Bugün çok özel bir yazarla huzurunuzdayım.
İsmail Güzelsoy. Yine nefis bir roman yazmış. Koşun alın: “Hatırla” Pişman olmayacaksınız.
Gerçek edebiyat. Benim onun romanlarıyla kurduğum ilişki aşk. Elimden bırakamıyorum. Hastası oluyorum. Şimdi ne olacak diye merak ediyorum.
Romandan çıkıp bana geçen duyguya bayılıyorum. Kurduğu cümlelere, seçtiği kelimelere de. Müziği var cümlelerin, matematiği de. Çok özel bir roman Hatırla.
Mumbai – İstanbul arası gökyüzünde bitti. Sevdim çok, kendime saklayamadım, sizinle de paylaşmak istedim…
– İsmail Güzelsoy… Soyunuz güzel mi gerçekten? Bu soyadın bir hikâyesi var mı, yoksa tesadüfen mi?
– Soyadı kanunu çıktığında, nüfus memuru dedemlerin kapısını çalmış ve bir süre hiçbir şey söylemeden karşısında dikilen insanlara bakmış. Dedem nasıl bir soyadı seçmiş bilmiyorum ama memur, “Siz ne güzel insanlarsınız böyle?” demiş ve soyadımızı yazmış deftere…
– Harikaymış! Bir hikâyesi olamasaydı da siz, bir hikâye yazabilir misiniz?
– Belki de yazmışımdır bile! İyi bir hikâyenin gerçek olmasına ihtiyacımız yoktur. İyi bir hikâye uydurmaysa, biz o uydurma olmayı isteyecek kadar bağlanırız ona. Gerçek olmak bizi çok mu mutlu etti sanki?
– Ölmüşsünüz… Öteki dünyada size soruyorlar: “Sen ne iş yaptın İsmail? İşe yaradın mı?” Ne cevap verirsiniz?
– Ayşe Arman’ın sorularını cevapladım. “Baştan söylesene be adam!” diye doğrudan cehenneme… Tamam, ciddi olacağım. Bence biz, başkalarına acı vermeden yaşayabildiysek, omzumuza da iki damla gözyaşı damladıysa, tamamdır. Kuş mu konduracağız dünyaya?
BİR NEFİS ROMAN DAHA
– Bir nefis roman daha… Şiirsel bir roman… ‘Gölge’den sonra ‘Hatırla’. Ne anlatmak istediniz bu romanla?
– Her romanın bütününde bir şey söylemiş olmam gerektiğine inanırım ve bu soruyu sorduğunuza göre siz de farkındasınız bunun. ‘Hatırla’, zamanda yolculuk hikâyesi ama yürüyerek. Hepimiz, birer ‘zaman gezgini’yiz ama farkında değiliz. Bir de zaman makinemiz var, sürekli yaşlanıp sarkan… Geçtiğimiz yolları, yılları unutuyoruz ve unutarak mutlu olacağımızı zannediyoruz. Ama annem Alzheimer olduktan sonra daha mutlu değildi. Hatırlayarak mutsuz olduğumuz zaman, yine hatırlayarak avunabiliriz. Cennet de orada, cehennem de…
– Peki sizde olan hangi duyguyu okuyucularınıza geçirmek için yazdınız?
– Can kazanma kavgası… Bu romanın son sayfasını çeviren bir okurun, “Canlı olmak nedir?” diye sormasını arzuladım. Romanda, ‘cotard sendromu’ onun için dile getiriliyor. ‘Ölü olduğuna inanan insanlar’ ve ‘canlı olduğunu zanneden makineler’… Hangisi bize daha yakın? İlk anda sağlıksız bir aklın sayıklamaları gibi görünse de, aslında değil.
– Bir önceki romanınız ‘Gölge’de, Doktor Akif insan bedeniyle uğraşıyordu. Bu romanda da otomatonlar ve yeniden yaratma var… Nedir bu? Neden robotlara taktınız? İnsanın, sonsuzluk peşinde olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa bir çeşit yaratma tutkusu mu bu?
