Ve babam bizi kapının önüne koydu!
Nasıl yani? Şaka bu! Olamaz ki! İnsanın babası bunu yapmaz ki… Kurucusu olduğu şirketten kovmaz ki… Çocuklarını, öz çocuklarını kapının önüne koymaz ki…Onların işine son vermez ki… “İş önce gelir, siz yokken burası vardı!” demez ki… Mümkün değil… Eşyanın tabiatına aykırı… Mı acaba?Yoksa güç savaşı her yerde var mı? Ailelerde de mi? Babayla oğullar arasında da mı? Benim ilgimi çeken bir hikâye oldu ‘Toksöz Ailesi’nin hikâyesi. Zaten şirketin hikâyesi ve büyümesi…
Siz anladınız: Ben, ilaç, gıda, enerji sektörlerinin yanı sıra bebek beslenmesi ve bağcılık alanlarında faaliyet göstermekte olan Toksöz Grubu’ndan söz ediyorum. Sanovel dersem, Tadelle, Sarelle, Sagra, L’era Fresca, Zumosol ve Pernigotti dersem siz daha iyi anlayacaksınız. İşte tüm grubu oluşturan, sıfırdan bir imparatorluk kuran ve oğullarının tüm hayatını dizayn eden Erol Toksöz, çocukları istediği gibi davranmayınca, 2012’de onları kapının önüne koymuştu. Üstelik kovulduklarını kendisi de söylememişti… Finans müdürüne söyletmişti. İki sene küs kaldılar. Hiç görüşmediler. Sonra, sonra felaket bir şey oldu. Bir gün evdeki aşçı aradı ve çok üzücü bir haber verdi. Babaları vefat etmişti. Üzerinden birkaç yıl geçti, tam her şey yoluna girecekken bu sefer anneyle davalık oldular. Bu hikâye çok ilgimi çekti. İçinde iktidar var, para var, güç var, bir babaya kendini beğendirmeye çalışmak var…Neyse ki bütün süreç tatlıya bağlandı. Sorularıma samimi yanıt veren Ahmet Töksöz’e çok teşekkür ederim. Açıksözlü ve komplekssiz olabildiği için alkışlıyorum.
Sizi tanıyalım…
– Ben Ahmet Toksöz. Toksöz Holding Yönetim Kurulu Başkanı’yım…
Kardeşinizle birlikte mi çalışıyorsunuz?
– Evet. Zafer de Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı…
İnsanın kardeşiyle çalışması nasıl bir şey?
– Bence harika! Beş senedir birlikte çalışıyoruz. Daha evvel işlerimiz ayrıydı. Zafer, ecza deposu tarafındaydı, ben imalat. Daha sonra birtakım tatsız şeyler yaşadık ve birlikte çalışmaya karar verdik. Ve gördük ki: Pek çok şeyi daha iyi yönetebiliyoruz. Çeşitli kurallarımız var: Tek ofis kuralı mesela. Aynı odada, aynı masada çalışıyoruz. Sonra yatay yönetim anlayışımız var. Yani bir genel müdür yok, birim müdürlerimiz var. Yazışma kuralımız var, her talimatı ve geri dönüşümü mutlaka mail yoluyla yazışarak yapıyoruz. Her şey açık, her şey şeffaf. Biz iyi anlaşan iki kardeşiz. Kendi adımıza, bir artı birin üç yapabildiğini gördük…
E peki hem işte hem özel hayatta sürekli birlikte olmak sıkıcı değil mi?
– Yooo. Farklı özel hayatlarımız var. Sürekli dip dibe değiliz ki. Arkadaş çevrelerimiz çok farklı.
HER ZAMAN ARAMIZDA MESAFE VARDI
Kaç yaş var aranızda?
– Üç. Zafer 1975’li, ben 1972’liyim. İkimiz de Boğaziçi Kimya Mühendisliği mezunuyuz. Sonra da master yaptık.
Benzer eğitimler almışsınız…
– E başka şansımız yoktu ki! İkimizin de hayatı, ailemiz tarafından dizayn edildi.
Nasıl yani?
