Nilgün Öneş! O Türkiye’nin en unutulmaz senaristlerinden biri… Üzerinden kaç yıl geçerse geçsin İkinci Bahar’ı unutmak mümkün mü? Ihlamurlar Altında, Hatırla Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur mu? Hepsi onun kaleminden….
Aynı zamanda iç mimar ve grafik tasarımcısı. Ve usta yönetmen Yavuz Turgul’un hayat arkadaşı…
Şimdiyse karşımıza nefis bi romanla çıktı: “ağlamak yok”
Mutlaka mutlaka okumalı! Hele bu günlerde… Benim ruhuma çok iyi geldi…
Son derece duru ve güzel bir dille bize, çocuk yaşta anneyi kaybetmenin ne kadar ağır bir şey olduğunu anlatıyor..
Corona günlerinde sizin de ruhunuza iyi geleceğini eminim…
Tek kanadı olmadan uçmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenirken küçük bir kızın annesini kaybetmeyi nasıl inkar ettiğine de tanık olacaksınız. Nilgün Öneş’i yakaladım ve sordum..
– Kutluyorum… Bayıldım “Ağlamak Yok”a… Bambaşka bir dünyaya götürdü beni. Sahici, hakikatli, birikimli, derin bir dünyaya… Belki de artık var olmayan bir dünyaya… Güzel insanlar, güzel duygular anlatmışsınız. Her şey, tüm hikaye, tek tek, kare kare canlandı gözümde… Hadi başlayalım…
Çok teşekkürler.
– Elif, siz misiniz?
Benden parçalar var. Ama kendi kızım da dahil gözlemlediğim başka kız çocukları da var.
– Bu romanın ne kadarı kurgu?
Romanın tamamı kurgu. Evet, annemi o yaşta kaybettim, onun ölümünü kabullenmedim, İstanbul’da onu bulacağıma oraya başka bir adamla gittiğine kendimi inandırdım ama romandaki olaylar hiç yaşanmadı. Kitabın çıkış noktası Elif’in, benim tersime, inancının peşinden inatla gitmesiydi.
– Bu hikayeyi neden anlatma gereği hissettiniz? En çok hangi duygu geçsin istediniz insanlara?
Çocukları çok seviyorum. Onları anlamaya çalışıyorum. Aslında kolaymış gibi görünüyor ama değil. Anlayabildiğiniz zaman da unuttuğunuz, gerilerde bıraktığınız duygular canlanıyor. İyisiyle kötüsüyle doğrudan, net, basit ama çok değerli duygular. Bunlar geçiyorsa ne güzel.
ANNEN ÖLÜNCE BİR PARÇAN SONSUZA KADAR YOK OLUYOR
– Bir kız çocuğunun, 8.5 yaşında annesini kaybetmesi ne demek? Ne kadar zor? Ne kadar süre, tek kanadı olmayan bir kuş gibi uçuyor?
Büyük bir parçanın onunla birlikte sonsuza kadar yok olması demek. Hele o yaşta anlamak, kabul etmek dünyanın en imkansız şeyi. Bence hayat boyu tek kanadı olmayan bir kuş gibi uçuyorsun ama zamanla buna alışıyorsun.
– Kanserden mi kaybettiniz annenizi?
Hayır, bağırsak düğümlenmesi. Ama o zaman biz yine Anadolu’nun uzak yerlerindeydik, büyük şehirde olsak belki de iyileşebilirdi.
– Gerçekten ölümünü kabul edemeyip, onun biriyle kaçtığını mı düşündünüz?
Evet, düşündüm. Aslında ölümün karanlığından kaçmak, onun tamamen gitmediğine, bir gün görebileceğime inanıp umutsuzluğa kapılmamak için öyle düşündüğümü ancak uzun bir süre sonra anladım.
– Bu formül, bir gün tekrar buluşabilme umudu mu içeriyordu?
Tam da öyle. Kızmaya razıyım, ama olsun, o yaşıyor. Bulup hesabını sorarım nasıl olsa… Geri geldiğinde canına okurum, gittiğine pişman ederim. Bunun yanı sıra yaramazlık yaptığım için ilahi adalet tarafından cezalandırıldığım duygusu da var.
