Allah kimseye böyle bir acı vermesin.
Kimseyi evladıyla sınamasın!
Baba Oğuzhan ve anne Meltem Hıdıroğlu, 2017’de on beş yaşındaki oğulları Nazmi’yi çok feci şekilde kaybettiler. ‘Elim bir kaza’ demek isterdim ama diyemiyorum, kaza-maza değil… Basbayağı ihmal!
Olay bir hemzemin geçitte yaşanıyor.
Tren geçmeden görevli bariyeri kaldırıyor ve çocuk motosikletle geçerken tren çarpıyor.
Ama bu bir motosiklet kazası değil. Nazmi bisikletli de olabilirdi, yaya da olabilirdi, bir arabanın içinde de olabilirdi…
Diliyoruz ki bu ihmaller en ağır şekilde cezalandırılır…
Denetimler arttırılır, yaptırımlar gerçekleşir…
Ve artık insan hayatının bu ülkede bir kıymeti olur…
– Evladınızı kaybettiniz. Başınız sağ olsun…
Allah razı olsun.
– İnsanın böyle bir travmadan çıkabilmesi mümkün mü?
Ben haberlerde evladını kaybetmiş birilerini duyduğumda çok üzülürdüm. Empati yapabildiğimi zannederdim. Ama bu işin empatisi olmazmış! Bu acıyı anlamak için yaşamak gerekiyormuş. “Empati” kelimesi bile saçma geliyor artık. Ben gecenin bir yarısı ağlayarak uyanıp oğlumun mezarının başına giderken, empati yapan arkadaş, sen neredesin? İçim parça parça olduğu halde hâlâ güçlü görünmeye çalışırken sen neredesin? Bir baba-oğul gördüğümde, bir kenara geçip ağladığımda sen neredesin? Ateş sadece düştüğü yeri yakıyor. İnsanlar, “Allah sabır versin” diyorlar. Doğru, onlar da ne diyecekler. Ama bu aç bir insana “Sabret, karnın doyacak!” demek gibi bir şey. Ben ölüyorum ya… Kısacası bu travmadan çıkılmaz Ayşe Hanım, çıkılmıyor! Nazmi benim sadece çocuğum değilmiş. Bana hem babalık yapmış, hem can arkadaşım olmuş hem de evladım… Ben nasıl normale dönebilirim ki? “İlahi takdir böyleymiş!” deyip kendimizi avutmaya çalışıyoruz.
– Nazmi kaç yaşındaydı?
15. Tarsus Amerikan Lisesi’nin hazırlık sınıfını yeni bitirmişti. Ve daha yeni İrlanda’dan, yaz kampından gelmişti.
– Ne zaman motosiklet kullanmaya başladı?
Nazmi 6 yaşından beri bisiklet kullanır. Salı ve cumartesi günleri ailecek bisiklet sürme günümüzdü. Biz kampçı bir aileyiz. Dağlarda kendi başımıza kamp yapardık. Yeni su gözleri bulmayı, dağ keçileri görmeyi, patikaları keşfetmeyi çok severdik. O yüzden pikabımızın arkasında dağ motosikleti olurdu. Nazmi 13 yaşından beri kullanırdı…
– Motor ehliyeti var mıydı?
Öldüğü senenin sonunda, 16 yaşından gün alınca motosiklet ehliyetini alacaktı.
– İçiniz pır pır eder miydi motora binip gittiğinde?
Yok, hayır. Çünkü Nazmi bu konuda çok dikkatliydi. Bazen ben de binerdim, kask takmadığım zamanlar beni çok tenkit ederdi. O aşırı hassastı bu konuda.
– Motosiklet kullanma açısından bu ülke güvenli mi?
Asla güvenli değil! Bunu Nazmi de bilirdi. Bu yüzden şehir içinde kolay kolay binmezdi!
MOTOSİKLETİ BAKIMA GÖTÜRÜYORDU!
– O gün nasıl bir ruh haliyle evden çıktı?