– Ne okuyacağımız, sonrasında ne yapacağız hep belliydi. İlaç kökenli bir aile olduğumuz için, babam her şeyi planlamıştı. Geleceğimize, gireceğimiz okullara o karar vermişti. Üniversite başvuru formumuzu bile o doldurdu. Boğaziçi Kimya, babamın bizim için uygun gördüğü bölümdü…
Benim ailem beni birtakım şeylere zorlasa, dinlemem, kafamın dikine giderim, kendi hayatımı yaşamak isterim…
– İşte biz onu başta diyemedik, ancak beş sene önce söyleyebildik.
Çok baskın bir baba var anladığım kadarıyla. Ama aslında sizin iyiliğinizi istiyor. Diyor ki, “Kimya okuyacaksınız, sonra gelip aile şirketinde çalışacaksınız!” Öyle mi? Baştan anlatsanıza şu hikâyeyi…
– Rahmetli Erol Bey eczacı…
Pardon, Erol Bey kim?
– Babam…
Babanızdan “Erol Bey” diye mi söz ediyorsunuz?
– Tabii. O hep Erol Bey’ di. Her zaman aramızda mesafe vardı. Arkadaşlarım, Erol Bey aradığında, ayağa kalkarak onunla telefonda konuştuğumu söylüyorlar. Farkında olmadan öyle yapıyormuşum.
O zaman o Erol Bey, hiçbir zaman “Babacım” olamıyor…
– Tabii ki olamıyor! Ama onun da yakın olma gibi bir niyeti yoktu zaten. Farklı bir jenerasyon onlar, farklı yetiştirilmişler. Babamın, kardeşimi ve beni insanların yanında sevdiğini hatırlamam. Hani yüz göz olmamak için çocuk uyurken sevilir ya, o hesap. Haliyle sevildiğimizi pek hissedemedik.
ONDAN DAHA İYİ BİLECEK HALİMİZ YOKTU YA!
Ve Erol Bey sizin için ne iyidir, ne değildir biliyordu ve sizi ona göre yönlendirdi… Öyle mi?
– Aynen öyle! Aslında, bizim gerçekte ne istediğimizin hiçbir önemi yoktu. O, nasıl olsa bizim yerimize düşünüyor ve karar veriyordu. O, doğruyu biliyordu. Ondan daha iyi bilecek halimiz yoktu ya. Türkiye’de böyle binlerce aile ve baba var. Babamı anlıyorum da. Müthiş bir girişimci. Kumdan altın yaratmış bir insan. Her şeyi tırnaklarıyla yapmış, kendince bir imparatorluk kurmuş. Yokluktan müthiş bir yere gelmiş. Eczane eczacılığından başlıyor, sonra ecza depoculuğu, üzerine ilaç sektörü. Sonra daha da büyütüyor işleri. Bizi de üniversiteyi bitirince yanına aldı. Başka bir yerde çalışma şansımız yoktu.
Sordu mu peki size “Evladım sen istiyor musun” diye?
– Tabii ki hayır. Öyle fikir sorma, bizden fikir alma durumu yoktu ki Erol Bey’in. Zaten işimiz hazırdı. Buna şükretmemiz gerekiyordu. Bize tüm bunları sağlayan bir babamız vardı. Erol Bey işe çok hâkimdi, tek dezavantajı dil bilmiyordu, oğulları da dil öğrenip bu açığı kapatsın istedi ki, grubumuz daha da büyüsün! Global olalım, lokal kalmayalım, yurtdışındaki ilişkileri geliştirelim. Birtakım lisanslar alalım, yurtdışına lisanslar satalım. Hep iş, hep iş, hep iş. 1995’te askerliğimi bitirir bitirmez işe başladım. Erol Bey ne derse yapıyordum.
Hiç mi itiraz etme şansınız yoktu?
– Maalesef!
Adam silah dayamıyor ya!
