Bize ne mi oldu? hayatımızdan merhamet ve şefkat eksildi!

 Dün başlayan Nermin Yıldırım röportajı bugün de devam ediyor.

Son romanı ‘Misafir’i konuştuk. Mutlaka okuyun, çok seveceksiniz. Toplumu çok iyi gözlemleyen bir yazar o. Tespitlerine katılıyorum. Buyurun buradan okuyun…

Bize ne mi oldu hayatımızdan merhamet ve şefkat eksildi

– Bize anlatmaya çalıştığın, doğru iletişim kurmayı unutmuş olmamız mı?
– Evet Ayşe, unuttuk. Nezaketi, zarafeti, bir günaydının gücünü, elimizi birbirimizin omzuna koymanın büyüsünü unuttuk. Birbirimizin gözlerinin ta içine bakmayı, hatır sormayı, iki tatlı söz etmeyi unuttuk. Dostluklarımızın, aşklarımızın içine bile öfkeli, haset, mukayeseli, kötücül duygular girdi. Çok bencilleştik bir kere… Mutluluğun tek başına yaşanabilir bir şey olduğuna inandırdılar bizi. Satın alınabilir bir şey olduğuna da. Hayır, değil! Hiçbir şey, başkasını mutlu etmek, onun yüzünde bir gülücük açtırdığımızı görmek kadar mutlu edemez bizi. Pek minik ama çok kocaman bir şeyden bahsediyorum…

– Ne eksildi hayatımızda en çok?
– Galiba merhamet ve şefkat! Biliyor musun, ben artık sosyal medyaya bakamıyorum. Oradakilerin birbirine davranış biçimine dayanamıyorum. Bizzat bana bir şey denmesine gerek yok, birbirlerine yaptıklarından da inciniyorum. Artık normalleşen, sıradanlaşan o zehirli dile katlanamıyorum. İnsanların kendi zekâsını başkalarının aptallığı, kendi iyiliğini başkalarının kötülüğü, kendi güzelliğini başkalarının çirkinliği üzerinden tarif edişini, kendini başkaları üzerinden temize çekişini izlemekten yoruldum. Yaygın bir alaycı dil var, bunu zekâ pırıltısı sanıyoruz, ama değil. Sadece muhatabına değil, sahibine de zarar veren kötücül bir ses o. Bu kadar öfkeyle, hırsla, telaşla yaşanmaz. Durmadan içeride fokurdayan o zehirli duygular sahibine yük olur en çok…

– Ne kadar şahane anlattın içinde olduğumuz durumu… Peki, ne yapılabilir?
– Birbirimize karşı daha merhametli, hoşgörülü olmayı öğrenmemiz, daha doğrusu hatırlamamız gerekiyor bence. İnsanı en çok birinin yarasına merhem olmak iyileştirir. Hiç değilse bir merhabayı, günaydını, tebessümü esirgememeliyiz birbirimizden. Pasif agresif tavırlarımızdan, iyi bir şey diyor gibi davranıp bir araba kötü laf etme merakımızdan, her konuda haklı olduğumuza kanaat getirip habire etrafımızı eleştirme sevdamızdan, saldırgan ve sabırsız hallerimizden biraz sıyrılsak, hep beraber sakinleşsek biraz ferahlayacağız sanki…

KURTULUŞ BİRBİRİMİZİ SEVMEMİZ

– Sana en son kim şifa verdi?
– Arkadaşlarım Özlem ve Murat. Biraz tatsız bir yaz geçirdim. Sesime bir parça neşe katmak için koca bir yaz boyu her gün beni aradılar. Havadan sudan konuştuk hep. Ama onlar mesela “Bugün İstanbul’da yağmur var” dediğinde ya da “Şu filmi izlesene” filan, bunun mealinin “Bak ben buradayım, yanındayım” demek olduğunu hep hissettim ben. Şifa budur zaten, birinin çeşitli biçimlerde “Bak ben buradayım, yanında” diye fısıldaması.

– Kurtuluş bu mu? Birbirimizi sevmemiz, birbirimizi iyileştirmemiz mi? Ancak böyle mi bu kaostan kurtulabiliriz?
– Büyük hikâyeler anlatabilirim, görkemli ideallerden bahsedebilirim şimdi, ama yapmayacağım. Birbirine inanmayan, birbirini sevmeyen, gözetmeyen insanlar, hiçbir ideolojiyle ya da inançla kurtaramaz kendini. Yolları birlikte yürümeye inanıyorum ben. Ve o yolları katlanılır kılmak, hatta güzelleştirmek için de el ele tutuşmaya…

AĞIZ DOLUSU ‘YAŞADIM!’ DİYEBİLMEK

– Romandaki iki kadın karakterin yaşadıkları kendi içimizdeki tutsaklığı gösteriyor. Nedir bu tutsaklık?
– Hayatımızı yaşarken kendi arzularımızdan çok daha başka şeylere takılıyoruz. Bir yığın engelle mücadele etmemiz gerekiyor. Çoğu zaman kendimizi dilediğimiz gibi gerçekleştiremiyoruz. Sadece fiziksel alanlara değil, toplumsal yargılara, normlara, bazen de kendi kendimize tutsak oluyoruz. Oysa başımıza gelebilecek en fena şeylerden biri, bir ömrün sonunda geriye bakıp “Boşa geçti” ya da “İstediğim bu değildi” diye düşünmek. Her şeyi doğru yapmak zorunda değiliz ama bütün bu tutsaklıklardan kurtulup şöyle bir ağız dolusu “Yaşadım” diyebilmeliyiz…