– Ne kadar süre buna inanmayı tercih ettiniz?
Çok uzun bir süre. İstanbul’da yatılı okula başladığım yıl imkansız olduğunu çok iyi bildiğim halde insanların yüzüne bakıyordum acaba o olabilir mi diye.
8,5 Yaşında annemi kaybettim… Öldüğüne inanmak istemedim.. Onunla hep İnci Pastanesi’nde buluşacağımızı hayal ettim
– İnci Pastanesi bir sembol mü, gerçek mi? Orada mı annenizle tekrar buluşacağınızı umuyordunuz? Yoksa annenizin zarafetine uygun olarak seçtiğiniz bir mekan mı?
İnci Pastanesi çocukluğumun sembollerinden biridir. Annem çok severdi ve teyzemle birlikte sık sık giderdik. Annemi kaybettikten sonra uzun süre İstanbul’a gelemedim. Yıllar sonra bir gün yine teyzem götürdü ve bir aydınlanma anı yaşadım. Sonra da çıkamadım oradan. Şimdi Beyoğlu mekanları tek tek bulundukları yerden ve hafızalarımızdan siliniyor, ama anılarımızdan değil. İnci Pastanesi benim için hala eski yerinde duruyor.
– Kitaptaki atasözlerine, deyimlere, yeni kelimelere olan merak… Bir oyun mu… Yoksa siz misiniz bu gerçekten?
Bu merak babamdan geçmiş olmalı. Çocuk yaşlardan itibaren düz yazıyı ve şiiri bana sevdiren odur. Bilmediğim kelimeler ve deyimlerle ilgili çok güzel açıklamalar yapardı. Kitap okurken onu dinlemeye bayılırdım. Bir dublaj sanatçısı gibi cümlelerin hakkını vererek okurdu. Bütün bunlar kitaba yansıdı. Ama yeni kelime merakı kardeşimin küçük kızı Defne’ye ait. Bu konuda bana ilham veren odur.
– Dış dünyayı bir süreliğine askıya almak için dolaba saklanmak iyi fikirmiş aslında… Ben de hala, kafamı yastığa vuruyorum, o anlamıyla büyümedim. Ne kadar süre dolaplarda saklandınız?
Bir seneye yakın. Dolabın dışında neşeli ve hareketli bir çocuk gibi görünüyordum. Büyük bir ihtimalle ölümü kabul etmediğim için etrafımdakilere ortada üzülecek bir şey olmadığını göstermek istiyordum. Ama tabii bir yere kadar. İşte o anlarda dolap hayatımı kurtardı.
– Hiç arada, bu yaşta, “Yine gireyim” diye düşündüğünüz oluyor mu?
Daha iç açıcı bir çözüm buldum! Arabama atlayıp müziği açıyorum ve yol yapıyorum. Eh o da kapalı bir yer sayılır.
DUYGULARINI BELLİ ETMEMEK, ANNESİZ BÜYÜYENLERİN ORTAK ÖZELLİĞİ… BEN DE ÖYLEYİM
– Kitabın adı “Ağlamak Yok”, o küçük kız, ağlamamak üzerine kodlanmış… Siz, artık ağlayabiliyor musunuz?
Evet, neyse ki ağlayabiliyorum. Ama yine de bunu göstermekten hala hoşlanmam.
– “Anne” ne demek? Onun eksikliği ne demek?
Anne, hele o yaşlarda, hayatla bağlantı demek. Onsuz bir hiçsin. Sorularla dolu bir dünyan var ve bütün cevapları bilen o. Ne kadar özgür kalmak istesen de iplerinin sımsıkı tutulduğunu bilmek insana güven verir. Hele o senin işlerini yapan ve seni koşulsuz seven biriyse… Annene bakıp kendini hayata hazırlarsın. Onu taklit edersin. Seni kendinden bile iyi tanır, bunun konforunu yaşarsın. Belki de bu yüzden ergenlik döneminde o kadar karşı duruyoruz annelerimize. Kül yutturamadığımız için, içimizi gördüğü için…
– Annesiz büyüyen çocukların ortak noktaları var mı sizce?
