yapabiliyorlar. Yemeği nerede yapıyorlar? Eski, bozuk bir semaverin içinde. Ocak yok. Gerçekten yaratıcılar, yani ne pastalar yapıldı o koğuşta. O kantinden gelen ya da idarenin verdiği çoko kremlerden ne mozaik pastalar çıktı, ne yöresel yemekler yapıldı gelen bulgurlardan. O günkü nöbetçinin yaratıcılığına kalmış, inan döktürüyorlar. Bak boynumdaki kolyeye, şeftali çekirdeğinden yapılmış bir kolye…
Çok güzelmiş…
– OHAL’den sonra bir sürü şey değişmiş. Avluda benim koğuşumdaki kadın mahkûmlar çiçek yetiştirmişler. Yıllarca uğraşmışlar bunu başarabilmek için. Küçük ağaçları büyütmüşler. OHAL’den sonra çiçek yetiştirmek yasaklanıyor. Paldır küldür bir baskın! Gardiyanlar o yıllarca emek verdikleri çiçekleri söktüler, cezaevinin dış avlusuna atıp, ölüme terk ettiler. Nasıl bir matem havası anlatamam. Ama kızlardan biri, çiçeğini tuvalete sakladı, aklınca kurtardı. Bir sonraki aramada, o da gitti! Sonra içimizden biri, bir tohum buldu bir yerlerden, ama toprak yok. İnanır mısın önce toprak yaptık. Akıl alacak bir şey değil ama yaptık. Toprak yapma süreci de haftalarca sürüyor. Her gün demlenmiş çay içiliyor ya, o çaylar gazeteye seriliyor, güneşte kurutuluyor. Çayın içine yumurta kabuğu kırılıyor ki, azot, toprağı beslesin, o da bitkiyi. Sonra çiçek ekildi. Derken minik minik uç verdi. Biraz da çirkin bir bitkiydi. Ama olsun, gözümüz gibi bakıyorduk. Her aramada, saklanıyordu filan. 20 kadının emeğiyle uç vermişti.
Küçük Prens’in gülü gibi…
– Hakikaten öyleydi! Dışarı çıkarılıyordu güneş alsın diye. Sonra “Yağmur suyu alsın biraz” deniyordu. Sonra “Aman fazla almasın!” deniyordu. Ama o bitkimiz de, yakalandı sonunda! Onu da aldılar elimizden!
Peki neden böyle yapıyorlar?
– Bilmiyorum, bundan zevk alıyorlar. Gardiyanlar, “Bulduk, çiçeeek” diye bağırıyorlardı. “Ne zaman yetiştirdiniz kızlar?” diyorlardı, alaycı bir sadizmle. Bizim çiçeğimiz 4 ay dayandı, sonunda gitti.
Bütün bu anlattıkların çok acayip! Kurguya bile gerek yok, doğrudan roman.
– Koğuşa ilk geldiğim günlerde moralim çok kötüydü, “Ben çok dayanamayacağım, intihar edeceğim!” gibi şeyler söylüyordum. Ve bunu da ilke olarak savunuyordum. Tabii kızlar dehşet içinde kalıyorlardı. “Nasıl yani?” diyorlardı. Akılları almıyordu. Ben de, “Felsefi açıdan bakarsak, bu benim temel hakkım!” diyordum. Uzun uzun tartışmalara girdik böyle. Çıkmamdan birkaç gün önce onlardan özür diledim. Dedim ki, “Ben sizden çok önemli bir şey öğrendim. Sizin, bir çiçek yetiştirmek için 4 ay nasıl uğraştığınızı gördüm. Ve ben intihar derken nasıl bir şımarıklık yaptığımı şimdi çok daha iyi anlıyorum! Sayenizde…”
İçeride olmak sana en çok ne öğretti?
– Küçücük bir çiçeği yaşatmak için aylarca verilen mücadele beni çok etkiledi. Hayata bir başka saygı. O kızlardan çok şey öğrendim, en çok da direnmeyi.
İçeri girenle çıkan aynı Aslı mı?
