Beni tek bir “normal”in içine hapsetmekten vazgeç!

Bugün günlerden #Cezailer oldu.. Yiğit Özşener’den sonra Murat Can Oğuz röportajıyla karşınızdayıımmm
.
Murat Can, senaryosunu Ayberk Çınar’la birlikte yazdığı Cezailer’in hem yapımcısı hem de yönetmeni… Ağır bi yük!! Ama altından başarıyla kalkmış.
.
Üzerine sıkı çalışılmış bi senaryo… Ucu açık, ters köşelere de çok müsait… Seviyorum böyle işleri…
.
Sorgulayan, sorgulatan, farkındalık yaratan bi iş Cezailer
“Bize dayatılan “normal”e uymaya çalıştıkça, sivri yanlarımızı törpüledikçe renklerimizi kaybediyoruz!” diyor Murat Can ve ekliyor “Normal’ diye belirlenen şeyin sınırını daralttıkça, her şey çok daha sıkıcılaşıyor. Onu daha esnetebilirsek, kimseyi ötekileştirmezsek… Hayat hepimiz için daha güzel olacak!”

CEZAİLER SORGULAYAN, SORGULATAN KAFA AÇAN BİR İŞ

Tebrikler! Cezailer, sorgulayan, sorgulatan, kafa açan bir iş olmuş. Dizinin hem yapımcısı hem yönetmeni hem de iki senaristinden birisin… Bütün bu yük omuzlarında, fazla değil miydi?
-Uykum için biraz fazla oldu! Bazen uyuyamadığım oldu. Ama altından bir şekilde kalktığımı düşünüyorum. Hayalini kurduğu bir şeyi gerçekleşiyor olması, insanı öyle iyi hissettiriyor ki o sorumluluk duygusu yük gibi gelmiyor, hafifliyor.

Cezai ehliyeti olmayanların koğuşunu kaleme alma fikri nasıl doğdu?
-Biz sahte belgesel tarzında bir şey yapmak istiyorduk, Ayberk’le bunun üzerine konuşuyorduk. Çıkış noktamız şuydu: Seyirciyi bir anda, tam olarak gerçek olmayan ama bir yandan da kendi gerçekliği olan bir yerin içine sokmak. İkimiz de akıl hastalıkları, yani psikotik bozukluklarla çok ilgiliydik.

Özel bir sebebi var mı bu ilginin?
-Bilmem. İkimiz de hayatı sorgulayan tipleriz. “Normal nedir”, “normal kimdir”i çok konuşuruz. Normalin sınırı daraldıkça, insanlar bazı özelliklerini kaybediyor, köreliyor. Ben kendimde de fark ettim. Dayatılan “normal”e uymaya çalıştıkça, kendimde sivri gördüğüm özellikleri törpülemeye kalktıkça, “Aykırı olmayayım, farklı olmayayım” dedikçe, ben ben olmaktan çıkıyorum. Renklerimi kaybediyorum.

Tek tip bir insan olmaktan mı söz ediyorsun… Yaratıcılığın körelmesi…
-Sadece yaratıcılık değil, her özelliğimizin körelmesi aslında. Hepimizin çeşitli tuhaflıkları var. Kimimiz çok konuşuyoruz, kimimiz bağırarak konuşuyoruz, kimimizin çeşitli tikleri var, kimimiz önümüze bakıyoruz, kimimiz yüksek sesle şarkı söylüyoruz. Bunlar bende de olan şeyler. Daha da fazlası vardır. Ama bunların tuhaf olduğu söylendiğinde, insanın içinden, onları kendinden ayırma dürtüsü geliyor. Bu, iyi bir şey mi acaba? Bizi özümüzden uzaklaştırıyor olabilir mi?

Sen, aslında diyorsun ki hepimiz olduğumuz gibiyiz “biriciğiz.” Bizi, tek bir “normal”in içine hapsetmekten vazgeçin!
-Evet. Tam da bu. Hepimiz aslında bir miktar çatlağız. “Etrafımda normal insan yok!” der annem. Doğru. Ben de işte o tırnak içinde normal olmayan insanlarla büyüdüm. Ve aslında o “çatlak”, “fırlama”, “garip” dediğimiz insanlara daha çok çekildiğim, onların kıymetli olduğunu düşündüğüm için onların, onları çatlak yapan özelliklerinin törpülenmesi konusuna kafa yordum. Bir sene araştırıp, böyle bir işe kalkıştık. Gerçeklik ne? Normal dediğimiz şeyin sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Kim normal, kim değil? Bunları tartışmaya açıyoruz aslında.

Dizinin çıkış noktası, psikiyatri tarihinin belki de en çarpıcı deneylerinden biri olan Rosenhan Deneyi…
-Evet. Araştırırken bu deney karşımıza çıktı. “Akıl hastanelerinde akıllı olmak” adıyla 1973’te, Science Dergisi’nde yayınlanmış. Deneyin sorguladığı şu: “Bir kişinin, akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi anlaşılabilir mi?”

Anlaşılabilir miymiş?
-Valla, Dr. Rosenham bu konuda hayli kötümser! Deneyinde psikiyatri uzmanlarının, objektif kriterlere dayanmadığını belirtiliyor.

