Bu da Yemeksepeti’nin kurucusu Nevzat Aydın’ın yeni numarası! Şa-ha-neeee bir ofis yapmış. Adı Yemeksepeti Park. İstanbul Levent’in göbeğinde. Görenin gerçekten dibi düşer. 510 kişinin çalıştığı mekân, sekiz ayda tamamlanmış. Ve sıkı durun, tam altı milyon dolar harcanmış! Çalışanların, home-ofis yerine ev konforunda ofis deneyimi yaşayabilecekler bir yer. Kapılar, duvarlar şeffaf. Duvarlarda müthiş sanat eserleri asılı. Ve bir ilk daha… Bu ofiste uyku odaları var! Toplam sekiz tane uyku odası, günün her saatinde çalışanlar tarafından kısa bir uyku molası için kullanılabiliyor. Bilgisayar oyunu oynayabileceğiniz odalar, spor salonu, yoga ve pilates yapabileceğiniz alanlar, salıncaklar, bilardo masası, masa tenisi, satranç, PlayStation odası… Bütün çalışanlar, dünyanın en pahalı sandalyelerinde oturuyor. Ve beş kat boyunca devam eden köprüler var. Her köprü kendi bulunduğu katın uyku odasına bağlanıyor ve dünyanın en ünlü filmlerinde yer alan Khazad-Dum, Cassandra, Kwai gibi köprülerin isimlerini taşıyor. Çünkü Yemeksepeti’nin 15 bin restoranla ayda sekiz milyon kullanıcı arasında köprü kurduğuna inanılıyor.
Vayyy! Nedir burası? Türkiye’nin Google’ı mı?
– Google’ı ya da Facebook’u örnek almışlığımız yok. Ama evet, o kafa! Burası, insanların daha rahat bir ortamda çalışabildikleri, birbirleriyle daha rahat iletişim kurdukları, bir ev ortamı gibi. Her şeyin son derece şeffaf şekilde gözler önünde olduğu bir ofis. Daha bir kolej havasında, start-up havasında… Gerçi 510 kişinin çalıştığı bir yeri ‘start-up’ diye nitelendirmek mümkün değil ama olabildiğince heyecanımızı, dinamizmimizi yansıttığımız bir yer yaratmaya çalıştık.
Sizin bir önceki yeriniz de ilginçti.
– Burası benim ‘ustalık’ dönemim oluyor biraz. Orayı ‘kampüs’ diye adlandırıyorduk. Oradan mezun olduk, buraya geldik. Buranın adı Yemeksepeti Park. İki tarafta ortak olan ne var? Şeffaflık ve iletişim. Burada öne çıkan iki konsept daha var. Takım ruhu ve dinamizm. Takım çalışmasına odaklı bir yapı. Bu arada toplantı kültürüne inanan insanlar değiliz.
Nasıl yani? Toplantı yapmıyor musunuz?
– Yapıyoruz da… Böyle iki saat toplantıya gir, üç saat sürsün, böyle bir şeye inanmıyoruz.
Neye inanıyorsunuz?
– Beş ila 10 dakika arasındaki toplantılara! Sonuca yönelik ve sonunda belli bir şey elde ettiğimiz görüşmelere. Bir de tabii her şeyin açık ve şeffaf olmasına. Bizde bütün odaların kapısı cam. Herkesin ne yaptığı gözüküyor. Kapalı kapılara da inanmıyoruz!
Başka nelere inanmıyorsunuz?
– Bürokrasiye! Bizde hızlıdır her şey. Sonra tecrübeye de çok inanmıyoruz. Gerektiğinden fazla önemsendiğini düşünüyoruz.
Valla mı?
– Valla! Tamam belli konularda, belli insanların tecrübelerinin önemini yadsıyamam ama bazen de 21 yaşındaki bir genç sana müthiş parlak bir şey söyleyebilir. Ben sıfır tecrübeyle bu şirketi kurup buraya getirmiş biri olarak, insanlarda ille de, “10 senelik satış pazarlama tecrübesi ya da şu şu okuldan mezuniyet” gibi şeyler aramıyorum. Pazarlama müdürümüz ekonomi bölümü mezunu. Satış müdürümüz ise kimya… İlla mezun olduğun bölümün işini yapacaksın diye bir şey de yok, benim için önemli olan kişilerin öğrenebilir olması, yeniliğe açık olması, zihinlerinin esnek olması.
Başka?