Çok heyecanlıydı. Çünkü 2 gün sonra yine dağa, kampa gidecektik. Yörük arkadaşlara sözü vardı. Arı sağacaktık, yayık yapacaktık. Dağda 3 gün kalacaktık. Motosikletin bakımını yaptırmak için çıkmıştı o gün. “Baba, bu sefer mutlaka dağ keçisi sürüsü göreceğiz” demişti.
– Kaza nerede oldu?
Tarsus Mithat Paşa hemzemin geçidinde…
– Sizin nasıl haberiniz oldu?
Beni ilk önce amcamın oğlu aradı, “Nazmi geldi mi abi? Nerede?” diye sordu. “Tayfun Usta’nın orada, motorunun bakımını yapıyor!” dedim. “Telefonu kapalı. Bir ara istersen Tayfun’u” dedi. Ben önce Nazmi’yi aradım, telefonu kapalıydı. O zaman içimde kötü bir his oluştu, Tayfun Usta’yı aradım, “Abi, Nazmi nerede?” dedim. “Hastanedeyiz” dedi, “Motordan düştü, ayağı kırıldı, gel.” Hastaneye gittiğimde, Nazmi röntgen odasında bilinci kapalı bir şekilde yatıyordu. Yanına gittim. Kafasında herhangi bir darbe yoktu, sadece sağ kalça kısmında kırıklar vardı. O an derin bir “oh” çektim. Ama doktorla konuşunca dünya başıma yıkıldı. “Durumu çok kritik, hastane arıyoruz. Fakat hastaneler kabul etmiyor!” dedi. 3.5 saat sonra Adana’da özel bir hastaneye sevkini yapabildik. Ama ne yaptıysak onu yaşatamadık. Bu dünyadan göçtü gitti.
RAYLARA ÇIKTIĞINDA TREN SESİNİ DUYUYOR AMA İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLUYOR!
– Tam olarak ne olmuş?
Nazmi bariyerlere geldiğinde bekleyen iki araba varmış. Onların arasına girmiş. O da beklemeye başlamış. O sırada bariyer kapalı. Trenin gelmesinden 3-5 saniye önce demir yolu görevlisi bariyeri açıyor! Nazmi’nin solundaki araç bir miktar ilerliyor, sağındaki de harekete geçiyor. Soldaki araç Nazmi’ye sıkışmasın diye yol veriyor. Ama trenin geliş yönünde bir kulübe olduğundan dolayı Nazmi gelen treni görmüyor. Raylara çıkınca siren sesini duyuyor ama iş işten geçmiş oluyor. Kaçmaya çalışırken kaza gerçekleşiyor. Tren Nazmi’nin motorunun arka tekerine olanca bütün hızıyla çarpıyor!
– Çok korkunç bir şey bu! Bir kere tren geçmeden nasıl olur da bariyer açılabilir? Bu affedilir bir hata mı?
Kesinlikle değil! Ben evladımı, can arkadaşımı, küçük babamı kaybetmişim… Ne affı!
TRENİN GELİŞİNİ GÖRMEYİ ENGELLEYEN O KULÜBENİN ORADA İŞİ NE?
– Peki trenin gelişini görmeyi engelleyen o kulübe neyin nesi? Oraya nasıl öyle bir şey inşa edebilirler?
Onu da anlamak mümkün değil… Gerçekten kocaman bir bariyer kulübesi var. Tamamen plansızca, düşünmeden yapılmış bir kulübe. İlle de olması gerekiyorsa direk üstüne alınabilirdi…
– Sonuçta görevini doğru yapmayan bir bariyer görevlisi yüzünden mi oğlunuz hayata veda etti?
Sadece görevli değil, o kulübeyi kim koyduysa o kişi de en az bariyer görevlisi kadar suçlu!
– Bu insanlara taksirle ölüme sebebiyet vermekten dava açıldı mı?
Açılıyordu ama sonradan gerçekler ortaya çıkınca “bilinçli taksire” döndü, dava bu şekilde açıldı. 1.5 yıl sonunda, ilk duruşma 4 Aralık’ta olacak.
– O görevlinin ceza alması ya da size tazminat ödemesi acınızı hafifletecek mi?
