“Gel Hayattan Konuşalım” şahane bir kitap. Psikoloji yüksek lisansına sahip, kıdemli gazeteci-yazar Filiz Aygündüz’le, bu ülkenin en yetkin psikiyatrlarından doktor- yazar Alper Hasanoğlu’nun ortak ürünü. Bir nehir söyleşi.
Filiz, hayata, hayatın anlamına, ölüme, aşka, cinselliğe ve hepimizin merak ettiği pek çok konuya dair son derece isabetli sorular soruyor, hoca da samimi yanıtlar veriyor. Kitap bence bir rehber görevi de görüyor. Mutlaka ama mutlaka okuyun.
İkisi de kendi mesleğinde döktürmüş. Hoş olan da “Gel sana hayatı anlatalım” ukalalığı yok kitapta, “Gel Hayattan Konuşalım” var. İkisinin de eline, zihnine, emeğine sağlık. (Bir tek kitabın kapağını beğenmedim. Böyle bir kitaba daha güçlü bir kapak tasarımı yakışırdı. Bence tabii.)
Röportajı Alper Hasanoğlu Hoca’yla yaptım. Umarım seversiniz. Pek çok ilginç şey var, birkaç posta yayıyorum…
BİR HAVUCUN ANLAMI NEYSE, HAYATIN ANLAMI DA ODUR… HAYAT, BİZ ONA ANLAM VERDİĞİMİZDE BİR ANLAM KAZANIR…
“Gel Hayattan Konuşalım”da, Filiz Aygündüz’le hayatı masaya yatırmışsınız… Ya da divana mı demeli? Kitabın en önemli tespitlerinden biri, hayatın anlamı meselesi. Sizin için hayatın anlamı ne?
-Öncelikle net olarak şu tespiti yapalım: Hayatın hiçbir anlamı yoktur!
Hadi ya! Gerçekten mi?
-Evet. Ama lütfen, bu bilgiyi, nihilizme gidecek kapıyı aralamak için kullanmayalım. Çünkü böyle yaparsak, sonunda ölerek sonlandıracağımız ve zaten acılarla, zorluklarla, mutsuzluklarla dolu kısacık bir hayatı kendimize iyice zehir etmiş oluruz! Çehov’a sormuşlar, “Hayatın anlamı nedir?” diye. “Havucun anlamı nedir? Bir havucun anlamı neyse, hayatın da anlamı odur” diye yanıtlamış büyük edebiyatçı…
Yani?
-Havuç yalnızca vardır! Biz, onu yemeye karar verirsek, havucun bizim için bir anlamı olur ama havuç anlam yoksunu olarak kalmaya devam eder. “Anlamsız” demiyorum bakın, “anlamdan yoksun” diyorum, iki durum birbirinden farklı. Birincisi olumsuz, diğeri nötr. Hayat da anlamdan yoksundur. Biz, ona anlam verdiğimizde bir anlam kazanır…
BİZLER, BAŞKA HİÇBİR CANLI VARLIĞIN SAHİP OLMADIĞI TRAJİK BİR BİLGİYE SAHİBİZ: ÖLECEK OLDUĞUMUZ BİLGİSİNE…
Peki, biz neden hayata bir anlam yüklemeye kalkarız?
-Çünkü bu, onu yaşanır en azından katlanılır kılar! Başka hiçbir canlı varlığın sahip olmadığı trajik bir bilgiye sahibiz biz: Ölecek olduğumuz bilgisine. Ölümlüyüz biz insanlar. “Kültür”, “uygarlık” dediğimiz bütün bu garabet de bu trajik bilgi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. Bir telafi çabasıdır, anlam vermeye çalışmak hayata. Sonu mezarda bitecek bir yolculuğun biraz olsun katlanılır olması ancak böyle mümkündür çünkü.
HAYATTAN ALACAKLI OLANLAR, ÖLÜMDEN KORKAR!
En acısı, insanın kendi hayatının boşa geçtiğini, potansiyelini gerçek anlamda, hakkıyla, kullanamadığını hissetmesi mi?