– Bir takım konuşmalar oldu ama sonuçta biz de aile içerisinde hep ikna edilerek bu noktalara geldiğimiz için çok fazla itiraz edemedik. Fransa’da master yaptım. O dönem, elime bir takım ticari imkânlar geçmişti. Zafer de mesela, çok IT meraklısıdır. Aşağıda 900 metrekare bir yer var, o zaman bilgisayar işleri daha bu kadar gelişmemişti. Şirketi bu konuda da ilerletmek istedi, ben de birtakım farklı şeyler yapmak istedim. Ama bir türlü Erol Bey’den izin alamadık.
Neden? Boynuz kulağı geçsin istemiyor mu?
– Alakası yok! Boynuzu filan ciddiye aldığı yok! Yanlış anlamayın, babam bizi seviyordu. Ama burada bir işletme var. Ve işletmenin hep büyümesi lazım. Babam da yanına güvenebileceği insanları alıyor, sonuçta ikimiz de evladıyız, bize güveniyor. Ama bir yere kadar. Her şey, onun istediği gibi olacak. Her şeye o hâkim olacak. Son kararı hep o verecek. Başka türlüsü mümkün değil. Biz de zaten itiraz filan edemezdik, gıkımızı çıkaramazdık!
EVLENDİK AMA AYNI EVDE YAŞAMAYA DEVAM ETTİK
Kaç sene itiraz etmediniz?
– Epey bir süre…
Hep onun dedikleri yapılıyor…
– Evet. İş baskısı yüksekti ama dışarıda bizim özel hayatımıza karışan biri değildi. Bu arada evlendik. Önce ben, sonra Zafer… Çocuklarımız oldu. Derken hepimiz aynı evde yaşamaya başladık.
Yok artık, daha neler!
– Valla öyle! Maaile. Erol Bey, annem, kardeşim, eşlerimiz, çocuklar. Çok sıkıntılı bir dönemdi. İki sene sonra evden çıktık. Hem iş hem özel ortam, eşler, çocuklar, bitmez tükenmez baskı falan, maalesef yürümedi.
Birlikte yaşamak kimin fikri?
– Tabii ki Erol Bey’in. Allah’tan biz kardeşimle uyumluyuz. Onun eşiyle benim eşim de çok iyi anlaşır, çocuklar arasında da sıkıntı yok. Ama yine de mantıklı değildi, olacak iş değildi… Tek evin içinde hep beraber. Aynı yerde yemek, aynı yerde kahvaltı… Yatak odaları, banyolar ayrı ama genelde ortak kullanım alanlarının olduğu bir ortam. Akşam yemek beraber yeniyor. Ama sonuçta herkes evli, herkes kendi içinde aile olabilmeli… Olamıyoruz… Ne bileyim biz arkadaşlarımıza gitmek istiyoruz, gidiyoruz. Ama onlar da bize gelmek istiyorlar, gelemiyorlar. Ev müsait değil, izin çıkmıyor!
ARIZAYI BİZ ÇIKARDIK EŞLERİMİZE PATLADI
Siz kaç yaşındasınız bütün bunlar yaşandığında?
– 2010 yılıydı. 39 yaşındaydım.
Peki eşler? Hiç kimse arıza çıkarmadı mı?
– Arızayı biz çıkardık ama onlara patladı! Ev tarafından onlar suçlandı. “Gelinler arıza çıkardı!” dendi. Bir taraftan işte de birlikteyiz. Bu baskı artık dayanılmaz bir hal aldı. Erol Bey’den şöyle bir talepte bulunmuştuk: “Bir aile anayasamız olsun!” Aile şirketlerinde hep böyle bir problem oluyor. Üçüncü, dördüncü, beşinci jenerasyonlara taşınabilen aile şirketi Türkiye’de pek yok. Kardeşim benden daha çok işe hâkim olabilir, onun çocuğu olmayabilir, benim beş çocuğum olabilir. Bir aile anayasası oluşturup ileriye dönük ne yapabiliriz, şimdiden bunun kararlarını verelim istedik. Çünkü aile, günden güne büyüyor ya da kayıplar yaşanabiliyor. Koç gibi bir grupta bile çok ani bir kayıp yaşandığında, devamlılığının gelmesi lazım.
Babanızın bu talebe tavrı ne oldu?