Duygularını belli etmemek sanırım. Çünkü hayatınızdaki en önemli kişinin kaybıyla en sağlam duygusal bağınız bıçak gibi kesiliveriyor. Bir tarafınız sakat kalıyor. O bağı yeniden kiminle kurabileceğinizi bilemiyorsunuz. Böylece duygularınızı gösterme, ifade etme pratiğiniz de sekteye uğruyor. Bu ilerdeki ilişkilerinizi bile etkileyebiliyor.
– Sizin, kırılgan, porselen, hem yakın hem de kendini koruyan, mesafe koymayan ama kolay ulaşılmayan bir yanınız var… Bunlar, annesiz büyümekle ilgili olabilir mi?
Demek dışarıdan böyle görünüyorum! Bence annemin kaybıyla ilgisi olabilir. Çünkü çocukluğumda durum tam tersiydi. Zaman ve yaşadıklarımız bizi sarsarak değiştiriyor, nasıl birine dönüştüğümüzü fark etmiyoruz bile. Başladığımız noktadan çok uzaklara düşebiliyoruz. Sonra bir gün eski resimlerinize bakıyorsunuz, çoktandır unuttuğunuz küçük bir kız size gülümsüyor. “Ha bak bu benim işte” diyorsunuz siz de ona gülümseyerek…
– Kitaptaki “baba” ve “amca” karakterleri muhteşem. Gerçekten öyle insanlar oldu mu etrafınızda?
Babam ve amcamdan ilham aldığım doğru. Ama onları biraz eğip büktüm, hikayeme uygun hale getirdim. Benim istediğim şeyleri yaptılar, istediğim gibi davrandılar. Ama ikisi de kitaptaki karakterlerden çok uzak insanlar değildi. Babam devlet memuruydu ve hayatı boyunca Anadolu’nun ücra köşelerinde çalıştı. Amcam bir sosyalistti, partiliydi aynı zamanda bir sanatçıydı. Onlar gibi sıra dışı erkeklerle büyüdüğüm için çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
– Neden artık böyle derin insanlar yok? Ne değişti? Dünyadan ne çekildi de onlar yok oldu?
O yıllar insanların okuyup, tartışıp kendilerini ancak bu şekilde geliştirebildikleri bir dönemdi. Bilgiye ulaşmak şimdiki kadar kolay değildi. Bunun için çaba ve emek gerekiyordu ve sonunda kazandıkları şeyler de çok kıymetliydi. Kendilerini yoktan var ediyorlardı diyebiliriz. O zaman da derinleşmek kaçınılmaz. Tabii Türkiye ve Dünya’nın da şimdiki kadar kirlenmemiş bir döneminden söz ediyoruz. Hepsi bir bütün. Ama sayıları azalsa da hala öyle insanların var olduğunu düşünüyorum.
– Bu kitabı neden yazdınız? Bir tür “yüzleşme” mi?
Kendimi alamadım demek daha doğru. Hikayeyi ana hattıyla uzun zaman zihnimde taşıdım. Yazma süreci çok uzun yıllara yayıldı, bunun da bir anlamı olmalı. Aslında kitap olarak okumaya açmak bütün bu sürecin ve yüzleşmenin nihayet bittiğini gösteriyor.
– Neden annenize ithaf etmediniz? “Annelere… Kızlara… Kızıma” demişsiniz… Niye annenize değil?
O okuyamayacağı için. Annelere ve kızlara birbirlerinin kıymetini bilmeleri için… Ve tabi ki kızıma kıymetini bildiğim için.
– Kapak fotoğrafına da bayıldım. Çok özenli… Kitabın her şeyi özenli. Hep bu kadar özenli misiniz?
Çok teşekkürler. Özenli olmaya çalışıyorum. Çalışıyorum ama bunun sonu yok. Detaycıyım hatta bazen sinir bozucu olduğumu düşünüyorum. Fotoğrafı kapak tasarımını yapan Feyza Filiz buldu ve Elif’in duygusunu bire bir yansıttığı için o aşamada gören herkes çok etkilendi. Daha sonra fontlar, puntolar ve zemin rengi için onu biraz uğraştırmış olabilirim.
– Bu roman mutlaka film olmalı… Düşünüyor musunuz?