– İçimizdeki tutsaklıktan nasıl kurtuluruz?
– Kaybetmekten korkmayarak belki. Gerekirse konfor alanlarımızdan vazgeçerek. “Tüh”, “keşke”den iyidir. Yeri geldiğinde, atlamak da düşmekten…

MUTLULUK DEDİĞİN

Mutluluk dediğimiz öyle kesintisiz bir duygu hali değil, anlık sıçrayışlardan ibaret. İhtişamlı bir ebabil kuşu değil, kuşun kanadı bile değil, sadece bir anlık nefes. Ama işte o derin, ferah bir nefes olmalı. Altından bile olsa kafes kafestir çünkü…

SEVGİLİMDEN ÖĞRENDİĞİM EN ÖNEMLİ ŞEY
– Hâlâ Barselona-İstanbul hattında mı yaşıyorsun?
– Evet, sekiz yıl oldu, hep yollardayım.

– İspanyoluna hâlâ çok âşık mısın?
– Evet, ve bu yollarda olma hali araya hep bir parça özlem serpiştiriyor. Bu da iyi bir şey.

Ondan öğrendiğin en önemli şey?
– Minik anlardan büyük mutluluklar çıkarmanın en büyük maharetlerden biri olduğu…

– Senin en çok neyin İspanyol oldu?
– Çok dakik, hatta günlük hayatımda bunu bir gerginlik vesilesi yapacak kadar telaşlı bir insandım. Geç kalmaktan korkup her yere yarım saat önce giderdim. Zamanla siesta’cı, fiesta’cı bir rehavet çöktü üstüme, artık daha rahat hareket ediyorum.

– Türkiye’ye geldiğinde seni en çok ne şaşırtıyor?
– Her şeyin hızla değişmesi. Bir ay içinde bile değişmiş buluyorum insanları, sokakları, alışkanlıkları. Bunu her şeyi bıraktığı gibi bulmak isteyenlerin bencilliğiyle değil, sahip olduğu güzellikleri koruyamayan birinin kırıklığıyla söylüyorum.

– İspanya’da da insanlar telefonlarına bu kadar yapışık yaşıyor mu?
– Hayır. Mesela Twitter kullanan pek arkadaşım yok orada.

– Oradaki merhamet durumu nedir?
– İnsanlar birbirine daha saygılı diyeyim. Bu da beraberinde asgari bir davranış biçimini getiriyor. Ama merhamet, daha çok bizim topraklarımızın hamurunda var aslında. “Komşun açken tok yatılmaz” diyen de bizdik, vaktiyle yoldakilerin canı çekmesin diye muzu siyah poşetle taşıyan da görülen kusurun söylenmesini ayıp bulan da. Sadece saygıyla açıklanamayacak çok derin incelikler bunlar. Velhasıl bilmediğimiz değil, peyderpey kaybettiğimiz bir duygu merhamet.

– Hayattaki en önemli şey senin için ne?
– Hayatı dolu dolu ama kimsecikleri incitmeden ve tabii incinmeden yaşamayı becermek. İçimizde havai fişekler patlasın ama kuşlar ölmesin. Bunun peşindeyim.

– Edebiyatla alakası olmayan kitapların çoksatar olması sinirini bozuyor mu? Yoksa her şeyin bir alıcısı var mı diyorsun?
– Bozmuyor. Kimin ne yazacağına ya da okuyacağına karışmak bana düşmez. Bunlara söylenmeye ayıracağımız zamanı okumak istediğimiz kitaplara ayırmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca edebi olma vaadi taşımayan bir kitabı edebi olmadığı için suçlamak bana saçma geliyor.

NE AYNALARA NE BİRBİRİMİZİN YÜZÜNE BAKACAK HALDEYİZ



– Geçen röportajımızda… “Çocuklarımıza tecavüz edildi, sustuk. İnsanlar öldü, sustuk. Başka insanlar türlü çeşit haksızlığa maruz kaldı, ‘Elimizden ne gelir ki!’ dedik, yine sustuk. Bütün bunları bizzat yapmadık ama her şey olup biterken oradaydık. Bunun ruhta açtığı bir yara var. Derin, zehirli bir yara. Umarım o yara büyüyüp de bizi aynalara bakamayacak hale getirmez…” demiştin. Şimdi sence durum ne? Aynalara bakacak halde miyiz?
– Maalesef ne aynalara ne birbirimizin yüzüne rahatlıkla bakabilecek haldeyiz. Bizi delirten de bu olmadı mı zaten? Aynada görmeyi arzu ettiğimiz kişiyle aynada gördüğümüz kişinin aynı olmayışı. Bu kötü haber. Ama bunu fark etmek, bu yarılmayı tamir etmenin yoludur belki de. Daha iyi biri olmak isteyen, bunun için çabalayan herkes daha iyi biri olmaya başlamıştır bile bence. İyi haber de bu…

Yorum Bırak