– Kendimde bunu tespit etmem zor ama sanırım iki ayrı kadın söz konusu. Çok farklı bir Aslı’yım şimdi. Bazı travmalar var ki, onu yaşayanla, yaşamayan sanki sonsuza dek birbirinden ayrılıyor. Yani cezaevine girenler birbirini tanıyorlar bir şekilde. Başka bir bağ kuruluyor aralarında. Girmeyene anlatamıyorsun cezaevinde olmayı. Mahkeme salonunda, içeriden yeni çıkmış daha önce tanıdığım biriyle karşılaştım. Herkes bana sarıldı ama biz iki mahpus başka bir sarıldık.
Hayatına ne kattı bu korkunç deneyim?
– Ben daha kinik bir insandım. “Direnmek, dayanmak, şudur budur” gibi sözcükleri hiç sevmezdim. Tamam yazılarda filan dayanışırsın, direnirsin ama gerçek hayatta böyle şeylere çok mesafeli bakardım. Yalnızlığım, en kutsal şeydi. Birdenbire yaşayabilmek için dayanışmayı, direnmeyi, biri gelip de çiçeğini aldığında hemen ertesi gün yenisini ekebilmeyi, yıkılmamayı öğrendim. Ki ihtiyacım vardı. Ben çabuk pes ederdim. Biraz daha cesur oldum sanki. Elimde olsa bu deneyimi yaşamak istemezdim. Yaşamayı da ben seçmedim. Yapabileceğim tek şey, bunu zarifçe taşımak. Ama itiraf etmem gerekiyor ki, yaşadıklarım derin bir tortu bıraktı bende. 20 kadın tanıdım. Başka hangi koşullarda 20 kadın tanıyıp hayat hikâyelerini dinleyecektim. Özlüyorum onları. Bu kadar özleyeceğimi de tahmin etmiyordum.
BU KÖTÜ BİR ŞAKAYDI VE HERKES BİLİYORDU
Birkaç gün sonra evime döneceğim. Biraz travmatik tabii, çünkü polisin bastığı bir eve döneceğim. Bütün belgelerim, kağıtlarım iç içe girdi. Üç bin 500 kitapla, on bin kadar kâğıdın olduğu bir ev. Aylar sürecek onları toplamam.
İnsan içeride uyuyabiliyor mi? Uyuyunca unutabiliyor mu?
– İlk zamanlar uyuyamıyordum. Çünkü sürekli kâbus görüyordum. Yataktan filan atıyordum kendimi. Uyumaktan korkar hale gelmiştim. Sonra yavaş yavaş uyumaya, hatta fazla uyumaya başladım. Bu sefer de hep cezaevini görüyordum rüyamda. Cezaevinden çıkmışım ama dönmem gerekiyor! Hep çok kötüydü rüyâlarım. Uyku, kaçabileceğin bir alan olmuyor…
Cezaevi yöneticileri senin gerçekten, iddia edilen o suçları işlediğine inanıyorlar mıydı?
– Yok canım. Bu, kötü bir şakaydı bunu herkes biliyordu. Evime gelen polisler bile bir süre sonra, “Sizin hayatınız, sadece okumak ve yazmakla geçmiş bir hayat!” dediler. Allah aşkına, 50 yaşında yazar bir kadının PKK yöneticisi olduğuna kim inanır? Akıl var mantık var. Ahmet Şık’ın DHKP, FETÖ ve PKK üyesi olması ne kadar inandırıcı değilse, bu da o kadar sürreal bir dava…
Destekler karşısında ne hissediyordun? Tüm dünya destek verdi sana.
– Hepsi tabii içeri yansımadı ancak avukatım aracılığıyla öğreniyordum. Şaşırdım, bu kadarını beklemiyordum. Yazarların beni destekleyeceğini biliyordum ama böylesine halka halka yayılacağını, Margaret Atwood’dan, Coetzee’den mektuplar filan alacağımı hayal bile edemezdim. 1200 tane mektup var yanıtlanmayı bekleyen…
ERKEKLER YAYA KALDI
Baban yurt dışında yanılmıyorsam, haberleştin mi hiç?
