Cemre Birand’ı kutluyorum. Şa-ha-neeee bir kitap yazmış! ‘Memoşlu Yıllar’, Cemre Birand’ın Mehmet Ali Birand ile tanışma, evlilik ve birlikte geçirilen kırk küsur yılının hikâyesi. Dürüst, sözünü sakınmayan, çarpıtmayan bir anı kitabı. Çok sıkı kitap olmuş. Çünkü filtresiz yazmış. Yalaka bir anı kitabı değil yani.
Kocasını sürekli öven biri de değil Cemre Birand. Çok sevdiğim bir gerçekçiliği var. Deli gibi seviyor adamı ama onun için, “Mehmet Ali bir iş makinesiydi. İş olduğu zaman kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. İşinde olağanüstü tutkuluydu. Ama oportünistti, bencildi. İnsanları kullanırdı da” diyor, diyebiliyor.
Mehmet Ali Birand’ın bütün hayatını paylaştığı kadın da böyle harbi bir kadın işte!
Mutlaka okuyun ‘Memoşlu Yıllar’ı. Ben ilk satırları okudum, sonra birden kapıldım gittim, iki saat sonra ayağa kalktığımda kitap bitmişti! Müthiş akıcı bir dille, sade, su damlası gibi bir aşkı ve çok sıkı bir dostluğu anlatıyor, şöyle başlıyor: “Onu ilk gördüğümde gözüm hiç tutmamıştı. Gür siyah saçları, sakalı ve bıyığı vardı. Burnu da boksör burnu gibi çarpıktı. Gülünce dişlerinin de çarpık olduğunu fark ettim. Gözümün tutmadığı bu adamı kalbimin hiç bırakmamacasına tutacağını bilmiyordum tabii henüz…”
Bu ülkede hiçbir kadının, vefat eden eşinin ardından böyle bir kitap yazdığını bilmiyorum. Helal olsun! Oturdum okumaya başladım, su gibi aktı, kalktığımda bitmişti.
– Çok teşekkür ederim Ayşecim, bunları senden duymak ne güzel!
Ah Memoş… Gece kafayı yastığa koyunca fısıldaşmalarımızı özlüyorumMehmet Ali Birand’la yaşadığınız müthiş derin bir sevgi. Aynı zamanda çok sıkı bir dostluk. Hayranlık duyuyor insan. Hakkını vererek yaşamışsınız. Kitaptan insana geçen his bu. Nasıl bir aşktı sizinki?
– Başlarda şaşkın, zamanla kuvvetlenen, bazen azalan, bazen şiddetlenen bir aşktı. Tutkuluydu, kıskançtı ama aynı zamanda affedici bir aşktı. Bazen çocuğunu seven bir ana şefkatindeydi, bazen de çocuğuna kızan bir ana şiddetinde! Evliliğimizin orta yıllarında kanıksandı, yaşlandıkça, ah o zaman çok daha kıymetli oldu! Sıcaktı, kapsayan, kollayan bir aşktı. Memoş, akşam kapıdan girdiğinde içim titrerdi, “İşe hiç gitmesin, karşımda otursun!” diye düşündüğüm günler çok oldu. Zaman zaman çok kızdığım günler de oldu. Çünkü ömür boyu süren bir metresimiz vardı: Mesleği… Hayatımı hep hırçın, acımasız, çok fedakârlık isteyen o metresle paylaştım. Çok mutsuz olduğum günler oldu. Ama ona olan sevgim hiç azalmadı. Sarıldığımda hep içim ısınırdı. Hayatımda başıma gelen en iyi şeydi Mehmet Ali!
BENİM MEMOŞUM ÇABUK ÜZÜLÜR, ZOR TESELLİ OLURDU
Sizin Memoşunuz, bizim tanıdığımız Mehmet Ali Birand’dan ne kadar farklıydı?
– Sizin tanıdığınız Mehmet Ali bir iş makinesiydi. İş olduğu zaman kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. İşinde olağanüstü tutkuluydu. Ama oportünistti, bencildi. İnsanları kullanırdı. Aynı zamanda teşvik edici ve yol açıcıydı. Başkalarının işini asla sahiplenmezdi. “Yaşaaa!” diye tebrik ediciydi. Güleryüzlüydü, şıktı. Çocuk gibi çabuk üzülür, zor teselli olurdu. Zaman zaman çok güvensizlik ve yetersizlik çekerdi. Teşvik isterdi. Geriye hiç bakmazdı. Her şeyi ileriye dönüktü. Komikti, neşeliydi. Öte yandan, “Erkek ağlamaz” sözüne inanmazdı. Kara ‘mood’ları olurdu, inişleri çıkışları olurdu, neden bilmezdim. Vee sır severdi, beni delirtirdi o zaman! Ama aynı zamanda korkunç sevecendi.