-Hiçbir hayat boşa geçmiş değildir. Çünkü insanın yapıp ettiklerinin anlamlı olduğu ya da olmadığı düşüncesi, yargısı son tahlilde bizim ona yüklediğimiz ama aslında sahip olmadığı manayla ilgiliyse eğer, – örneğin – dahi düzeyinde zeki bir insanın ömrünü cam kenarında elinde çay bardağıyla sokaktan geçen insanları izleyerek geçirmesiyle, bir Amerikan üniversitesindeki şahane laboratuvarda bir şeyler keşfetmeye çalışarak geçirmesi arasında anlam açısından hiçbir fark yoktur. Hangi durumda kendini daha huzurlu hissedeceği ve hissettiği de ayrı bir soru işaretidir ayrıca. O nedenle, Engin Geçtan hocamızın kişisel bir sohbetimizde, ona sorduğum bir soruya verdiği yanıtta arayabiliriz hayatımızın sonunda geriye dönüp baktığımızda nasıl hissedeceğimizin sırrını. “Hayattan alacaklı olanlar ölümden korkar!” demişti, Engin Bey. Ben şöyle tamamlayabilirim: “Hayatının boşa geçmediğini ancak alacak verecek kalmadıysa hisseder insan.” Bu, Engin Beyin yaptığı gibi geriye çok güzel kitaplar bırakarak da olabilir. Kahvehanede okeyde hiç taş çalmayan dürüst bir insan olarak da… Nasıl bir insan olacağımıza verdiğimiz kararı ne kadar hayata geçirdiğimizle ilgilidir her şey.
“TAMAM, COĞRAFYA, İÇİNE DOĞDUĞUMUZ KOŞULLAR KADERDİR” AMA “KADER” ADINI VERDİĞİMİZ BU KİTABIN, BAZI BÖLÜMLERİNİN YAZARI DA “BİZ” OLABİLİRİZ, EĞER İSTERSEK…
Coğrafya kader midir?
-Bir anlamda evet, bir anlamda kesinlikle hayır! Hangi coğrafyada doğduğumuz, elbette yaşamımızın birçok fiziksel koşulunu belirler. Hayatın daha mı kolay, yoksa zorluklarla dolu mu geçeceğini önceler. Gazze’de bir Filistinli ailenin çocuğu olarak doğmakla, İstanbul Bebek’te varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmak farklıdır elbette. Ama son tahlilde, hayatınızla ne yapacağımıza biz karar veririz. Gazze’de doğan çocuk büyüdüğünde, halkının özgürlük mücadelesine katkıda mı bulunacak, yoksa içinde bulunduğu kaotik ortamdan yararlanıp cebini doldurma sevdasına kapılarak mafyöz ilişkilere mi girecek? Bu noktada girer devreye “özgür irade.” Yaptığı seçim belirleyecektir hissiyatını. Hayatın mutlak sonu olan “ölüm”ü, gülümseyerek mi karşılayacak yoksa dehşet duygusuyla ölmemek için acz içinde çırpınacak mı o insan? Aynı şekilde, Bebek’te varlıklı bir ailenin çocuğu, sahip olduğu olanakları gece kulüplerinde alkol ve uyuşturucu tüketerek kısa yoldan, haz peşinde koşarak heba mı edecek? Yoksa yalnızca bir misafir olarak bulunduğu bu dünyanın, gelecek kuşaklara da huzurlu bir hayat sunmaya devam etmesi için çaba mı sarf edecek? “Evet coğrafya, içine doğduğumuz koşullar kaderdir” ama “kader” adını verdiğimiz bu kitabın bazı bölümlerinin yazarı da “biz” olabiliriz, eğer istersek!
Provokatif bir kitap olmuş. Özellikle “aşkın raf ömrü” konusu fevkalade ilginç. Ve aşkın bitişine dair tespitler. Aşk ne zaman biter? Raf, ömrü uzatılabilir mi?
