Allah aşkına olduğun gibi görünme de nasıl görünürsen görün!


EKİN Atalar sıkı bir kadın. Kafa bir kadın. Komik bir kadın. Ve ezber bozan bir kadın. Sainte Pulcherie ve Saint Benoit mezunu. Fransız Dili ve Edebiyatı okuyor. Yetmiyor, dramatik yazarlık eğitimi de alıyor. Oldum olası yazıyor. Çeşitli öykü yarışmalarında birincilikler kazanıyor.
O, dünyada “chicklit” diye sınıflandırılan, şehirli, genç kadınlara hitap eden “romantik komedi” olarak tanımlayabileceğimiz roman türünün Türkiye’de ilk uygulayıcılarından…
Selindrella kitaplarıyla büyük başarı kazandı, güncel edebiyatta yeni bir trendin öncüsü oldu. Peşinden pek çok yazar benzer konuları ele alarak kitaplar yazmaya başladı….
Aynı zamanda senarist. 2006’da artık hayatta olmayan, şahane kadın Meral Okay’la yolları kesişti. Birlikte çalışmaya başladılar, Kavak Yelleri, Güneşi Beklerken, Kaçak Gelinler, Arkadaşlar İyidir, gibi birçok dizinin senaryosunu yazdılar. Ekin halen senaristlik yapıyor. Eşi de kendisini gibi senarist. Ve onlar, 2.5 yaşındaki kızlarıyla birlikte Yunanistan’da yaşıyor…

– Yeni kitabın, “Anne Olunca Anlarsın Dediler Geldik”, mükemmel olmayan annelere moral veren bir kitap. İnsan çok eğleniyor okuyunca. Sahi kendimizi neden bu kadar çok ciddiye alıyoruz? Neden hiç kendimizle dalga geçemiyoruz?
Başkaları yüzünden! Çünkü başkalarının hakkımızda ne düşündüğü, ne düşüneceği çok önemli. Bir de “Rezil olmayalım!” diyoruz hep. “El âlem ne der baskısı” tüm hızıyla devam ediyor. O yüzden Instagram’a koyduğumuz fotoğrafları filtrelemek için bile yalnızca iki saatimizi harcıyoruz! Çünkü el âlem hiç umurumuzda olmasa, bir saat yeterli olurdu herhalde! Ya da bir buçuk. Şimdi tam hesaplayamadım…

– Özellikle de annelik söz konusu olduğunda başarısızlıklarımızı saklamaya çalışıyoruz. Neden kendimize gülemiyoruz? Aptal gibi görünmekten çok mu korkuyoruz?
Bence son zamanların olayı, “Allah aşkına olduğun gibi görünme de nasıl görünürsen görün!” Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, kim olduğumuz o kadar da önemli değil, nasıl göründüğümüz önemli! Kimse bizim gerçekten kim olduğumuzu filan merak etmiyor. Sen, istersen sıkıntıdan patla evinde, sosyal medyada şahane görünüyorsan, olay tamam! O yüzden de hiç kimse gerçek duygularını ortalara saçmak istemiyor artık. Çünkü gerçek duygular o kadar “beğeni” almıyor. Bu, annelik için de geçerli. Kimse eleştirilmeye gelemediği gibi kendisiyle de dalga geçmek istemiyor…

– Peki sosyal medyadaki anneler, o instamom’ların bir kısmı gerçek annelik hayatını yansıtıyor mu?
Kesinlikle hayır! Ve kendimizi çok yalnız ve mutsuz hissetmemize neden oluyorlar. Başlarda ben de gerçekten herkesin hayatını mükemmel sanıyordum. “Vay be, kadına bak! Üç tane çocukla bir başına nasıl yapıyor her işi, ben tek çocukla baş edemiyorum!” diye düşünüyordum. “Demek ki, bir tek ben beceremiyorum! Demek ki, benden anne olmuyormuş, çok kötü bir anneyim!” diyordum. Bakıyorum çünkü, herkesin hayatı on numara beş yıldız. Ama sonra kendi yaşadıklarımı yazmaya başlayınca, müthiş bir tezahüratla karşılaştım. “Yalnız değilsin!” diyen o kadar çok insan oldu ki, nasıl mutlu oldum anlatamam…

– Sence “mükemmel anne” var mı?
Bence yok! Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan anne var. “Mükemmel değilim!” diyen bütün annelere de hayranım. Çünkü mükemmel olmadığını kabul etmek ve bunu söylemek cesaret istiyor…