YAZARKEN SESİ VE SICAKLIĞI HEP BENİMLEYDİ
Onu düşünmeden geçen bir tek gününüz var mı?
– Her sabah çalışma odama girdiğimde fotoğrafını görüyorum, gülümsüyorum, biricik aşkımı selamlıyorum. Gece yatarken de başucumdaki resmine bakıp “İyi geceler” diyorum. Günler birbiri ardına geçiyor, onsuz nasıl yaşıyorum bilmiyorum ama yaşıyorum. Fakat aklımın gerisinde “Artık bir daha hiç göremeyeceğim!” sözü hep var. İşte bu perişan ediyor.
İlk yazdığınız habere “Olmamış!” demiş ya, siz de sinir olmuşsunuz, bu kitabı okusa ne derdi?
– Herhalde kritik edecek çok şey bulurdu. Eminim “Kuru yazmışsın!” derdi. Ama beğenirdi de, “Yaşaaaa!”yı eksik etmezdi. Her zaman yapabileceklerime, kuvvetime inandı. Şaşıracağını sanmıyorum.
Bence ona ultra, süper, über yakışacak bir kitap yazmışsınız! Ne kadar uğraştınız?
– İki yıl önce ‘Memoş’a Sözüm Vardı’ adlı yarı anı, yarı yolculuk hikâyeleri olan bir kitap yazdım. Çünkü yazacağıma dair ona söz vermiştim. Ve hayret ettim, kitap iyi sattı. Yazmayı sevmiştim. İçimde bir kitap daha olduğunu hissettim. Basılmasa bile içimden çıkarmalıydım, işte o kitap bu kitap. Hem oğlum görsün, torunum da tanısın diye. Eski resimlere baktım, eski mektupları okudum. Kendimden geçtim yazarken, tüm o yılları yeniden yaşadım.
Gerçekten de çok şahane mektuplar var, ne kadar duygulandınız onları tekrar tekrar okurken?
– Yazıldığı günden (70’ler, 80’ler)bu yana o mektuplara bakmamıştım. Okurken gözyaşlarım süzüldü tabii. “Beni ne kadar çok sevmiş!” diye düşündüm. Neler geçirmişiz, neler yaşamışız… Unutmuşum. Bazen güldüm de. Memoş’un sesini, sevgisini çok özlemişim. Yazarken hep kulağımdaydı sesi, sıcaklığı da sanki benimleydi.
Fonda Mehmet Ali Birand’ın bütün kariyerini de okuyoruz. Altından nasıl kalktınız?
– Bilmiyorum, aktı gitti. En zor gelen, cenazeyi ve TV’de yayımlanan programları seyretmek, ölümünden sonra çıkan yazıları okumak oldu. Sezen Aksu’nun Kanal D programlarında çalan ‘Su gibi Geçti Yıllar’ını dinlemek hep ağlatıyor.
Peki esas soru: Nasıl bu kadar doğrudan ve açık oldunuz? Türkiye’de insanlar kaybettiklerinin ardından yazınca, iş objektifliğini kaybediyor, bir ‘methiye’ye dönüşüyor…
– Mehmet Ali, “İnsanların yüzüne pat diye söylenmeyecek şeyleri söylüyorsun. Hiç filtren yok” derdi. Her zaman direkt, açık ve olduğum gibi oldum. Hayatımda yalakalık yaptığım tek kişi Memoş oldu! Çünkü onun zaman zaman ihtiyacı oluyordu.
AH O KISKANÇ METRESİ!
İşi, kıskanç metresimizdi! Bana söylemediği, kaçamaklar yaptığı, şehvet duyduğu metresi… Her ikimizi de idare etmeye çalışır ama yüzüne gözüne bulaştırırdı. Ben bu kadar anlayışlı ve o metresi kabul eder biri olmasaydım, şüphesiz çok mutsuz olurduk. Yüzde yüz kavga çıkarırdı. Ama unutmamalı ki, metres zengindi, para getiriyordu!
Birand, 17 Ocak 2013’te aramızdan ayrıldı.
