Bugünlerde en çok ihtiyaç duyduklarımız babayani insanlar

 Nebil Özgentürk, Zülfü Livaneli’nin deyişiyle ‘Tarihe kayıt düşen, masumiyet çağı belgeselcisi”Sunay Akın, bakın nasıl tanımlıyor onu: “Güneş ışığı gibidir Nebil’in dostluğu, arkadaşlığı… Kimilerine iki ayaklı kütüphane derler ya, Nebil iki ayaklı müzedir”
Bunca yıldır belgesellerle insanları anlatan Nebil Özgentürk, bu defa ‘Babayani: Zamansız Yazılar’ kitabıyla karşımızda.
Biriktirdiği anıları, hikâyeleri, insanları bir kere daha bizimle paylaşıyor. Keyifle okunan, akıp giden, kendi deyişiyle zamansız yazılar…
Geçtim Nebil’in karşısına, “Anlat bakalım” dedim. Ve bu samimi, sahici ve hakkaniyetli Adanalı anlattı…

Bugünlerde en çok ihtiyaç duyduklarımız babayani insanlarYine harika bir kitap: ‘Babayani…’ Okudukça “Evet ya, bu güzel insanların ülkesi Türkiye!” dedirtiyor, insanın içi ısınıyor, insana umut veriyor, devam etme gücü veriyor.
– Teşekkür ederim.

Bilmeyenler için… ‘Babayani’ nedir?
– Bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey: Babayani insanlar, hayatlar… Tevazu sahibi demek. Hafiften derviş ruhlar. Asla kibirli değil…

Çok yok artık o insanlardan, kalmadı…
– Çok zor zamanlardan geçiyoruz. Çok yıprandık. Hoyratlık had safhada. Göğsümüze birileri oturmuş gibi. Nefes alamıyoruz. Bu kitap içimden böyle bir zamanda çıktı. Hepimize bir çiçek olsun istedim, bir umut olsun…
BAŞKALARINI ANLATMAKTAN KENDİNE FIRSATI YOK

Ve güzel insanları yazdın…
– Ve tabii alçakları! Çünkü bütün babayani insanlar alçaklığa uğramışlar. Kimler tarafından? Zalimler tarafından. Bazen bir sansüre uğrayan bir yönetmendir, bazen sürgüne gönderilen bir gazeteci, bazen de hapse attığı bir şair. Hepsi de zalimlerden nasibini almıştır. Çok anekdotum, anım var. Kayda düşmek istedim, çok da iyi zamana denk geldi.

Senin hayatından da kesitler var…
– Evet, iyi bir Adanalı olmaya çalıştım hayatım boyunca. Bunu anlattım, memleketimi anlattım, ailemi anlattım. Mesela hiç unutmadığım bir Can Yücel hikâyem vardır. Çevirdiği bir kitap yüzünden Adana Cezaevi’ne atılıyor Can Baba. Cezaevindeyken ailesi, yani Güler Abla, Güzel ve Su bizim eve geliyor. Git gel, git gel derken iki aile kaynaşıp teke dönüşüyor. Ben 10-11 yaşlarındayım. Saksıda bir sardunya istemiş.

Böyle bir şiiri de var: Sardunyaya Ağıt.
– Evet. Ranzasının hemen üstündeki pencereye koyacağı ve baktıkça mutlu olacağı bir sardunya. Babam dünyalar güzeli bir sardunya buluyor. Güler Abla götürüyor. Can Baba çok mutlu oluyor. Ama bu mutluluk 24 saat bile sürmüyor. Çünkü başgardiyan bir teftiş sırasında, sorgusuz sualsiz sardunyayı alıp hapishane çöplüğüne atıyor. Bu beni çocukken çok sarsmış bir hikâyeydi. Bir sonraki gelişlerinde, ki 15-20 gün sonra idi. Tarih de 5 Mayıs 1972. Evde telaşlı, endişeli konuşmalar geçiyor, Deniz deniyor, Yusuf deniyor, Hüseyin deniyor. Güler Abla, “Belki son anda o engeller!” diyor. İsmet Paşa’yı kastediyor. Ben tam ne olup bittiğini anlamıyorum. Sabahın 5’i, 6’sında, yani 6 Mayıs’ta salondaki ağlama sesleri beni uyandırıyor. Koca koca insanlar ağlıyor. Özellikle Güler Abla hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sonradan öğreniyorum ki, o sabah Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, tek bir kişinin bile burnunu kanatmamış yiğit, delikanlı, yurtsever üç delikanlı asılıyor. Unutamadığım hüzünlü hikâyelerimden biridir bu. Sardunya Can Baba’ya gidip paramparça edilirken, o üç yiğit gencin de Ankara Ulucanlar’da asıldığını öğrenen bir çocuğum.

