MEHMET Arslan ve ekibi, son zamanların en havalı dijital spor dergisi “Spor Arena”yı hayata geçirdiklerini söyleyince, spora da el atmaya karar verdim.
Benim için tamamen bakir bir alan. Üstelik röportaj yapılabilecek pek çok sporcu var. Öylesine, “Beşiktaşlı Pepe ne iyi olurdu!” dedim. Ben olmaz zannettim. Ama Mehmet Arslan bu, oldurdu!
Fakat şansa bakın ki, Beşiktaş Spor Kulübü’nün Pepe röportajı için verdiği tarih, benim Hindistan’da olduğum bir güne denk geldi.
Sorarım size, bir kadını -üstelik gazetecilik aşkıyla yanıp tutuşan bir kadını- ne durdurabilir hayatta…
Hiçbir şey!
Bunu da yaptım
Röportajı, dijital çağı bahane ederek face-time üzerinden yaptım. Kendimi de “cut out” şeklinde Pepe’nin yanına kondurdum. Hatta, “Fotoğraflarda samimiyet seviyorum, kolunuzu bana atabilir misiniz?” dedim, beni kırmadı, o da çok eğlendi, ben de…
Bir tek itiraz, bana Beşiktaş forması giydirmişler ama ben Fenerliyim, Fener’den vazgeçmeye de hiç niyetli değilim!
İŞTE ERGEN ANNESİ HALİM!
Bunu da yaptım
NASIL fotoğraf ama!
Tabii ki Alya’dan izin aldım, “Kullanabilir miyim?” diye. Siz deli misiniz, hele bir izin almayayım ve onun bir fotoğrafını paylaşayım ya da adı çıksın, 110 kere arıyor. Özlük haklarını filan hatırlatıyor.
Kös kös kaldırıyorum.
Bugün küçük, şahane ergenimin doğum günü. 13 oluyor. Ben 10 sene daha bu fotoğraftaki gibi sırıtırım! 22-23’e kadar devammış bu dönem. Şikâyet ettiğimi sanmayın, işi karikatürize ediyorum, onunla da, kendimle de dalga geçiyorum. Hayattaki en büyük öğretmenim Alya. Ara ara birbirimize girsek de çok yakınız. Benden nefret ediyor ama beni seviyor da! Acımasızca eleştiriyor ve hep güldürüyor. Onunla vakit geçirmeye bayılıyorum. Geçen doğum günümde bana öyle bir hediye yaptı ki, çok ağladım, bu 12 yılda benden neler öğrendiğinin bir kitabını yazdı. Vay anam vay!
Ama beni küçümsediği de oluyor tabii…
Fotoğraf merakım ve güzel görünme gayretimle feci alay ediyor. “A pardon, her fotoğrafta iyi çıkmalıyız tabii!” diyor.
Ben yan dönüyorum mesela daha zayıf çıkmak için, lafı hemen çakıyor, “Tabii karnımızı çekiyoruz, göbekli çıkamayız!” diyor.
“Sen kim için yaşıyorsun anne?” diyor.
“Sürekli hayatını paylaşmaktan sıkılmıyor musun?” diyor.
“Bir kere de güzel gelme okula, ne olur ki diyor. Niye kasıyorsun kendini? Niye orana burana sürekli bir şeyler takıyorsun…”
Beni harika bir şekilde ti’ye alıyor. Bence çoğunlukla haklı da.
“Ergen Beyni” kitabından pek çok şey öğrendim. Bir nöroloji profesörü yazmış. Ergen çocukları olan ailelere tavsiye ederim. Ergenlerin beyinlerinin bizim zannettiğimiz gibi çalışmadığı kesin. “Git” derken, “Kal” diyorlar, “Bırak beni” derken, “Tut beni” diyorlar. Bu dönem kimlik oluşuyor, ruhla beden birbirine düşüyor. Esas olarak da ergenlik anne ve babanın metaforik olarak öldürülmesi anlamına geliyor.
Bir süre önce röportaj yaptığım Psikiyatr Gülcan Özer’in sözleri hep kulağımdadır, sizin de olsun…
– Ergenden rol çalmayın, başrolde ergen olmalı!
– Esas oyuncunun evinizdeki ergen olduğunu ve sizin yan role razı gelmeniz gerektiğini unutmayın.
– Ve şimdi de gelelim hayatta kalma formüllerine: “Yüzünüzü eskitmeyin! Her topa girmeyin… Dehşete kapılma butonunu ekonomik kullanın… Gözüne sokmadan izleyin… Gerekmedikçe müdahale etmeyin ve bu dönemin illa ki geçtiğini unutmayın!!!
HİNDİSTAN’DA RENKLİ TÜRKİYE’DE SİYAH-BEYAZ
Bunu da yaptım
RENGİ keşfettim ben Hindistan’da…
Hiç olmadığım kadar renkli giyiniyorum.
Papağan gibi dolaştığım yetmiyormuş gibi, kafama da renkli çiçekler takıyorum.
Renk müthiş bir şeymiş, güneşli hava gibi, otomatik olarak iyimserlik pompalıyor; renk insana kesinlikle kendini iyi hissettiriyor.
Hindistan da nasıl bir ülkeyse, 24 saat ölülerin yakıldığı Varanasi bile rengârenk.
Ölümün rengi bile siyah-beyaz değil yani.
Garry Ross’un 1998’de çektiği “Pleasantville” filmini hatırlıyor musunuz?
İki kardeş, fantastik bir şekilde 50’li yıllarda geçen bir dizinin içine giriyorlardı hani. Her şey siyah-beyazdı. İki kardeşin şehre gelmesiyle, her şeyin yapay olduğu bu kurguda, gerçeklik katmalarıyla, insanlar renklenmeye başlıyordu. Renksizlerle renkliler yan yana geldikçe karmaşa ortaya çıkıyordu.
Bense tersini yaptım, Hindistan’daki papağan halimden sonra, tamamen siyah-beyaz olarak bir İstanbul filminin içine girmiş gibiydim. Makyaj sanatçısı Jef, özel bir teknikle, bana saatler süren bir makyaj uyguladı. Tekniğin adı “Grayscale”. Aslında dijital çağda, zırt diye photoshop’ta siyah-beyaz yapabilirsin herkesi. Ama hayır, Jef beni baştan aşağıya boyadı. Gözüme bile gri lens taktı. Her yerim siyah-beyaz oldu. Sonra kendimi sokaklara attım. İnsanların arasına karıştım. Vayyyyy! Etrafımdaki renk cümbüşü arttıkça, ben de o kadar belirginleşiyordum. Çok çok tuhaf bir his. Ama makyajı zahmetli. Parmaklarıma kadar boyadılar. Herkes sokakta benimle fotoğraf çektirdi ama benim kim olduğumu bildiklerini sanmıyorum.
Jef uyguladığı tekniği aksine, çok renkli bir kişilik, o da benim gibi bir Hindistan manyağı. Ama benden daha cesur. Her gelişinde motosiklet kiralayıp Hindistan’ı baştan başa geziyor. “Asıl ilginci, seni Hindistan’da, o renk cümbüşü içinde siyah-beyaza boyamak” dedi, yakında gelecek, bir de orada deneyeceğiz…