– Çok sinirlendi. Bu bir tartışma konusu oldu. Biz ise, o aile anayasasında direttik. Kim neyi yapacak, ileride nasıl olacak? Bu konuda profesyonel hizmet veren şirketler de var, onlardan destek alalım dedik. Erol Bey baktı ki biz kararlıyız, gerginlik başladı. Gerginliğin temel sebebi de şuydu: “Siz yokken bu iş vardı!”
Yani… Ne demek bu?
– “İş, çocuklarımdan kıymetli!” demek. “Ben şu anda böyle bir parçalanmaya, bölünmeye hazır değilim!” demek.
İKİ KARDEŞ KADER BİRLİĞİ YAPTIK
İş, insanın çocuğundan nasıl daha kıymetli olur?
– O nesil için öyle. Ben Erol Bey açısından da bakabiliyorum, yargılamıyorum onu, suçlamıyorum. Farklı bir jenerasyonum ama neticede o her şeyi tırnaklarıyla yaptı. Bize de bunu hep hissettirdi. Hissettirmeyi bırak, söyledi: “Siz yokken iş vardı!” dedi. “Ben her şeyi sıfırdan yaptım!” dedi. Ama bir taraftan da birtakım malvarlıkları var ve onların paylaşılması lazım. O hayattayken bunun planlı paylaşılmasını talep ettik ama bu önerimiz kabul görmedi. O dönem, ilacın dışında gıda işine de girmiştik. Ana konumuz hâlâ ilaçtı ama Tadelle, Sarelle falan başlamıştı. Biz dedik ki, “Zafer’le biz ayrılalım, Tadelle ve Sarelle’yi bize ver. İlaç, senin varlığınla devam etsin, biz de kendimizi diğer alanda gösterelim!” Bir akşam dedi ki, “Valla ben her şeye sıfırdan başladım. Siz de öyle yapın. Evlatlarım da olsanız, size destek olamam!” Ve gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Nasıl yani?
– Babam bizi kovdu!
Babanız şirketteki işinize son mu verdi?
– Evet! Bizi kapının önüne koydu. Öz oğullarını kovdu…
Bunu kendisi mi söyledi?
– Hayır, finans müdürüne söyletti. Benim vekaletname verdiğim müdür, beni işten attı! Adamcağızın da bir suçu yok, “Talimat böyle!” dedi. Erol Bey, “Kov onları!” demiş. Biz de işten ayrıldık. Evden de çıktık. Kısacası Erol Bey’den ve annemden tamamen koptuk.
Ve aslında bu, başka bir dönemin de başlangıcı mı oldu?
– Evet. İki kardeş kader birliği yaptık. Hep yakındık, daha da yakın olduk. Şirketten atıldıktan sonra, Zafer de kendine farklı bir yol çizebilirdi, ben de. Ama tam tersine biz hiç ayrılmamaya söz verdik. Aynı kaptan yiyeceğimize ve her şeyi eşit paylaşacağımıza yemin ettik. “Madem başımıza bu kadar iş geldi, bundan böyle bütün işleri iyi kötü beraber yapacağız” dedik. Öyle de devam ediyoruz.
BABAMDAN SONRA ANNEM!
Erol Bey’in size yaptığını çocuğunuza yapabilir misiniz?
– Hayır asla! Oğlum resim yapmayı seviyor, geleceğiyle ilgili bir yönlendirme yapmıyorum. Neyle ilgilenmek isterse serbest, onun hayatı. İllaki mühendis ya da işletmeci olsun diye bir baskım olamaz, ne mutlu edecekse o işle meşgul olsun.
Finans müdürü “Kovuldunuz!” deyince, insan annesini falan arayıp, “Anne ya! Babam böyle böyle yaptı, bizi kapının önüne koydu…” demez mi? Anneler çocuklarının yanındadır genelde…
– Doğru. Ama bizde öyle olmadı. Babam ne derse, annem de onu dedi. Bizdeki esas figür, babaanne. Otoriter bir Osmanlı kadını. Getirin bugün, şirketi yönetir. Annem 17-18 yaşında evlenmiş babamla. Tepesinde babaanne varmış. E tabii pek söz hakkı da olmamış.