BANA SIMSICAK SARILMASINI ÖZLEDİM
Onunla ilgili en çok neyi arıyorsunuz?
– Akşam sohbetlerimizi özledim. Bir de bana sımsıcak sarılmasını.
Size yazdığı mektuplardan anlıyoruz ki, yazarken çok derin bir âşık ama konuşurken öyle değil. Neden?
– Memoş’un her zaman gizli, söze dökemediği bir yanı vardı. Mektuplarda kendini çok iyi anlatabiliyordu ama konuşurken değil. Herhalde sürekli başka işi olduğu, aklı hep başka bir yerde olduğu için konuşmaya üşeniyordu. İşini yaparken mesela müthiş konsantre olurdu. Bomba patlasa yazısına devam ederdi.
SIRLARIMI PAYLAŞACAK KİMSEM KALMADI
Bir de siz komik bir çiftsiniz, kendinizle ve birbirinizle dalga geçebilen bir çift. Komplekssiz, eğlenceli, birbirini besleyen…
– Evet, birbirimizle çok eğlenirdik. Seyahat etmekten, baş başa yemek yemekten çok keyif alırdık. Yazları teknemizde yalnız gezerdik. O ‘dostluğu’ çok özlüyorum. Yalnız seyahat etmeyi severdim eskiden, şimdi büsbütün alıştım. Onunla dalmaya giderdim, şimdi yalnız gidiyorum. Sırlarımı paylaşacak, konuşacak, şikâyet edecek kimsem kalmadı.
SON AŞKIM, SON ROMANIM
Sadece ikinizin hayatı değil bu kitap, fonda bir dönemin nasıl yaşandığını da okuyoruz. Kitabı yazmaya başlarken böyle bir amacınız var mıydı?
– Yok, kitabı sadece Memoş’la hayatımı yazmak, Memoş’u unutturmamak için yazdım. Gün geçtikçe sevgilimin yeri doldurulamayan bir gazeteci olduğunu görüyorum. Ne kadar değişik bir insanla yaşamış olduğumu anlıyorum.
Oğlunuz Umur, “Niye bu kadar şımartıyorsun? Niye her istediğini yapıyorsun anne?” diye sorarmış ya size, biraz da sitem ederek, bu kitapla ona bu soruların cevabını da vermek mi istediniz?
– Evet. Umur, babasını sık sık yok olan, yerinde duramayan biri, eleştiren bir büyük, mükemmeliyetçi bir patron olarak gördü. Ancak kendisi de evlendikten sonra babasını anlayabildi, dost oldu. Babasının niye böyle olduğunu, benim niye üzerine titrediğimi de anlatmak istedim.
Birand çifti oğulları Umur’la birlikte.
O nasıl bir baba oldu?
– Umur müthiş bir baba oldu. Oğlunun derslerini yaptırıyor, beraber geziyor, hayatının önceliği yapıyor. Memoş’un önceliği biz değildik, işiydi. Umur aynı hataları yapmıyor.
Peki ya Umberto? Mehmet Ali Birand’ı bilerek mi büyüyor?
– Torunum Umberto yedi yaşında. Yalnız mezarlığa gitmek istiyor, dedeyle konuşuyormuş. Dedeyi hatırlamıyor tabii ama sevgisinin sıcaklığını hatırlarmış, öyle diyorlar.
Mehmet Ali’siz bir hayat nasıl? Neler eksik?
– Mehmet Ali’siz bir hayat gri! Hayatımın rengi, amacı, çıpası yok oldu. İnsanın ailesi, çocukları o yeri dolduramıyor. Gece kafayı yastığa koyunca, fısıldaşmalarımızı özlüyorum. Dans etmeyi, baş başa seyahatleri özlüyorum. Sarılmayı özlüyorum.
Bu kitap işine iyice sardırdınız ve harikasınız. Bu kitap, bir öncekinden çok daha iyi, gerisi gelecek mi?
– Yok hayır. Son aşkım, son kitabım…
MEMOŞ BANA ‘RAQUEL WELCH’İM’ DİYE SESLENİRDİ!
Eski fotoğraflarınıza bayıldım. Şimdi de güzelsiniz ama geçmişte yıkılıyormuşsunuz! Ne kadar fıstıkmışsınız…
– Fıstığı mıstığı bilemem ama gençliğimde balık etiydim. Memoş bana “Raquel Welch’im” derdi!