– Babamla görüşmüyoruz.
Annen inanılmaz dik durdu. Aranızdaki ilişkide boyut farkı oldu mu?
– Olmaz mı? Biz öyle çok tipik bir anne-kız ilişkisi kuramamıştık uzun süredir. Benim ailem, 18’imdeyken parçalandı. Ama tam anlamıyla parçalandı. Boşanma değil, parçalanma. Boşanma tanıkları da ben olmak zorunda kaldım. Kötü bir dönemdi. Sonrasında da üst üste pek çok travma yaşadım. Değer verdiğim bir sürü insan öldü. Ama cezaevinde bir şey daha öğrendim: Şu hayatta, dayanışmayı ve dostluğu kadınlardan beklemek gerekiyor. Erkekler kusura bakmasın, mangalda kül bırakmazlar ama böyle zamanlarda yaya kalıyorlar. Kadınlar çok daha cesur. Hakikaten işler biraz sıkışsın, erkekleri bulamazsın ortada. Sadece sevgili olarak kastetmiyorum. Profesyonel ilişki içinde olduğum bazı erkekler de, “Aman bizi de PKK’lı diye alırlar!” diye vın, ortadan kayboldular. Kadınlardan da hayal kırıklığına uğradıklarım oldu ama tek tüktür. Kadınlar bu olayda da sağlam durdular, en başta da annem. Biz anne-kız olmayı bu süreçte öğrendik.
İçerideyken üç ödül aldın, o nasıl bir duyguydu?
– Güzel bir his ama n’apabilirsin ki? Plastik masada oturup, 20 kız çekirdek çıtlatıp, masalara vura vura şarkı söyleye söyleye kutladık. O hafta kolalar çekirdekler bendendi. Çikolata da alacaktım, kızlara söz vermiştim ama param bitti. Edebiyatıma değer veriyorlar ama benden daha iyisi de çıkabilir. Hakikaten Paris’te bir kadın yazar olamamanın getirdiği şanssızlık bu. Ama bu topraklar böyle. Bu toplum beni ilk kez aşağılamıyor. Aşağıladılar, rezil ettiler, aç bıraktılar. E ben ekonomik nedenler olmasa, bu köşe yazarlığına hiç girmezdim ki. Öyle çok okurum olsun filan derdinde değilim. Vitrin olmak sevdiğim bir yer değil ama mecburdum. Sırf bu yüzden birkaç kitabı kaybettiğimi düşünüyorum. Ama bu süreçte, bir yandan da tuhaftır ki köşe yazılarım, edebiyatımı öne çıkardı.
Sen yurt dışında, Türkiye’den daha meşhursun, daha çok değer veriliyor sanki. Bu neden? Ve bu seni üzüyor mu?
– Böyle olduğunu sanmıyorum. Ben o kadar önemli, meşhur bir yazar değilim. Hiçbir zaman bir Elif Şafak’ın ününe ulaşmadım. Ben hep “küçük, saygın, iyi bir yazardır” diye tanınırdım. Zaten sadece edebiyat ve yazar çevreleri bilirdi beni. Hiç böyle büyük kitlelere ulaşmamıştım. Cezaevi süresince dış basında bu kadar haber olmama ben de şaşırdım…
Seni suçlayanlar ve cezalandıranlar, senin yazdıklarından haberdar mıdır? Yazdığın kitapları okumuşlar mıdır?
– Açıkçası televizyonda birkaç kez kendimle ilgili konuşanlara rastladım panellerde. “Aslı çok iyi yazardır!” filan diyenlerin bir tek kitabımı bile okumadığına eminim. Bu kadarını anlayabiliyorum. Suçlandığım şeyler öyle absürt ki, hakikaten köşe yazılarıma şöyle bir saat bakmış olsalardı, şiddete karşıtı olduğum o kadar açık ve net ki. Beni örgüt üyesi olarak suçlamak hakikaten komik.
Peki sence neden sen?