-Aşk hep biter! Ama bu, ille de kötü bir şey değildir. Aşık, maşuka kavuştuğunda ve gündelik hayatı yaşamaya başladıklarında, aşk başka bir şeye dönüşmeye başlar. Eğer birlikte yaratılan şey, bir “sevgi”ye dönüşürse, o “aşk” uzun ömürlü bir ilişki olur. Âşık olduğumuz insanda gördüğümüz illüzyon çok büyükse eğer, hayal kırıklığı, öfke ve üzüntüyle kısa sürede ayrılık gelir.
Raf ömrü uzayan bir şey olabilir mi aşk?
-Aşkın değil de sevgi ilişkisinin ömrüdür aslında uzatılabilecek olan. Nasıl mı? Her ilişkide o ya da bu nedenle çatışmalar, uzlaşılamayacak kadar derin anlaşmazlıklar ortaya çıkar. Beklentiler bir noktada uyuşmaz. Ama bu illaki ayrılık nedeni değildir ve ilişkinin mutlak kötü olduğu anlamına gelmez. Her şey gibi, ilişki de iyi-kötü yanları olan bir yaşam alanıdır ve bu haliyle de okeydir. İlişki ömrünün kısalmasına neden olan durum, eşlerin birbirlerini durmadan suçlamaları ve kendilerini değiştirmeleri için karşı tarafı zorlamalarıdır. Oysa, her iki tarafın sık sık kendine sorması gereken soru şudur: “Bu ilişkinin daha iyi olması için ben ne yapabilirim, neyi değiştirebilirim kendimde?” Her iki taraf bu soruya dürüstçe, bencillik yapmadan yanıt verir ve vardığı sonucu hayata geçirmeye gayret ederse, ilişkinin raf ömrü uzar. Ama peşinde koşulan tutkulu bir aşksa, bu bir ilişkinin doğasına aykırıdır zaten. Aşk sokağa aittir çünkü, evin içine değil…
75 yılı bir arada geçirmeyi başarmış ve hala birbirlerine huzur veren, pek çok mücadeleyi birlikte göğüslemiş iki insanın yaşadığı neden aşk olmuyor da… Yeni tanışan iki insanın, hormonlarla bezenmiş çekimi aşk olarak değerlendiriliyor? Aşk, sevgi, tutku bunlar kime neye göre?
-75 yıllık bir birliktelik yaşayan bir çiftin huzurlu ve sevgi dolu ilişkilerine neden aşk ilişkisi demiyoruz? Aslında yalnızca kavram kargaşası yaşamamak için. Aşk yüce bir şey değildir, sevgi de aşağı ve sıradan bir şey değildir. İsterseniz 75 yıldır süren o güzel ilişkiye “masa” diyelim aşk ya da sevgi demek yerine. Ne değişir? Hiçbir şey. Önemli olan duygularımızdır. Onlara ne ad verdiğimiz değil. Kelimeleri yerli yerinde kullanmamız birbirimizi daha iyi anlamamızı sağlar sadece…
Bizler, aşkı cinsellikle karıştırıyor olabilir miyiz?
-Aşk, kültürel bir olgudur ve insanlar kendilerini bir birey olarak tanımlamaya ve ayrıca çeşitli nedenlerle cinsel özgürlüklerimiz kısıtlanmaya başladıktan sonra ortaya çıkmış bir duygusal yaşantıdır. Ataerkil toplumlara geçilmeye başladıktan ve kadına “cinsellik yasağı” konduktan sonra filizlenmeye başlamıştır aşkî duygular. Birey olmak çok sonranın işidir elbette. Bunun tarihsel serüveni bu söyleşinin sınırlarını aşar ve çoğu okuru da sıkar. Ama bu konuda merakınızı gidermek isterseniz benim “Aşkın Halleri” kitabımda uzun bir bölüm var; “Aşkın Antropolojisi” diye. Oraya bakabilirsiniz. Kısacası cinsel arzuların “uygar” ifade biçimidir, aşk içinde hissettiğimiz o inişli çıkışlı duygular.