– Peki ya kadınların, kadınlar üzerinde kurduğu baskılar?
Sorma. O da inanılmaz. Hamileyken bile otuz sekiz beden olmamız, neredeyse üç-beş kilo alıp, süper sağlıklı bir çocuk doğurmamız bekleniyor. Aynı zamanda her gün saçımız başımız yapılı olacak, şahane giyineceğiz, beş karış topuklularımızla oradan oraya gideceğiz filan. Bir de normal doğum baskısı var, inanılmaz yıpratıcı. Herkes normal doğuramayabilir, bu mümkün olmayabilir. Bir kadının anneliğini, “Normal mi, yoksa sezaryenle mi doğurdun?” sorusuna verilen cevap üzerinden eleştirmek büyük insafsızlık…

– Binlerce yıldır kadınlar doğum yapıyor, çocuk yetiştiriyor ve bu çok normal ve doğal bir süreç. Ama artık inanılmaz abartılı yaşanıyor. Niye ile de Tekirdağ’dan süt getirtip, Çatalca’dan köy tavuğu almak zorundayız?
Çünkü bizim çocuklarımız uzaya çıkacak da ondan! E haliyle uzaya çıkacak olan bir çocuğa, bakkal yumurtası yediremeyiz! Ataları da, yedi göbekten beri serbest dolaşan ve tam organik yemlerle beslenen tavuklar bulup, onların yumurtalarını yedirebiliriz. Aksi düşünülebilir mi lütfen…

– Neden herkes çocuğuna “sıradan” değilmiş de, “seçilmiş” muamelesi yapıyor?
Güzel soruymuş valla. Belki de sıradan çocuklarımızla mutlu olamıyoruzdur da, mutlu olup onları çok sevmemiz için, ille de süper zekâlı ve seçilmiş olmaları mı gerekiyordur!? Çünkü ben daha bugüne kadar ortalarda dolaşıp da, “Benim çocuğum son derece normal zekâlı bir çocuk!” diyenini görmedim. Hepimizin çocuğu dâhi! IQ’su 160 filan. En kötüsününki 159! Çocuk “agu” diyor, “Bak gördün mü “agu” dedi ama “agu” aslında Japonca bir sözcük!” diyor annesi. Çocuk daha Türkçe konuşamıyor, “Geçen hafta İspanyolca kursuna başladı bizimki!” diyor babası. Tabii ki ben de kızım için en iyisini istiyorum, en iyi okullara gitsin, en güzel işlerde çalışsın ama olmazsa da ne yapalım? Olmasın yani. Haftanın beş günü kızımı kurslardan kurslara taşımıyorum ben. Yüzmesi, dansı, satrancı, judosu bilmem nesi. Bunlar yalnızca bizim kendimizi iyi hissetmemiz için. Çocuğumuz için yapmıyoruz bunların hiçbirini. Bence bir çocuğun ihtiyacı olan tek şey koşulsuz sevgi. Başka da bir şey değil…

ANNELİĞİN TEK VE DOĞRU FORMÜLÜ YOK

– Peki anneliğin sence tek ve doğru bir formülü var mı?
Yok tabii. Dünya üzerinde kaç milyon anne-baba varsa, o kadar formül var. Başvuru kitaplarıyla, nasıl annelik-babalık yapmamız gerektiğini söyleyen makalelerle, pedagoglarla ebeveynlik yapmaya inanmıyorum ben. Mutlaka gerekli olduğunda gidilir, okunur ama ana-babalık bence duygu işi. “Şu kadar saat uyuduktan sonra uyandırın, günde şu kadar dakika kucaklayın, şu kadar gram kuşkonmazla, şu kadar gram ahududu yedirin” diye bir şey olabilir mi? Duyguyu, sevgiyi ne yapacağız peki? Onu nasıl vereceğiz çocuğa? Her şey kâğıt üzerinde mükemmel ama çocuk mutlu mu? Değil. Hadi bakalım buyurun. Ama biz, otuz iki gram brokoli yediriyorduk ne oldu? Elinin körü oldu!

BAŞKA BİR HAYAT MÜMKÜN MÜ?

– Hayrola! Yunanistan’a mı taşındınız?
Ya evet, Selanik’e… Uzun süredir İstanbul’dan gitmeyi düşünüyordum ama doğup büyüdüğüm şehir olduğu için de zor geliyordu. Bir de seviyorum İstanbul’u. Ama sonunda bezdim! Hepimizin bildiği şeyler işte, kalabalık, kentsel dönüşüm, bir yerden bir yere yetişmeye çalışırken trafikte geçirilen iki-üç saat derken, bir gün kendimi, “Başka bir hayat mümkün mü?” diye düşünürken yakaladım. O sıralar, Aşk Tatili’ni yazmak için Selanik’teydim. Uzun zamandır da Yunanistan’a gidip geliyordum. Selanik’i gerçekten çok sevmiştim, çok da yaşanılır bulmuştum. Sonra kızımız Roksan dünyaya gelince, “Neden olmasın?” dedik. Sonuçta ne kaybederiz ki? Şimdi buradayız…

Yorum Bırak