Sen kişisel hikâye anlatmayı çok sevmiyorsun…
– Evet. Sunay Akın, “Başkalarını anlatmaktan kendine fırsatı yok!” diyor.

Öyle mi yoksa tercih mi bu?
– Biraz tercih. Ben yıllar içinde, bir şekilde insanları dinleyip öykülendiren bir adama döndüm. Bunu da ölerek yapıyorum, müthiş keyif alıyorum. Son iki yılda 19 belgesel yaptım. Aziz Sancar belgeselinden tut Galatasaray belgeseline kadar…

TARIK ABİ’YLE KARDEŞ GİBİYDİK, HAFTADA BİR BULUŞURDUK

O zaman senin için söylenen “İnsan arkeoloğu” doğru tanım…
– Ben kendi kendime böyle bir şey diyemem. Sadece yaptığım şey için doğduğumu biliyorum. Hani “Hayatıma gidiyorum işime giderken” diye bir laf var ya, kitaba da yazdım. Öyle benim durumum. Seviyorum abi yaptığım şeyi!

Zülfü Livaneli demiş ya senin için “Nebil, Türkiye’nin masumiyet çağının belgeselcisidir” diye…
– Zülfü Abi sağ olsun. Hakikaten olağanüstü bir tanımlama. Eğer öyleyse gerçekten daha ne isterim? “Senin annen bir melekti yavrum!” döneminin de belgeselini yaptım, hoyrat zamanların da. Biz çok düşünce adamını hapse atmışız kardeşim bu ülkede! Hâlâ da atıyoruz! Yazana, çizene, şiir yazana, müzik yapana, gazeteciye hep çektirmişiz, eziyet etmişiz. Bu topraklar bu anlamda çok sabıkalı. Ne mutlu bana ki, ben de Necip Fazıl’ın da, Can Yücel’in de, Sabahattin Ali’nin de belgeselini yapmışım.

Can Dündar gibi yakın arkadaşların dışarıda, Tarık Akan gibi çok sevdiğin insanları da kaybettin. Bunların hepsi de üst üste oldu şu son zamanlarda. Bunlar nasıl tortu bırakıyor?
– Çok kötü. Tarık Abi’yle abi kardeş gibiydik. Haftada bir buluşmalarımız vardı. Can’a gelince canım, biz Can’la 3-5 ortak belgesel da yaptık. Yayınlanmayan belgesellerimiz de var. Bunun dışında Musa Kart da benim canım, Hakan Kara da canım. Çok fena. Birlikte yola çıktığın insanlarla ayrı düşüyorsun. Ben zaten ağlak bir adamım, onları düşününce hemen gözlerim doluyor. Beni insanlar, fırlama, serseri filan bilir ama bir tarafım çok alıngan ve ağlaktır. Ağlamayı da çok severim. Bu pazar Ali Ekber Çiçek’in belgeseli yayınlanacak, 5 bin kişinin izleyeceği bir yerde. Montaj masasında ağladım. Onun kurduğu o efendi cümleleri tekrar dinleyince… Aziz Sancar belgeseli yaptım, o zaman da duygulandım.

16 KİŞİLİK BİR EKİBİMİZ VAR, ALTI PROJE BİRDEN YAPIYORUZ

Bu belgesellerden niye haberimiz yok?
– Bunlar son iki yılın işleri. Özel galalarda gösteriliyor. Ali Ekber Çiçek belgeselini ailesi istedi, anma gecesinde yayımlanacak. Aziz Sancar’ınki de özel bir gece içindi.

Harikaymış…
– 16 kişinin çalıştığı bir ofisimiz var. Şu anda altı proje birden yapıyoruz. Almanya televizyonu da, 56 yıllık göçün belgeselini istedi, sekiz bölümlük. Dörtte üçünü bitirdim. 1961’de giden meşhur birinci kuşak ‘gurbetçiler’ başlıyor, güzel oldu. Alman kanalı eylül-ekim gibi yayınlamak istiyor. Biz Almanya-Türkiye krizinden dolayı, üç-dört ay sarkıttık.