CİNSELLİK EN DOĞAL EN NAİF HAZ KAYNAĞIMIZDIR
Cinsellik maalesef bir tabuya dönüştürülmüş, yaşanması günah olarak damgalanmış olup aslında en doğal, en naif haz kaynağımızdır… Düşünsenize, birbirini arzulayan iki insan sevişiyor ve başka hiçbir yaşantıda hissedemeyecekleri bir yakınlık duygusu içinde haz duyuyorlar. Bunun nesi kötü olabilir? Ama bu haz yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca yasaklandı. Bu durumda – bari – aşk olsun deme dışında başka bir seçeneğimiz var mı?
17-22 YAŞ ARASINDA YAŞANAN BİR İLİŞKİDEN, NE OLURSA OLSUN KENDİMİZİ ÇIKARIP BAŞKA HAYAT TECRÜBELERİNE KOŞMALI VE BAŞKA BAŞKA İLİŞKİLER YAŞAYIP, AŞK ACILARI ÇEKMELİYİZ BENCE…
Peki, nedir iki insanı birbirine çeken kimya?
-Alın size, Nobellik kimya sorusu! Doğrusu genel bir yanıtım yok. Bu yaşımda kendim için o kimyanın ne olduğunu, bir kadının neden benim için durup dururken çok çekici hale geldiğini sonunda keşfettim ya da keşfettiğimi sanıyorum. Tabii ki bunu burada söylemeyeceğim, çok bana özel bir şey çünkü bu. Ama bu keşfi, herkes kendisi için yapabilir. Bir başkası söyleyemez bunu. Çünkü bu sorunun cevabı beynimizin kıvrımları arasında, bilinçdışımızda gizlidir. Orayı kazmadan bulamayız o kimyanın nedenini.
Kaç sevişmeden sonra cinsellik ehlileşir?
-Hayatınızın hangi döneminde olduğunuzla, hayatınızın o evresinde ne beklediğinizle ilgilidir bunun yanıtı. 17-22 yaş arasında yaşanan bir ilişkiden, ne olursa olsun kendimizi çıkarıp başka hayat tecrübelerine koşmalı ve başka başka ilişkiler yaşayıp, aşk acıları çekmeliyiz bence. Ama 53 yaşına gelince benim gibi, hayatınızda, zamanında önüne geçilmez tutkularla ve şehvetle seviştiğiniz biri de varsa artık, biraz da şefkatle sevişmeniz de sakınca yok. Bence çok da güzel. Yani cinselliğin ehlileşmesinin bir sakıncası yok.
SEVİŞTİKÇE SEVİŞESİ GELİR İNSANIN VE SEVİŞEN İNSAN DAHA GÜÇLÜDÜR HAYATIN İÇİNDE
Tavşanlar gibi sevişirsek, 894 olan mesela sevişme sayımızdan mı yiyoruz, ekonomik mi -sevişmeliyiz?
-Yok ya ne ekonomisi! Tavşanlar gibi de sevişmeliyiz, evet. Seviştikçe sevişesi gelir insanın. Ve sevişen insan daha güçlüdür hayatın içinde.
BİR BAŞKA AŞKIN İÇERİ GİREBİLMESİ İÇİN HAYATIMIZIN KAPISINI ARALIK BIRAKALIM. EVET, KAPIMIZ ARALIK OLDUĞUNDA DUYGULARIMIZI ÇALMAYA YELTENENLER OLACAKTIR. AMA HIRSIZLIKTAN DA KORKMAYALIM. BU RİSKİ GÖZE ALALIM…
Aşkı uzatmak mümkün mü? Yoksa bu çaba, kitapta da söylediğiniz gibi beyhude bir çabaya dönüşebilir mi?
-Aşkı bile isteye, istemli bir şekilde uzatmayalım zaten! Kavuşamıyorsak âşık olduğumuz insana; o aşkı, aklımızın, yüreğimizin bir odasına, saygıyla kaldırıp, sevgiye dönüşme olasılığı olan bir başka aşkın içeri girebilmesi için hayatımızın kapısını aralık bırakalım. Evet, kapımız aralık olduğunda duygularımızı çalmaya yeltenenler olacaktır. Ama hırsızlıktan da korkmayalım. Bu riski göze alalım.