Hedef gerçekten ben miydim, yoksa amaç benim üzerimden Kürtlere sempati duyan Beyaz Türklere bir gözdağı vermek miydi, hâlâ bunun cevabını bilmiyorum. Rastgele mi seçildim? Tepeden birileri bana kızdı mı? Çünkü siyasi açıdan özellikle Kürt meselesi bağlamında bakarsak, hiç de önemli biri değilim. Hatta dış kapının, dış mandalının, dış şeyiyim! Tamam Özgür Gündem’e arada bir yazıyorum ama ne sert bir politik söylemim var ne de başka bir şey. Orada yazı yazmış olan tek edebiyatçı da ben değilim. Murathan Mungan’dan, Vedat Türkali’ye, Feyza Hepçilingirler’e kadar pek çok kişi Özgür Gündem’e yazdı, bu suç değil ki. Danışmanlık meselesine gelince, ben hayır diyebilen biri değilim, başka bir gazete de, “Danışmanımız olur musun?” deseydi de, hayır diyemezdim. Ben de anlayamadım sebebini açıkçası. Ya birilerini kızdırdım ya da bu Beyaz Türklere verilen mesajdı. “Kürtlere indirekt bile destek verirseniz, sonunuz bu kadın gibi olur!” filan.
İçerisi insanın yaratıcılığı artırır mı, köreltir mi?
Uzun vadede köreltir. Hani boğazına bıçak dayalıyken şarkı söyleyemezsin ya, o hesap. Bir mücadelenin içindesin, onun da adı sağ kalma mücadelesi. O haldeyken, bir cümlenin estetiğiyle uğraşacak zamanı ve mecali nasıl bulacaksın? Bir de ben, yazabilmek için bütün kitaplarımın elimin altında olmasını severim. Aynı anda üç bin kitaba baktığımdan değil ama olsun. İstiyorsam Rilke, ulaşabileceğim yerde olmalı. Klasik müziğim da orada olmalı. Ufak tefek şeyler bunlar. Bunların hiçbiri yoktu. Ama şu da var, kısa bir zaman diliminde benim yaratıcılığım yarılmalardan ve ani kopuşlardan besleniyor. Bu deneyimin de bana olumlu bir dönüşü olacağına inanıyorum.
Peki insan, isyan etmemeyi nasıl başarıyor? Nasıl oluyor da, “Haksızlık bu!” diye böğürünceye kadar bağırmıyorsun? Bu sükûnet insana nasıl geliyor, nasıl sakin olunuyor?
– Sanırım cezaevinde yatanların bir ortak özelliği de kendilerini kontrol etmeyi öğrenmiş olmaları. Öğrenmek zorundasın çünkü orada bir bağırırsan hücreye gidersin. Ama insanlar elbette patlıyor. Siyasi koğuşlarda bu sözünü ettiğim dayanışmanın ve komün hayatın bir etkisi ya da hedefi bu tür patlamaları da önlemek. Koğuş içi disiplini var. Bir koğuş sözcüsü var. İş patlama noktasına gelmeden oturulup konuşuluyor. Bizim koğuşun tavrı öyleydi. Gereksiz sürtüşmelerden tartışmalardan uzak durmaya çalışıyorlar. Ama inandıkları bir şeyse, koğuş olarak asla geri çekilmeyecekleri yeri de biliyorlar. “Gerekirse açlık grevi yaparız” diyor. Ben tabii her seferinde ürkerek izliyordum, bu iş daha ne kadar tırmanacak. İdare, içeri askerleri yollayabilir. İçeridekiler açlık grevi yapabilir.
O zaman senin de mi katılman gerekiyor?
– Ben ilke olarak slogan atmıyorum, zaten örgütsel slogan atmam. Bir tek sloganlarına katıldım. Biri tahliye olurken bütün kızlar kapıya diziliyorduk daire şeklinde. Sarılıp, ağlaşıp, vedalaşıyorduk teker teker. Sonra çıkarken, “Hayat, kadın, özgürlük!” diye bağırılıyordu. O zaman ben de bağırdım. Çünkü bu üç kavrama da fena halde inanıyorum.