– Bu serinin adı ‘Fennî Sihirler’. Bir bakıma bilimsel ile büyülü olan arasındaki gerilimden beslensin istedim bu üç roman. Her birinde başka bir hikâye anlatılmakla birlikte, sizin de isabetle yakaladığınız gibi ‘sonsuzluk’ ve ‘ölümsüzlük’ derdi var bu insanların. Bir sonraki kuşakların da en büyük dertlerinin bu olacağını düşünüyorum. Yani şu anda 15 yaş üzeri gençler, bizim boğuştuğumuz meselelere gülüp geçecek gibi geliyor. Ölümsüz bir hayatın yollarını arayacaklar. Asıl önemlisi bunun gerçekleşip gerçekleşmemesi değil, bu arayışın yan ürünleri… Sanat ne ki zaten, bazı elit insanların bu çabasının ürünü değil mi? Bunun daha geniş kitlelere yayıldığı bir geleceğin eşiğindeyiz…
BİR TOPRAĞA KADININ GÖZYAŞI DAMLIYORSA ORAYA KAN DA DAMLAYACAKTIR
– Romanda ‘zulüm’ kavramı öne çıkıyor. Bu zulme en çok maruz kalan da bir kadın: Suzan. İsmail Güzelsoy, bu sefer bir kadın romanı mı yazdı?
– Evet, bu bir kadın romanı. Romanın başlarında Sibel abla karakterinin bir doğum sahnesi var ya, işte o aslında bu topraklardaki ayağa dikilme maceramızın hikâyesi. Sibel, Kibele. Çok da gizli bir katmana saklamadım bunu. İlk anda anlaşılsın istedim çünkü. Bu toprakların bilinen ilk tanrısı bir kadındı. Hepimiz o kadının çocuklarıyız. Bize can olan Kibele sayesinde insanlık tarihinin en büyük kültürel sıçramasını gerçekleştirdik. Sonra da ona tecavüz edip öldürdük! Biz Kibele anamızı öldürdüğümüz günden beri, belimizi doğrultamıyoruz işte. Yalan mı? Hiç düşündünüz mü, bu kadar zengin kaynağın olduğu bir yerde nasıl oluyor da insanlar hâlâ geçim sıkıntısı çekebiliyor? Kadınların ahı tutuyor olabilir mi?
– İnsanın yaşadığı topraklarda kadınlara bu kadar zulmedilirken, kadınlar tecavüze, cinsel istismara uğrarken, öldürülürken, yakılırken, boğulurken… Bir edebiyatçı kendini bundan soyutlayamıyor mu? Yaşadığımız döneme bir gönderme mi bu roman?
– Aynı şeyi siz de yapıyorsunuz. Hem de büyük riskler aldığınızı düşünüyorum bunu yaparken. Sırf kadın olduğunuz için mi kadın meselesine bu kadar duyarlısınız? Hiç sanmıyorum. Erkek de olsanız bunu yapardınız çünkü kadın meselesi hiçbir zaman ‘kadının meselesi’ olamayacak kadar insanlıkla ilgili. Yani, eğer bir yerde kadınlar özgür değilse, orada kimse özgür olamaz! Bakın Ortadoğu toplumlarına, ne dediğimi anlarsınız. Bir toprağa kadının gözyaşı damlıyorsa, oraya kan da damlayacaktır, kaçarı yok bunun. Biz bu ülkede kadınları incittik, doğrusu bu. Lanetimizin de nedeni bu bence!
KADINLAR ÖZGÜRLEŞMEDİĞİ SÜRECE BİZ DE TUTSAĞIZ
– Romanda dans kavramını da işliyorsunuz. Bir kadın açısından dans ne anlama geliyor?
– Dans, insanın bedeniyle şiir yazması, çalan melodiye cevap vermesidir. İnsan, bedeni pek çok iş yapabilecek yetenektedir ama bunlardan ikisi öncelikle haz için yapılır. Sevişme ve dans. Aslında dans, birine ihtiyaç duymadan sevişmektir. Romanda insanların bir kadının dans edebilmesi için seferber oluşlarının nedeni, o insanların ancak öyle özgür olabileceklerini kavramaları. “Kız çocuklarının dans etmediği sokaklarda kan akar!” diyor roman. Kadınlar özgürleşmediği sürece, bizler de tutsağız. Her köle sahibi, kölesinin kölesidir…
BİZİ YÜCELTECEK OLAN UTANÇ VEREN EYLEMLERİMİZLE YÜZLEŞMEK!