– Hayatla ilgili bir tutkuya sahip olması! Bak bu çok önemli. Mesela iş görüşmesi yaparken, onlara işi ne kadar yapabilecekleriyle ilgili sorular sormuyorum. Benden önce o görüşmeler İK tarafından yapılıyor zaten. Ben daha çok o kişinin, bizim kurum kültürümüze ne katabileceğini anlamaya çalışıyorum. “Biz bu insandan ne öğrenebiliriz?”in cevabını almaya uğraşıyorum.
Harikaymış…
– O yüzden de ilk sorum, “Hayatta bir tutkun var mı?” oluyor. Bu, peçete koleksiyonu yapmak da, çizgi roman okumak da, dizi seyretmek de olabilir. Mesele şu: Herhangi bir şey için derinlemesine bir şey yapma ihtiyacı hissettin mi hiç? Ben seninle kantinde öğlen yemeği yesem, bana ne anlatırdın? Ne konuşsaydık sıkılmazdım senden! O yüzden keyifli, kendisiyle barışık, iyi niyetli, çalışkan, öğrenmeye açık ve kesinlikle tutkulu insanları tercih ediyoruz!
İSTER UYUSUN, İSTER MEDİTASYON YAPSIN
Hadi şimdi tek tek say, bu iş yerinde başka yerlerde olmayan ne var?
– Öncelikle bizde ‘power-nap’ diye bir konsept var. Gün içinde 15- 20 dakikalık ya da yarım saatlik uykuları fevkalade önemsiyoruz! Bu kısa kestirmelerin insana güç verdiğine inanıyoruz. Tüm dünyada power nap’in faydalarını anlatan pek çok araştırma var. İşte bizim de ekip arkadaşlarımıza bu imkânı sağladığımız sekiz uyku odamız var. Acayip izole bir ortam. İsterlerse uyurlar, istelerse meditasyon yaparlar.
E peki bağlı olduğu müdür sinir olmaz mı? “Nereye gitti?” “Uyku odasına, biraz kestirmeye…”
– Bizim kurum kültürümüzde böyle şeylere sinir olmak yok! Gidecek tabii. Bilardo salonuna da gidebilir, PlayStation odasına da, langırt oynamaya da… O yüzden var tüm bunlar bizim ofisimizde. Karşı olsak, bunların hiçbiri olmaz. İnsanların çalışırken keyifli zaman geçirmesini istiyoruz. Zaten şirkete girdiğinde ona bir kit veriyoruz. O kitte, yastık kılıfı da var. Kendi yastık kılıfıyla uyuyor orada.
Ayakkabılarını filan da çıkarıyor mu?
– Herhalde çıkarıyordur, gidip bakmadım.
Odanın bir perdesi de var…
– Evet, yatağa oturduğunuzda kendi ağırlığınızla perde otomatik kapanıyor.
Renkler de pek iç gıcıklayıcı…
– Ya evet… “Paris’teki Moulin Rouge gibi” diyen oldu, Amsterdam’daki Red Light Street’e benzeten oldu. Bizim kendi rengimiz turuncu, sarı ve kırmızı. Uyku odalarında da bu renkleri kullandık.
Başka neler var?
– Spor salonu, yoga ve pilates yapabileceğiniz yerler, bilgisayar oyunları oynayabileceğiniz odalar var. Retro oyunlar da var. Onları bulmak için bayağı uğraştık. 30 sene öncesinin bilgisayar oyunlarından söz ediyorum. River Raid’ler, Karate Kid’ler… Sonra müzik dolabımız var…
‘Hotel California’ filan dinlenebiliyor mu?
– Tabii, isterseniz eski parçaları da dinleyebilirsiniz. Bir de vagon restoranımız var. Var da var…
Binayı aldınız mı siz?
– Yok, kiralık. Yapılırken girdik. Ha bir ilginçlik daha, her yıl en çok sipariş veren kullanıcının adını yere yapıştırıyoruz. Kullanıcılar buna bayıldı! Fotoğrafını görebilir miyim diyenler, gelip çekenler…
Bir de girişte dev bir ekran var.
– Evet ona ‘split flap’ deniyor. Bayağı yatırım yaptık, İtalya’da yaptırdık. Roma’daki tren istasyonunda olanın birebir aynısı. Bizim ihtiyacımız, çalışanla iletişimi daha interaktif yapabildiğimiz bir mesajlaşma yöntemiydi. Tamam e-posta var, Facebook grupları var ama bunun dışında kapıdan içeri girdiğinde, “Bugün ne olmuş, dün ne olmuş?” diye baktığında, küt diye görebilecekleri bir şeye ihtiyaç duyduk.