Nasıl bir şeymiş bu deney?
-Üç psikolog, bir psikiyatr, bir öğrenci, bir pedagog, bir ev kadını ve bir ressamdan oluşan 8 kişi, ayrı ayrı, halüsinasyonlar gördüklerini, gaipten sesler işittiklerini söyleyerek, bir kliniğe müracaat ediyorlar. Aslında hiçbir rahatsızlıkları yok. Kendilerini, kliniğe kabul edildikten hemen sonra, bir rahatsızlıkları kalmadığını söylemeleri ve normal davranmaları tembihleniyor. Öyle de yapıyorlar. Ancak en erken çıkan bile, klinikte 7 gün kalmak zorunda kalıyor! Aynı şekilde 12 kliniği daha ziyaret ediyorlar. Akıl sağlıkları yerinde olduğu halde, hekimleri hasta olmadıklarına ikna etmeleri, ortalama olarak 19 gün sürüyor. Bir keresinde biri, 52 gün klinikte tutuluyor! İddiaları da şu: Aklı başında olanla olmayanı ayırt etmek hiç de kolay değil!

Siz de bu deneyden esinlendiniz Cezailer’de?
-Evet, bizim psikiyatrımız da seneler sonra aynı deneyi tekrarlamak için akıl hastanesine giriyor. Hep birlikte neler olduğunu izliyoruz. Normal diye belirlenen şeyin sınırını biz daralttıkça, her şey çok daha sıkıcılaşıyor. Biz onu daha esnetebilirsek, kimseyi ötekileştirmezsek, hayat hepimiz için daha güzel olacak.

Zorlandınız mı yazarken? Aslında derin bir şey bu.
-Yok, biz hafiflikle yazdık. Onun üzerine biraz kara komedi koyduk. Ama aslında gerilim de var. Bu Ayberk’le beni işin en çok kaşındıran tarafı, türler arası bir iş olmasıydı. Hep ince ipte yürüdük. Hangi tarafa ağırlık verirsek düşeriz gibi. Düşmedik.

Sanki cep telefonuyla çekmişsiniz gibi, kamera yok da biz dikizliyormuşuz gibi…
-Çok sevindim öyle düşünmenize.

Çekim tekniğini nasıl böyle yapabildiniz?
-Belgesel üzerinden gittik tamamen. Orada bir ekip var güya. Bazen kamerayla iletişim var, bazen yok. Bazen kameranın orada olmaması gereken olaylar yaşanıyor, bir yandan da gizlice çekiliyormuş durumu da var. Bütün dil, belgesel dili. O yüzden zoom’lar, gizli çekimler var. İkinci bölümde bir tane uzun zehirlenme tek planı var mesela. Onun belgesel dili yok. Amaç “Aa bir dakika bunu, nasıl, kim çekti?”yi düşündürmek.

Sen bunu 28 günde çektin, hazırlığı ne kadar sürdü?
-3 yıl!

Oyuncu kadrosu da çok güçlü… Kafanda canlanmış mıydı kimin neyi oynayacağı?
-Hemen hemen. Hepsi çok beğendiğim oyuncular. Neredeyse hepsinin tek kişilik oyunu var. Hepsine senaryoyla gittim. Herkesten çok hızlı ve olumlu dönüş aldım, o da benim şansımdı. Oyuncuları da gıdıklayan ve kaşındıran bir iş. Bir sürü yere çekilebilecek, yüz şekilde oynanabilecek, yelpazesi geniş bir şey olduğu için sanırım onları da heyecanlandırdı.

Annen Gül Oğuz, baban Mustafa Oğuz… İkisi de kariyerinde çok başarılı… İkisi de çok özel insanlar…
– Doğru, ikisi de kariyerinde çok başarılı ve güçlü karakterler. Onların içinden, kendine özgü bir karakter olarak çıkmam, bir süre aldı. Londra’da üç sene hukuk okudum. Son senemdeyse Paris’te sinema okuluna gittim. Sonra döndüm, çalışmaya başladım. Böyle bir aileden çıkınca, ister istemez, sanata çekiliyorsunuz. Sinema benim için harika bir birleşim oldu. Hepsinin içerdiği bir arka birleşim.

Piyasa işi iş de yapabilirdin. Bu, çok farklı ve niş bir iş…
-Piyasa işi de yaptım aslında. Televizyon dizileri çektim. Piyasa diye kötülemiyorum tabii ama bu tür işlere daha çok yükseliyorum.

“Hayat Sırları” ve “Çoban Yıldızı” dizilerinde, annen Gül Oğuz’la paylaştın yönetmen koltuğunu. Anne-oğul ilişkisinden çıkıp yönetmen ilişkisine geçmeniz zor oluyor mu?
-Hayır. Arkadaş gibi olduğumuz için, işimize pek yansımıyor, uyumlu çalışıyoruz. 3 filmlik şeyi 28 günde çekmek, annemle çalıştığım dizi pratiğimden. Ondan çok şey öğrendim. Hala da öğreniyorum.

Cezailer’e anne ve babanın yorumları ne oldu?
-Annem ve babam en önemli fokus gruptu! Ne mutlu bana ki beğendiler.

İzleyip bitirende nasıl bir duygu olsun istiyorsun?
-İzleyen biraz gevşesin isterim. Gevşeklik çok kıymetli bir şey. Biraz iç huzurla da çok ilgili. Hepimiz için biraz gevşetmek güzel olur.

Yorum Bırak