İSMET PAŞA EVİMİZE GELİRDİ

Kitapta anılar var, baban İsmet İnönü’nün arkadaşıymış…
– Babam CHP’nin 50’nci yıl plaketini almış bir adamdı. Düşünsene İsmet Paşa’nın genel başkan olduğu dönemler… İki katlı evimizin çok geniş bir bahçesi vardı. O bahçede CHP’li delegeler buluşurdu. Babam il başkanlığı da yaptı. İsmet Paşa’yı karşılayan il başkanı, yani CHP’nin valisi gibi. Tabii Demokrat Parti döneminden bahsediyoruz. Hani o CHP’nin güçsüzleştiği dönemden… Ben görmedim İsmet Paşa’nın evimize geldiğini ama abilerim gördü. Babam ona çok saygı duyardı. Ecevit’e de öyle…

Babandan en çok ne öğrendin?
– Tevazuyu…

UMUTSUZLUĞA KAPILMAYIN!

Bu aralar nasılsın, nasıl hissediyorsun?
– Türkiye gibi diyorlar ya. Bazen tarifi olmayan bir hüzne kapılıyorum. Çok acı çekiyorum, arkadaşlarımın hapiste olması da beni çok üzüyor. Gerçekten kötü günler geçiriyoruz. Tam da o yüzden yaptım bu kitabı, bu hüzünlerin içinden bir gül çıkarıyorum. “Böyle insanlar yaşadı, yaşıyor bu topraklarda, umutsuzluğa kapılmayın” demek istiyorum. Tabii beni koruyan bir başka şey daha var…

Nedir?
– Beş buçuk yaşındaki oğlumuz. Onun getirdiği muhteşem bir umut oluyor. Sonra güzel dostlarımız var, Türkiye’yi konuşuyoruz, beyin fırtınası yaparak umut çıkarıyoruz. Hani güzel bir benzetme vardır, “tespit tanesindeki tek tek tespihi çekmek gibi”, gerçekten de her çektiğimizden bir mutluluk alıyorsak, o bile mutsuzluğa kafa tutmak gibidir. Ama bu ülkenin bütün vicdanlı insanları gibi acı çekiyoruz.

ARKADAŞLARIM İÇİN ÖLEBİLİRİM

Kendini anlatmaktan çok belgeselini yaptığın insanları anlatmaktan hoşlanıyorsun…
– Tabii ya. Belgeselin kendisi şöhret olsun isterim, hikâyenin kendisi, benden kime ne? Bak hâlâ Aziz Sancar diyorum, bak Jupp Derwall diyorum. Onun da belgeselini yaptık. 1940’larda Nazi döneminde Almanya’da askerken, nasıl kaçtığını anlatıyor. Spor belgeseli gibi gördüğümüz şeyden bambaşka bir şey çıkıyor. Kendimi tanıtma, anlatma derdim hiç olmadı. Gittiğim üniversitelerde öğrencilerin sarıp sarmalaması yeter. “Nebil Abi ya, bir yudum insan” demeleri yeter!

O yüzden mi bu kitapta Sunay Akın ve Zülfü Livaneli seni anlattı… Hani baktılar bunun kendini anlatacağı yok, biz anlatalım…
– Onların ikisi de benim dostum. Bir şey demedim, pat diye yazdılar. Kalpten çıkar böyle şeyler, siparişle olmaz. Biz Arap Alevisi’yiz biliyorsun, Adana’nın yarısı Arap Alevisidir. Zülfü Abi, Alevi değil. Dedesi müftü falan. Ben onu Adana Alevilerinin bir gecesine davet ettim üç-beş ay önce. 700 kişi filan Hilton’da buluştuk. Ona da ödül verecekler, Alevilere desteğinden dolayı, Alevi türkü yaptığı için. Birdenbire konuşmasında benim için, “O benim musahhibim!”dedi. Alevilikte ‘kardeşimden yakın’ anlamına gelirmiş. Beni o gece, kendi memleketimde, bütün aile üyelerimin yanında böyle onurlandırdı. Böyle güzel bir şey var mı?

Ne mutlu sana böyle sağlam dostlukların var…
– Evet, ben arkadaşlarım için ölebilirim. Kardeşim kadar yakın bana bir kısmı. Hatta kardeşten öte.

Yorum Bırak