Şimdilik roman olarak bir süre böyle kalmasını istiyorum ama daha sonra olabilir.
– “Film olmalı ve Yavuz çekmeli” diye geçti mi hiç aklınızdan?
Ne güzel olur. Ama bildiğiniz gibi o kendi hikayelerini çeker.
ANNELİK HEP BİR ŞEYLERİ EKSİK YAPTIĞINI DÜŞÜNMEK!
– İyi bir anne misiniz?
Bunu Ceren’e sormak lazım. Ama olmaya çalışıyorum. Çünkü annelik hep bir şeyleri eksik yaptığını düşünmek aynı zamanda. Çocuğunuz bir yetişkin olduğunda ona bakıp, evet böyle biri olmasında benim payım çok demek. Eksisiyle, artısıyla… Şimdi ona bakıp kendi ölçülerime göre gördüğüm insanı beğeniyorum. Hayattaki duruşunu, dünya görüşünü, sözünü sakınmamasını, cesaretini, yaptığı işleri… Bu beni iyi bir anne yapar mı bilemiyorum.
– Kızınızla ilişkileriniz nasıl? O, bu kitabı okuyunca sizin annenizmiş gibi size şefkat gösterdi mi? Rolleri değiştirdiğiniz oldu mu?
Ceren Berlin’de yaşıyor, her gün en az yarım saat telefon konuşmalarımız var. Yazıp çizdiklerimizi yolluyor karşılıklı fikirler alıyoruz. Ortak ilgi alanımız çok, bu da aramızdaki bağı canlı tutuyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Birlikte çok eğlendiğimiz, çatır çatır tartıştığımız, birbirimize ayar çektiğimiz zamanlar da oluyor. Akıl danışabileceğim bir yaşa geldiği için çok mutluyum. Evet artık arada bir roller değişiyor. Bazen karşımda şefkatli bir anne görüyorum. Bazen gözümün yaşına bakmıyor.
Kitabı ilk okuyanlardan biri de Ceren. Çok iyi bildiği bir hikayeydi ve yayınlanması için beni çok cesaretlendirdi.
Yavuz Turgul’dan öğrendiğim en önemli şey SAHİCİLİK
Yaptığın her işte kendin olmak ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak
– Siz bu ülkenin yetiştirdiği en değerli senaristlerden birisiniz. “İkinci Bahar”, “Ihlamurlar Altında”, “Hatırla Sevgili” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu?” gibi televizyon dizilerinin yanı sıra, “Güz Sancısı”, “Gölge” gibi filmlerin senaryosunu yazdınız. Ama romanın girişindeki öz geçmişinizde bunlar yok… Niye? Alçakgönüllülük mü? Abartmıyor musunuz alçakgönüllülüğü?
Aslında birbirinden farklı alanlar olduğu için kullanmadım. Tabi bir de özgeçmişimi bütünüyle yazmaya kalkarsam iş grafik tasarımcı olarak yaptıklarıma kadar gidecekti. Fazla uzatmak istemedim. Başka bir nedeni yok. Ama haklısınız, senaryo yazarlığı hayatımın büyük bir parçası, çok sevdiğim ve hala devam ettiğim bir iş, özgeçmişimde yer almalıydı. Doğan Kitap’ta yaptığımız son toplantıda tanıtımlarda kullanmaya karar verdik.
– İç mimarlık okumuşsunuz. Yıllarca grafik sanatçısı olarak çalışmışsınız. Sonra senaryo yazıyorsunuz… Hepsi, birbiriyle ilintili mi aslında? Bir bütünün parçaları mı?
Yapı kurmak anlamında belki. Ama bütün bunların yanı sıra yaptığım başka bir şey daha vardı. Çizgi roman formunda günlükler… Bu iş daha sonra da arkadaşlarımın takip ettiği kurgu çizgi hikayelerle devam etti. Yani yazıp çizmek birlikte yürümüş aslında. Ama yaptığım bütün işlerin birbirine faydası ve etkisi olduğu bir gerçek. Güzel sanatlar eğitiminin senaryo tasarlarken çok yararını gördüm.