YAŞASAYDI EMİNİM CUMHURBAŞKANI’NA KİMSENİN SORAMAYACAĞI SORULARI SORARDI
Ölümünün ardından bir sürü şey oldu Türkiye’de, mezarında ters dönüyor mudur? “Ah ah gazeteci olarak bunları kaçırdım!” diye…
– Mezarına gidip olup bitenleri bazen anlatıyorum ona. “Kaçırdım” değil de, “Ben ne yapabilirim” diye düşünürdü. Eminim Cumhurbaşkanı’na kimsenin sormadığı soruları sorardı -çünkü artık soru soran gazeteci kalmadı- hapiste olan arkadaşlarının çıkması için elinden geleni yapardı. Yazacak, söyleyecek çok şey bulurdu. Bu devirde onun olması gerekirdi.
BENİM DE BİR HAYATIM VAR SANA HESAP MI VERECEĞİM!
Bir iş seyahatinden geleceğini söylediği gün gelmedi. İki gün bekledim, ne bir telefon ne bir telgraf. Meraktan deliye döndüm. İki gün sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkageldi. “Neredeydin Mehmet Ali, meraktan öldüm” dedim. “Annemleydim” dedi. “Bir telefon edemez miydin geç geleceğim diye?” dedim. “Kendi kendime kalmak istedim, düşünmek istedim, benim de bir hayatım var, sana hesap mı vereceğim!” demesiyle gözümü kan bürüdü. Mutfakta kuruladığım tabakları yere atmaya başladım, bir-iki tanesini de galiba kafasına salladım. “Ne demek kendi hayatın, ben eşekbaşı mıyım?” diye ağlaya bağıra kendimi tuvalete kilitledim.
O, kapıda, “Çık” diyor, “Çık seni öldüreceğim” diye bağırıyor, ben büsbütün ağlıyordum. Bir süre sonra onun da, benim de sesimiz kesildi. Yavaşça tuvaletten kafamı uzattım. Eline süpürge almış, kırık tabakları topluyordu. Birbirimize baktık. Kahkahalarla gülmeye başladı ve kollarını açtı. Hem beni öpüyor hem de “Yazık değil mi bu tabaklara?” diyordu. İlk kavgamız da böylece bitmişti…
ONU İLK GÖRDÜĞÜMDE GÖZÜM HİÇ TUTMAMIŞTI
Kitabın girişi harika. Bir sürü tecrübeli yazara taş çıkartırsınız. Küt diye girmişsiniz. Cümleleriniz insanı acayip yakalıyor ve akıyor. “Onu ilk gördüğümde gözüm hiç tutmamıştı!” demişsiniz ya, bu girişi çok mu düşündünüz?
– Bu giriş, kitabı yazmayı düşündüğüm ilk gün aklıma geldi. “Nasıl başlasam?” derken, onu gördüğüm günü hatırladım. Ve şu cümleleri yazmaya başladım: “Onu ilk gördüğümde gözüm hiç tutmamıştı. Gür siyah saçları, sakalı ve bıyığı vardı. Burnu da boksör burnu gibi çarpıktı. Gülünce dişlerinin çarpık olduğunu fark ettim. Gözümün tutmadığı bu adamı kalbimin hiç bırakmamacasına tutacağını bilmiyordum tabii henüz…” Kitap ondan sonra kendiliğinden aktı.
KİTAPTAN…
ÇAPKIN OLDUĞUNU BİLİYORDUM
Çapkın olduğunu gelen telefonlardan biliyordum. Bir gün sahil yolundan vapur iskelesine doğru giderken “Yolda çay içelim” dedik. Arabanın burnunu denize verip çaylarımızı içerken başladı anlatmaya: İçinde bir moi (ben) varmış ama je (yine ben!) ona engel oluyormuş. Halbuki engel olmasa neler istermişim, ne delilikler yaparmışım. Ben diğer kızlardan farklıymışım. “Allah Allah! Ne diyor bu?” dedim içimden. Psikoloji bilgisinin tesiri altında kaldım. Kolejli arkadaşlarımdan duymadığım sözlerdi bunlar. Onlarla ilişkimiz daha doğal, daha yüzeyseldi. Ben onun Galatasaray Lisesi ders kitaplarından öğrendiklerini tekrarladığını nereden bileyim?” O güne kadar Galatasaray tavlama taktikleriyle karşı karşıya kalmamıştım, bu konuda donanımsızdım…