Aşkı, sevgiye dönüştürmek bir şans mı peki? Emek, sonucu mu olur?
-Elbette! Ama aşkı sevgiye dönüştürmek için harcadığımız emek yorucu bir uğraş değildir emin olun. Bizi bütünleyen, insan olarak kendimize değer vermemizi sağlayan, bizi onaylayarak hayatımızı anlamlı kılan ender şeylerden biridir, o emek süreci.
“NARSİSTİK BİR ÇAĞDA” YAŞIYORUZ 1980’LERDEN BERİ…
KÖTÜCÜL BİR DÜNYADA, KENDİMİZİ HİÇBİR YERDE GÜVENDE, EMNİYETTE HİSSETMEDEN, YALNIZLIK DUYGUSUNUN İLİKLERİMİZE KADAR İŞLEDİĞİ, BENCİLCE YOK ETTİĞİMİZ DOĞAL YAŞAMIN ÖCÜNÜ, DOĞANIN BİZDEN CORONA BENZERİ MİKROPLARLA ALMAYA BAŞLADIĞI, BELİRSİZLİĞİN TUZAĞINDA DONUP KALDIĞIMIZ BİR HAYATIMIZ VAR ARTIK….
Tüketim toplumu… Satın alma dürtüsü… Önce kendini düşünmek… Zayıflık göstermemek… Kariyere odaklanmak… Özetle çağın ruhu… Bunlar, yüz yıl öncesine göre psikoterapide karşılaşılan sorunları, yahut çözümleri nasıl değiştirdi?
-20. yüzyılın başı, cinselliğin bastırılması, Viktoryen ahlâk vs nedeniyle, kadının bugünden çok daha büyük baskılar altında yaşadığı bir çağ olduğu için, ruhsal sıkıntılar da ona göreydi. Kadınlar çoğunlukla sevmedikleri erkeklerle evlendirilip, kötü ve yoksul bir cinselliğe mahkûm ediliyorlardı. Erkekler de genelevlerde deneyimliyorlardı cinselliği. Bu nedenle de bastırılmış cinselliğin sonucu olan “histerik bir çağ”dı 20. yüzyılın son çeyreğine kadarki zaman dilimi. Sonrasında, cinsellik, bırakın bastırılmayı, fütursuzca ve özensizce yaşanmaya başlandı. Dolayısıyla “histerik çağ” kapanmış oldu. Tüketim toplumunu ayakta tutabilmek için sistemin insanlara zerk ettiği belli düşünceler ve bunlara bağlı olarak da sahte duygular ön plana çıktı: “Kendine güven, kendini sev, önce kendini düşün, dışa dönük ol, canını sıkan şeylerden uzak dur, hazzın peşinde koş, zayıflık gösterme, kariyerine odaklan…” Bu da narsizm demektir. “Narsistik bir çağda” yaşıyoruz kısacası, 1980’lerden beri. Kötücül bir dünyada, kendimizi hiçbir yerde güvende, emniyette hissetmeden, yalnızlık duygusunun iliklerimize kadar işlediği, bencilce yok ettiğimiz doğal yaşamın öcünü, doğanın bizden Corona benzeri mikroplarla almaya başladığı, belirsizliğin tuzağında donup kaldığımız bir hayatımız var artık. Evet, psikoterapinin konusu oldukça değişti. Yüzyıl önce, öncelikle kadının ama aslında insanın bağımsızlaşabilmesi ve benlik gelişimine bağlı olarak birey olabilmesiydi psikoterapinin ana konusu. Günümüzde ise bence, maalesef yeni bir “hayat etiğinin” oluşturulma zorunluluğu çıktı ortaya. Psikoterapinin, felsefeyle tekrar iç içe olmasının gerekliliği de buradan geliyor zaten. “Psikoloji ve felsefe, birlikte tekrar sokağa inmeli diyorum!” ben. Ki insan ihtiyacı olduğu değerleri yeniden tanımlayabilsin.