– Senelerdir büyük usta Yavuz Turgul’la berabersiniz… Hepimiz seviyoruz, saygı duyuyoruz, bir deha olduğunu düşünüyoruz… Ama… Bunca yıl Yavuz Turgul’a nasıl dayandınız?
Bu soruyu ve cevabı Yavuz da okuyacak değil mi? Senaryo yazıyor olsam sol tarafa kendim için “gülmeye başlar” derdim. ‘Dayanmak’ sözcüğü karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Çünkü hiç böyle düşünmedim. Her ilişki kendi içinde özeldir ve kimse dışardan göründüğü gibi değildir. Ben de dahil. Kim bilir belki de Yavuz bana dayanmıştır.
– Ondan öğrendiğiniz en önemli şeyler neler?
Sahicilik, yaptığın her işte kendin olmaya ve elinden gelenin en iyisini yapmaya özen göstermek ve elbette senaryo yazma tekniği. Yavuz sanatın birçok disiplinine karşı ilgidir ve bilgi sahibidir. Bunları yaptığım işlerde yama gibi olmadan, doğal bir biçimde kullanmayı da ondan öğrendim. Daha birçok şey var ama ilk aklıma gelenler bunlar.
– Romandaki “amca” ve “baba” karakterinde Yavuz Turgul’dan izler var mı?
Evet. Amca karakterinde olan, karşısındakinin içine doğru bakma, onu anlama ve çözme çabası mesela.
– Şu anda nasıl bir dünyanız var?
Yıllar içinde çocuklar, kardeşler, yeğenler ve arkadaşlarla kocaman bir aile olduk, kalabalık ev toplantılarına bayılıyoruz. Hatta tatilleri bile birlikte yaptığımız oluyor. Onun dışında her gün mutlaka bilgisayarımın başına oturur az veya çok yazarım. Yazmak uzun zamandır benim için yaşama biçimi artık. Tabi okumak, film veya dizi izlemek olmazsa olmazlardan. Bir de bavulu kapıda bir yay burcu olarak seyahatler. Virüs ortaya çıkmasa şimdi Japonya yollarındaydım.
HAYALLERİMİZ VARDI BİR GÜN BUNLARIN GERÇEKLEŞECEĞİNE İNANIYORDUK
– Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nde yer almış olmak sizin için ne ifade ediyor? O tecrübe sizi nasıl bir Nilgün yaptı?
Hayatımın en önemli tecrübelerinden biriydi. Hayallerimiz vardı ve bunların bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorduk. Bu inanç bizi birbirimize bağlıyordu. Dürüst ve saftık. Dünya görüşlerimiz zaman içinde değişmiş olabilir ama arkadaşlıklarımız devam etti. “Bu Kalp Seni Unutur mu?” dizisi sırasında Diyarbakır Cezaevinin gösterildiği bölümün arkasından eski ekip yıllar sonra bir araya geldik ve şahane bir gün geçirdik.
O tecrübe hayattaki duruşumu, ilişkilerimi ve dünya görüşümü net bir biçimde etkiledi. Daha sonra da feminist hareket. 12 Eylül sonrası dalgalar halinde yayılan ve hareketin içinde bulanan, hatta bulunmayan tüm kadınlar gibi…
– Annenizle kuramadığınız (araya hayat girdiği için, daha doğrusu ölüm) yakın ilişkiyi, kızınızla kurabildiniz mi?
Evet. Bunun için kızımın varlığına şükrediyorum. Belki annem hayatta olsa da Ceren’le ilişkimiz şimdiki gibi olurdu bunu bilemeyiz. Ama anne-kız ilişkisindeki koşulsuz yakınlığı ve şeffaflığı başka biçimde kurmak ve şimdi uzak olsak da hayatı paylaşmak benim için çok kıymetli. Ceren’e hamileyken o sıralarda cinsiyet henüz belirlenemiyordu. Ve ben deli gibi kız çocuğu istiyordum. Dualarım kabul olduğu için çok mutluyum.
Kibale Tezcanlar
( Pazar, Mart 15, 2020 )
Nilgün Öneş yazısı çok güzel ve özeldi.Kendimden çok şey buldum.Ellerinize sağlık.Bu ve bunun gibi kişilerle yaptığınız söyleşilerin çoğalması dileğiyle.