ORTALIĞI AYAĞA KALDIRDIK ÇÜNKÜ PİYASAYA REZİL OLDUK
E peki siz ayrıldınız şirketten ve aileden…
– Evet, iki kardeş bir daha dönmemek üzere yola çıktık. İki sene yurtdışında kaldık. Enerji işine sardırdık. Bankalarla işimizi toparladık. Gayet de iyi gidiyordu işler. Ne annemle ne de Erol Bey’le görüştük. Çocuklar da görüşmedi. Tam iki sene. İkinci senenin sonunda evdeki aşçı aradı ve çok kötü bir haber verdi. “Maalesef Erol Bey vefat etti!” dedi.
Allah rahmet eylesin. Babanızla küs mü ayrıldınız yani?
– Evet. O iki sene hiç görüşmedik. Cenazeye geldik. Sonra geçmişe sünger çektik. Babam vefat ettiğinde 2012’ydi, 2014’ün mayısına kadar herhangi bir sıkıntımız olmadı. Şirkete döndük çalışıyoruz, annemle de görüşüyoruz. Babam hayattayken, annemin ailesiyle görüşmesini istemiyordu; teyzeler, dayılar, kuzenler… Meğer bir bildiği varmış. Babam vefat edince, görüşür hale gelmişler. Haberimiz yok. Kuzenlerden biri, anneme bir kâğıt imzalattırmış. Milyon dolarlık rakamlar var içerisinde. Bayağı dolandırmışlar annemi! Annem de bizden korktuğu için söylememiş. 6 ay sonra aracı danışmanlardan öğrendik. Kuzenle ve ablasıyla mahkemelik olmuş. Beraber yaşadığımız eve icra filan geldi. Bu olayı öğrenince tabii tepki gösterdik. Ortalığı ayağa kaldırdık. Çünkü rezil olduk piyasaya.
NEYSE Kİ SONUNDA HER ŞEY TATLIYA BAĞLANDI
Nasıl bu kadar açık sözlü olabiliyorsunuz?
– Valla gizlemenin, olmamış gibi davranmanın bir manası yok! Bu anlattıklarımın hepsi konuşuluyor. Bir de yalan değil.
Sonra peki?
– Bizde hikâye bitmiyor! Sonra annem, bu işi çözmesi için bir avukata gidiyor. Avukat, “Ben senin işini hallederim” tarzıyla olaya yaklaşıyor, kuzenle olan davayı çözerken, bizim şirket meselelerine dahil oluyor. Annem, hayatında iş güç yapmamış bir kadın, sadece toplantıdan toplantıya katılmış babamla. Bakıyor ki işi hiç bilmeyen bir kadın… Ama aynı kadın, şirketlerin yarı yarıya ortağı…
Eeee?
– Eee’si, biz iki senedir, herkes şahit, şirkette ne genel kurul yapabiliyorduk ne şube açabiliyorduk. Yönetim kurulunda hiçbir şey imzalanmıyordu. Avukat, annemi yönetmeye başlamıştı. Şirket, tamamen avukatın yönetimindeydi. Çok direnç gösterdik ama istese bizi de kapının önüne koyabilecek durumdaydı. Yüksek hissedardı annem. Bu sefer de, annemle davalık olduk! Neyse ki sonunda her şey tatlıya bağlandı. Daha yeni, birkaç hafta önce… Babam zamanında olması gereken oldu. Yönetimden çıkıp hisselerimizi devrettiler. Biz de geri kalan ne varsa, ona verdik. Sulh yoluyla anlaştık.
Bence bu, bir sürü ders çıkarılacak bir hikâye! Bir tarafıyla da acı. Her şey mal mülk için mi oluyor, para için mi?
– Bence mal mülkten ve paradan ziyade, herkes savaştan galip çıkmaya çalışıyor! Herkes kendi gücünü kanıtlamaya uğraşıyor… Bir nevi iktidar savaşı… Otoriter güce sahip olma isteği… Ne yazık ki aile içinde bile bunlar yaşanabiliyor. Ve bunu yaşayan tek ailenin de biz olduğunu zannetmiyorum…
Fotoğraf: Emre Yunusoğlu