DAYANILMAZ YANIM, DETAYCILIĞIM
Çalışanlar için dev bir ekran yani…
– Evet. İçeri girer girmez, Ankara’nın bugün ne kadar sipariş aldığından tutun, kimin evlilik yıldönümü, kimin işe başlama tarihi, kimin doğumgünü, her türlü bilgiyi görebildikleri estetik, şık, dev bir ekran.
Çalışanlara değer verdiğin için mi bütün bunları yapıyorsun?
– Elbette. Benim için çalışanların rahatı ve sağlığı çok önemli. Mesela hepimizin çalışma sandalyeleri aynı konforda. İyi bir çalışma ortamı için dünyanın en konforlu sandalyelerini seçtik. Tanesi 1200 Euro. Çünkü 10 saat oturuyorlar üzerinde. Olay sadece “Çalışanlara öyle bir ortam sunalım ki, onlar da daha verimli olsun, şirkete daha çok katkıda bulunsunlar!” değil. Hayatlarında, işle ilgili bir şey düşündüklerinde, konuştuklarında yüzlerinin gülmesini ve gıpta edilen bir yerde çalıştıklarını hissetmelerini istiyorum.
Peki tüm bu iş yeri ne kadar mal oldu?
– Altı milyon dolara.
Ciddi misin?
– Evet. Ama bu para bizim metrekaremizde ve bizim büyüklüğümüzde bir şirket için gayet makul.
Şirketi satın alanlar bir şey demediler mi? “Amma çok para harcamışsınız bu ofise!” filan…
– Yok canım, bizim idare şeklimize ve vizyonumuza gayet güveniyorlar. Zaten yıl içinde farklı farklı birimler ve şirketler tarafından sürekli denetleniyoruz.
Senin dayanılmaz, tahammül edilmez yanın ne?
– Detaycıyım. Bazen takıntılı olabiliyorum. Çalışılması çok kolay biri değilim. Ama bence insanlar benim yanımda kendi performanslarını bayağı yukarı çıkarıyorlar. Çünkü onları zorluyorum.
YENİ TREND, OFİSTE EV ORTAMI
Bütün dünya home ofise dönerken, büyük şirketler bile “Haftada iki gün gelmeyin, evden çalışın” derken, sen neden herkesi ofise çekmeye çalışıyorsun?
– Biz ofiste ev ortamı yaratmaya çalışıyoruz. Çünkü bizimki gibi işlerde, evde çalışmanın verimli bir alternatif olmadığına inanıyoruz. Bana biraz hüzünlü gibi de geliyor evde tek başına otur, çalış falan. Bizde öyle 09.00-18.00 bir çalışma sistemi de yok. Bu ofiste uyku odası varken, ben nasıl “Şu saatte geleceksin, şu saatte çıkacaksın!” diyen bir patron olabilirim ki?
Gelecekte sence ofis diye bir şey kalacak mı?
– Ben çalışma yerlerinin kalacağını düşünüyorum. 2000’li yılların başında, çalışanları ofis ortamından alıp evde aynı üretimi sağlamaya yönelik birtakım şeyler denendi. Hâlâ deneniyor bunlar. Ama ben bunun da artık demode olduğunu, dahası verimli bir çözüm olmadığını düşünüyorum. Ev gibi ofis ortamından yanayım. Ama tabii ki “Takım elbise giyeceksin, sabahtan akşama kadar çalışacaksın! Şunu yapacaksın, şunu yapmayacaksın!” gibi kurallar olmayacak.
TÜRKİYE’YE SONUNA KADAR İNANIYORUM
Türkiye’den gitme gibi düşüncelerin oldu mu?
– Asla! Ben Türk’üm, doğma büyüme buralıyım. Arkadaşlarım, ailem herkes burada. Sonuna kadar da Türkiye’ye inanıyorum. Yemeksepeti gibi bir hikâye çıkardı bu ülke.
Peki hiç karamsarlığa düştüğün olmuyor mu içinde bulunduğunuz dönemle ilgili olarak?
– Bizim iş yaptığımız model, bu tip ekonomik krizlere karşı biraz daha bağışıklığı yüksek bir model. Ülkenin ve dünyanın ekonomik anlamda zorlandığı dönemlere baktığımızda, bizim işimizde hiçbir aksama olmuyor.
Tersine krizler sizi besliyor mu?
– Kısmen öyle diyebilirim. Çünkü insanlar daha az dışarı çıkıyorlar. ‘Dışarı çık, trafik, valeye para ver, bahşiş ver…’ Bunlarla uğraşmak yerine, evden sipariş vermeyi tercih ediyorlar. Giderek çok daha az insan evde yemek pişiriyor! Televizyon programları artıyor ama o keyif için, ihtiyaç için değil.