Senin kitapların, ‘çağdaş klasik’ olarak nitelendirilen yapıtlar. Le Monde, Frankfurter Allgemeine, die Welt, der Freitag, die Berliner Literatur Kritik gibi gazete ve dergilerde senin yapıtların üzerine yüzden fazla makale ve çalışma yayımlandı. Kafka ve James Joyce ile kıyaslayanlar oldu. “Bana reva gördüğünüz bu mu!” diye bağırasın gelmedi mi?
– Hayır ama bazen kendimi korumak için bazı şeyler söylediğim oldu. Polisin gözaltında tehditkâr bir girişimi oldu. Ama sadece ilk gece. Bir daha da yapmadılar. “Terörle mücadeleyiz biz. Sen de yazarsın ama çok da buna güvenme!” tarzından bir çıkışlara oldu. O zaman zarifçe onlara, “Bakın, ben ünlü bir yazarım!” dedim. Alaylı alaylı baktılar. Ben devam ettim, “Okurlarım arasında Norveç kraliçesi var, Alman Cumhurbaşkanı da!” “Ha öyle mi? Başarılarınızın devamını dileriz!” dediler. “Ama” dedim “İşin bir de öteki boyutu var. Benim boynumda bir protez var. Allah vermesin, bir kaza olursa ya da trajik bir olay yaşanırsa, Alman Cumhurbaşkanı’ndan da, Norveç Kraliçesi’nden de, okurlarımdan da bir tepki olacağını düşünüyorum!” “Siz, bize saygılı davranırsanız biz de size saygılı davranırız” dediler. “Ben hayatım boyunca kimseye saygısız davrandığımı hatırlamıyorum” dedim. Buna verecek cevap bulamadılar. Yani çok sıkışmadıkça böyle bir kimliği ortaya çıkarmıyorum. Sadece karşımdaki beni aşağılamak için çok tepiniyorsa, “Ha bak dur! Bu oyunu ben de biliyorum!” demek için kullanabileceğim bir şey. Yoksa kendimi ne Kafka ne de Joyce sanacak kadar aptalım. Sonuçta ne yazabileceğimi bilmiyorum ama yazdıklarım konusunda az çok oluşmuş bir değerlendirmem de var. Ama evet, daha iyisini yazabilirdim, hala yazabilirim fakat Türkiye’nin üstüme vahşice geldiğini düşünüyorum Sadece benim değil, pek çok insanın üstüne. 2000’li yıllardan beri bu böyle…
EN DAYANILMAZI ‘RİNG’!
En çok nede zorlandın?
– Sağlığım konusunda. Boynum felaket. Boynumda protez var. 4 boyun fıtığım vardı, birini çıkarıp yerine bir metal parça koydular. Sağa dönüyor ama sola dönmüyor. İçeride soğukta çok kötüledi. Onun dışında ağır bir Raynaud hastasıyım. Ellerime, ayaklarıma kan gitmiyor. Kan dolaşımım bozuk. E soğuk ona da iyi gelmedi. Bu ikisinin dışında bağırsaklarım hasta. Artı astımım var ve şeker hastasıyım. Hiçbiri öldürücü değil ama hepsi bir araya geldi mi tehlikeli olabiliyor. Soğuk, üstüne stres, ben bile şaşırdım bu kadar dayanabildiğime. İlk girdiğimde, “İki aydan fazla burada yaşayamam!” diyordum. Ağır bir hastalığa yakalanacağımı düşünüyordum.
Cezaevinde tıbbi yardım almak mümkün değil mi?
– O da ayrı bir dert! Cezaevinin en zor yanı, tıbbi yardım almak! Haftada bir gün revire çıkıyorsun. İşte o felaket bir şey. Dış güvenlik jandarma götürüyor seni. O korkunç ring aracına bindiriyorlar. Her şeye alışık 20 yıllık mahkûmların bile en dayanamadığı şey ring. O ring aracı kadar, insanlık dışı bir sistem görmedim! Tabut gibi küçücük bir alana, altı kelepçeli kadını yan yana oturtuyorlar. “Tak” diye kapı üzerinize kapanıyor. Pencere desen el kadar. Yazın sıcak, kışın soğuk ve havasız. Bir de sallıyor. O kadar ki, kusuyor insanlar. O halde hastaneye getiriyorlar. Koca asma kilitler ve jandarmalar eşliğinde, tek tek içeri alıyorlar kadınları. Diğerleri, o daracık tabutta bekliyor. 3 saat, bazen 4 saat. Kusan kusana, bayılan bayılana. İnsanlar bembeyaz oluyor. Hem gitmek istiyorsun doktora, o sevk için aylarca beklemişsin, hem de “Ringe nasıl dayanacağım?” diyorsun.