Almamasının beni de eşimi de daha çok yaralayacağını biliyorum. Ama bu işin telafisi yok. Bizim canımız gitti… Fakat verilecek ceza, başka canların bu dünyadan göçüp gitmesine engel olabilir. Belki emsal dava olur, caydırıcı olması açısından verilecek ceza önemli…
İHMAL SUÇLARI ÜLKEMİZDE ÇOK FAZLA! DENETİM YOK, YAPTIRIM YOK…
– Başta “motosiklet kullanan şımarık kolejli çocuk” imajı mı vardı?
Evet, başta insanlar böyle düşündü. Ve bunu bir motosiklet kazası olarak görmek istedi. Halbuki bu bir bisikletli çocuk olabilirdi ya da bir yaya, ya da araba kazası…
– Peki siz tüm bu bilgilere nasıl ulaştınız?
Biz Nazmi’nin “s” çizmeyeceğine ya da tersten gitmeyeceğine çok emindik. Aylarca uğraştıktan sonra bazı bilgilere ulaşabildik. Başlangıç noktamız, kaza anındaki ilk çekilen fotoğrafları inceleyip bariyerin açık olduğunu tespit etmemiz. Somut delilimiz vardı yani elimizde. Ve üzerine gittik. Sonra da Kalkınma Bakanımızın talimatıyla özel bir ekip kuruldu, gerisi de çorap söküğü gibi geldi.
– Siz neye inanıyorsunuz, bu ülkede ihmal suçlarının çok olduğuna mı? Daha Çorlu’daki dava sürüyor, ne tutuklu var ne suçlu… Ama bal gibi ihmal var. Sizin davanızda da aynı şey geçerli mi?
Bizde ihmal suçları maalesef çok fazla. Denetim mekanizması çalışmıyor! Yaptırım yok! Cezalar neredeyse kınama cezası seviyesinde. Nasıl düzelmesini bekleyebiliriz ki? En basit örneği, biz dava açabilmek için 10 ay Adli Tıp Kurumu’ndan rapor bekledik… Olacak şey mi?
– Teknik olarak davanın somut ihmalleriyle uğraşırken ruhunuzda kopan fırtınayla nasıl başa çıkıyorsunuz? Kader olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Sabır ve tevekkül. Yapmaya çalıştığımız şey bu. Kaza ve kadere inanıyoruz, evet. Fakat suçu olanların da cezalandırılmasını, başkaları bu acıları yaşamasın diye önlemler alınmasını istiyoruz. Verilecek hiçbir ceza, alınacak hiçbir tazminat içimizi soğutmayacak. Çünkü oğlumuz artık yok. Hangi tazminat bize onu geri getirebilir? Ama yine de sonuna kadar mücadele edeceğiz. Biz karı-koca şöyle düşündük: biz de göçüp gideceğiz bu dünyadan, en azından Nazmi’nin adı yaşasın. Eğer bir tazminat kazanırsak oğlumuzu adını yaşatmak için kullanacağız. Onun adına eğitimle ilgili bir şeyler yapacağız…
ANNE MELTEM HIDIROĞLU İÇİNİZ GÖÇÜYOR, CANINIZ KOPUYOR!
“Hiç geçmeyen, hiç ihtiyarlamayan, hep kendini hatırlatan bir acı evlat acısı… 15 yıl boyunca her akşam “iyi geceler” dileyip öpmeden yatmayan, odasının önünden geçerken çıkardığımız öpücük sesine öpücükle karşılık veren bir evladın yokluğu anlatılır gibi değil. İçiniz göçüyor, canınız kopuyor… Oğlumuzu kaybettiğimizi öğrendiğimiz ilk anda gösterdiğimiz sabır ve tevekkülün bir ömür süreceğini zannederken, dostların, akrabaların görevi bitip de el ayak çekildiğinde, yavaş yavaş, sinsice gelen o yokluğunun verdiği acının ne tarifi var ne dengi! Böyle bir travmadan çıkmak çok zor. Hatta imkânsız. Bu acıya alışamıyorsunuz, sadece birlikte yaşamayı öğreniyorsunuz. Ona da yaşamak denirse…”