Peki gençler Türkiye’den gidiyor, gitmek istiyor. Buna ne diyeceksin?
– Ne yazık ki böyle bir gerçek var! Biz bu kadar iyi ortam sunuyoruz falan ama yurtdışında yaşamak isteyen ve yurtdışında olmayı tercih eden varsa, gidiyor. Bizden Türkiye içinde başka şirketlere giden yok gibi ama Kanada, Avustralya gibi coğrafyalara gidip orada yaşamak isteyen çok oluyor.
Genç girişimciler hakkında ne düşünüyorsun?
– Mümkün olduğunca destek vermeye çalışıyorum. Finansal anlamda onları desteklemek için girdiğim 36 tane yatırım var. Yurtdışında da var bayağı. Ama ben Türk insanının girişimci ruhuna inanan bir adamım. Ben de o ruhtan gelen ve büyüyen biriyim. Fakat biraz daha ‘eğitimli girişimci’ olmamız gerekiyor.
Z KUŞAĞI ÇABUK SIKILIYOR
“Ben artık Berlin’de yaşamak istiyorum!” diyor
Yemeksepeti ekibi genel olarak Y Kuşağı mı?
– Y ve Z.
Nerelerde zorlanıyorsun?
– İyi elaman bulmakta zorlanmıyorum. Ama onları tutmakta zorlanıyorum! Çünkü özellikle Z Kuşağı, bir ay aynı işi yaptı mı sıkılıyor. “Nevzat Bey, ben sıkıldım, bir aydır her şeyi öğrendim bununla ilgili!” diyebiliyor. Ben bunu sağlıklı buluyorum. Söylesin tabii. Sadece onu nasıl tutarım, onu çözmeye çalışıyorum. Farklı farklı anketlerle, sürekli çalışanlarımızın nabzını ölçmeye çalışıyoruz. Z Kuşağı’nı tutmakta ne kadar başarılıyız bilmiyorum ama etraftaki firmalara göre başarılıyız. Ama yine de gitmek isteyen gidiyor. “Ben artık Berlin’de yaşamak istiyorum!” diyor. Ne denir ki? Gitme mi diyeceğim?
‘SATMASA MIYDIM’ DEDİĞİM OLUYOR
Yemeksepeti’nin satışı çok konuşuldu, insanlar hayret etti, şaşırdı. Özellikle de çalışanlara dağıttığın para konuşuldu. Aldı mı herkes parasını?
– Aldı tabii.
Ondan sonra neler oldu? Satın alanlar memnun mu durumdan?
– Satın alanlar acayip memnun. Ara sıra “Satmasa mıydım acaba?” diye düşündüğüm oluyor ama artık bununla ilgili kafa yoracak bir durum yok. Yemeksepeti’nde yaptığımız uygulamaların çoğu dünyanın diğer ülkelerine gidiyor şu anda.
Satmasan daha mı fazla para kazanacaktın?
– Evet ama ne yapalım, olan oldu.
Senin yemek ilgin devam ediyor mu?
– Gözüktüğü gibi ediyor! Ben yemek odaklı turistik ziyaret yapıyorum. Yeni Londra’daydım. Dinings diye bir suşi restoranı keşfettim mesela. Keşiflere devam…
HER ŞEY ATATÜRK’ÜN VİZYONU
Atatürk hepimizin ortak değeri. Dolayısıyla ofisimizin en özel alanlarından birini O’na ayırmamızdan daha doğal bir şey olamazdı. Böyle bir şirket kurup çalışanlarımızla böyle bir ortamda birlikteysek, bu Atatürk’ün vizyonunun eseri. Bunu kendimize sık sık hatırlatmak istedik.
KURŞUN MU DÖKTÜRSEM?
Son zamanlarda hep böyle bombaların, terör olaylarının ortasında kaldın.
– Ya sorma…
Kurşun filan döktürdün mü?
– Yok, döktürmedim. Ama itiraf ediyorum ben de bir tuhaf hissettim. Atatürk Havaalanı’na yapılan o korkunç saldırı öncesinde oradaydım. Sonra Nice’teydim, kamyonla sahilde kalabalığın üzerine sürme eylemi gerçekleşti. En son Las Vegas’tayken, o akıllara durgunluk veren tarama olayı gerçekleşti. Bir gün önce ben de o konserdeydim. En son Mısır’dan döndüğümüz gün de Gize’de patlama oldu, 100 kişi öldü.