Bir de zaten hastalığın varsa bu yolculuk iyice olumsuz etkiler.
– Tabii, bir de düşün, o kadınlardan biri mesela şeker yükleme testine girmiş. Kadını tutun hastanede? Yok, hayır! Kanını alıyorlar ve yine o korkunç ring aracına bindiriyorlar. Fenalaşıyor sürekli. Çok zalimce bir sistem. “Bütün bunlar güvenlik için!” diyorlar. Ama yani bizim durumumuz da komik kalıyor. Kör, sakat, hamile kadınları kelepçeleyip iki jandarma, üç silahla götürmenin ne anlamı var! Nereye kaçabilirler ki? Bir de hastaneye kelepçeli giriyorsun. Doktorların muayenede kelepçeyi çıkarması lazım. Ama kimi doktor çıkarttırmıyor, oysa karşısındaki çok hasta.
Niye çıkarttırmıyor muayene ederken?
– İktidar tutkusu insanlarda her şekilde çıkabiliyor ortaya da ondan! Bir mahkûm, herkesin aşağılayabileceği biri, özellikle siyasi bir mahkumsa…
3-4 KADIN BEBEĞE BAKAR GİBİ BAKTI BANA
Otomatik olarak, tutuklu kardeşliği mi oluyor içeride?
– Evet! Hem de inanılmaz. Ama onlar bunun farkında bile değil. Biri bulaşık yıkarken tabak düşürüyor mesela, iki kişi hemen yardıma koşuyor, biri tabağı kaldırıyor, öbürü, “İyi misin?” diyor. Öyle bir dayanışma ki, o kadar çok içselleşmiş ki, kendileri bile farkında değiller. Dışarıda insanların birbirine böyle davranmadığını da büyük olasılıkla bilmiyorlar…
Senin dışarıda bu kadar yakın arkadaşların var mı?
– Hiç olmadı. Şöyle anlatayım: İnat edip soğuk havada bale yaptığım günün ertesi sabah ateşim çıkmış. Konuşmaları duydum, “Aslı Hoca çok hasta, bugün hiç sigara içmedi!” filan diye. Sonra uyumuşum, biri sıcak su torbası koymuş, öbürü yorganını örtmüş, üstüme biri şalını örtmüş. Gün boyu naneler kekikler gelmiş, gitmiş. Hani bir bebeğe nasıl bakılır, 3-4 kadın öyle baktı bana.
İçeride hâlâ arkadaşların var. Onlara ne mesaj vermek istersin?
– Çok özledim onları, kalbimin bir kısmı onlarla kaldı. Hep kafamın içinde, koğuşta birlikte söyledikleri, benim de ritim tutarak katıldığım şarkılar var. Dışarıda asla yakalayamayacağın bir ruh var orada.
5 yaşından 50 yaşına kadar dans ettim. Bale, modern dans, Afrika dansları, tango, Brezilya dansları, samba… Bir ara Zeynep Tanbay’ın topluluğuyla dans ettim. Köleliğin kaldırılışının 100’üncü yıldönümünde Brezilya’daydım. Afrika dansları ekibindeki kesinlikle tek Türk bendim. Sokakta Afrika dansları yapıyordum. Beyazlar da sayıca çok azdı. Ama Afrikalı gibi dans edebildiğim için aldılar…
Eser Kahraman
( Cuma, Ocak 20, 2017 )
sizleri cok seviyoruz sevindik özgür olmaniza .
insallah daha cok kitaplarinizi okuruz