– 12. yüzyıldan 6-7 Eylül’e uzanan bir çizgisi var romanın…
– Kadın meselesiyle diğer vahşetlerimiz arasında çok sıkı bağlar var. 6-7 Eylül bir kırılma noktasıydı. Kalbimizin kırılmasından söz ediyorum. Küstürüldük. Hepimiz dövüldük orada. Komşumuzun camını kırdık ve kaçtık ama fazla uzaklaşamamışız ki şu anda hâlâ debelenip duruyoruz gördüğünüz gibi…
– ‘Hatırla’yı bize mi söylüyorsunuz? Bir mesaj mı veriyorsunuz? “Unutma tarihte yaşananları, hatırla… Ve ders al” mı?
– Evet. Bence, bizi insanlaştıracak şey, yaptığımız erdemli şeyleri kabartma harflerle duvarlara, zafer taklarına kazımamız değil. Bize utanç veren eylemlerimizle yüzleşmemiz bizi yüceltecek!
– Hangi dersleri almamızı istiyorsunuz?
– Saygı… Farklı olana içtenlikli bir saygı şart. Göstermelik, durumu kurtaracak ve bizi entel gösterecek bir oyundan söz etmiyorum. Gerçekten farklı cinsiyetlere, kimliklere, inançlara, giyimlere vs. saygı gösteremezsek, yolun sonuna geldik gibime geliyor…
O ZAMAN DANS!
– Aşk ve dostluk da bu romanda ön planda. Zulme karşı önemli direnç noktasını oluşturuyorlar. Dünyayı, aşk ve dostluk mu kurtaracak?
– Sizin bu sorumsu cevaplarınıza bayılıyorum. Bana iş kalmıyor!
– Kelimelerle arası bu kadar iyi olan bir insanın, hayatla arası nasıl?
– Laylaylom yaşayan bir insanın, güçlü söz arayışı olur mu? Bilmiyorum ama bence kelimelerle aranız iyi olacaksa, hayatta bir şeyleri eksik yaşadığınız anlamına gelir bu durum. Ben hayat ödevimi yapmaya gayret ediyorum ama elektrikler kesiliyor bazen, olur öyle, takılmıyorum. Zaman içinde yazmanın, okumanın hayatın dışında olmadığını da anlıyorsunuz çünkü. Dikkat edin, insanlar “hayat” diye kendi küçük dünyalarından söz eder. Benim fakir dünyam yazmak… Edebiyatla uğraştığım sürece hiç yaşlanmayacağımı hissediyorum. Dönüp arkama baktığımda yazdıklarımdan ve okuduklarımdan başka bir şey göremiyorum… O zaman dans!
CAN, RUH MU DEMEK?
– Romanda “can” kavramı çok güzel anlatıyorsunuz. Neden önemli can? Can, ruh mu demek? Can’a yüklediğiniz anlam ne?
– Farkında mısınız, bizim hareket kaynağımız, motorumuz, enerji kaynağımız, her neyse işte, onun üzerine tek bilimsel söz söylenmemiş. Can, her zaman mistik, uhrevi alana terk edilmiş… Can nedir sahi? Biraz yabancılaşarak baksanıza bedenlerimize. Peynir, ekmek, cola filan veriyoruz, motor, kendince enzimliyor ve biz orada üretilen enerjiyle hareket ediyoruz. Hem de öyle böyle değil, dans ediyoruz, koşuyoruz, yük kaldırıyoruz, sevişiyoruz, müzik dinliyoruz vs. Nasıl gerçekleşiyor bu? Bilimin bunun cevabını araması gerekmez mi sizce? Bırakın cevabı, sorusu bile yok ortada. Bir şeyin gerçek değerini, onun ortadan kalkmasıyla anlarız. İşte hayata cevap veren o harekete ben “can” diyorum. Suzan’ın da hareketsiz kalmaktan o kadar korkmasının nedeni bu…