Seni gömüyorlar ama sen içeride yeşeriyorsun
(Pazar)
Hürriyetine kavuşan Can Dündar, Hürriyet’e konuştu
İçeride beni 3 şey korudu
1. Bu şahsi meselen değil, ülkenin meselesi!
2. Savunmaya geçme, saldır, çünkü haklısın!
3. Sakın yalnız kalma. Çünkü seni yalnızlaştırmaya çalışıyorlar!
(Hamiş: Bu röportaj 3 Mart Perşembe sabahı gerçekleştirilmiştir)
Can Dündar çıktı, herkes çok sevindi.
En çok da, ‘hukuk kazandı’ diye.
Ha, özgürlük ve hukuk mücadelesi bu ülkede daha çoook sürecek ama Anayasa Mahkemesi’nin kararı bir dönüm noktası oldu.
Can Dündar’la oturduk, içeriyi, dışarıyı uzun uzun konuştuk…
Sorularıma verdiği samimi yanıtlar için Can’a çok teşekkür ederim.
Aramıza hoş geldin Can Dündar… Nasılsın, nasıl hissediyorsun?
– Nasıldı o reklam? “Kızgın kumlardan, serin sulara…” İşte öyle hissediyorum…
Özgürlük nasıl bir şeymiş?
-Valla, insan bazı alışkanlıklarından vazgeçse oluyormuş, Yatağında yatmasa, içki içmese, hatta bir süre sevdiklerinden ayrı kalsa katlanılabiliyormuş! Ama özgürlük, hakikaten ekmek gibi, su gibi bir şeymiş…
İnsan, değerini dört duvar arasına girmeden bilmiyor mu?
-Hayır! Kıymetini o zaman anlıyorsun. Çünkü şunu idrak ediyorsun, o kapı üstüne kapandıktan sonra bir daha çıkamayacaksın. Akşam 4 buçuk 5 gibi, iki görevli gelip “daan” diye avlu kapısını üstünden kilitliyor. O küçük avlu, senin yegane özgürlük alanın. Oraya, o avluya bile çıkamayacağını hissetmek çok garip bir şey…
Peki “Hiç çıkamayacağım!” gibi geldi mi?
-Hayır ama uzayabilir gibi geldi. “İki, üç sene sürebilir” gibi düşündüğüm oldu.
Milliyet Pazar’da bir astroloğun “2017 sonuna kadar Can Dündar çıkamayacak!” yazısını okudum. Sen okudun mu?
-Evet ya, gördüm. O arkadaşı aramak istiyorum aslında. “Abi, biz gezegenleri bile yanılttık!” demek için. İyi niyetle kaleme almış olabilir, ama içerideki biri için böyle şeyleri yazabilmek çok acımasız. Astrolojiyi ciddiye aldığım için değil ama bunu yazabilmek, yazarın empati duygusunun sıfır olduğunu gösteriyor!
Başka hangi yazılar sana böyle hissettirdi?
-Bir tanesi çok yaraladı mesela. Biri, bizim Dilek’le evlilik tarihini almış. Diyor ki, “Şu şu tarih evlilik yıldönümleriymiş!” O arada, Ege de televizyonda Mirgün’ün programına çıktı, Mirgün dedi ki, “Sen master yapıyorsun Londra’da!” Bizimki de heyecandan düzeltmedi, aslında lisans okuyor. “Şimdi” diyor o sözünü ettiğim yazar, “Oğlu master yaptığına göre, şu yaşta. Bunların evliliği de şu kadar yıl. Demek ki, bu çocuk gayrimeşru!” Resmen bunu yazdı. Dışarıda olsam, gülüp geçeceğim, “Abi, seni de keklemişler!” diyeceğim şeye, ben içeride üzüldüm. “Ege’ye kafanı takıyorsan, takma!” diye mektup yazdım. Sonra hapishanede pencerenin yanında oturuyordum. Şöyle bir kafamı kaldırdım. Bir baktım, televizyonda, o yazıyı yazan adamın adı geçiyor. Altyazı geçiyorlar! Son dakika! Öldü diye. İnanamadım. Beddua da etmemiştim. Hayat, böyle bir şey işte, hepimiz gidiciyiz, yalan dolan yazıp, kimsenin kalbini kırdığına değmiyor aslında…
Peki ne tür savunma mekanizmaları geliştirdin içeride?
-Kendime sürekli söylediğim şeyler şunları: Bir, “Bunu, şahsi meselen haline getirme, bu ülkenin meselesi!” İki, “Kendini savunma, saldır! Çünkü sen haklısın ve haksız olana karşı şey yap!” Üç, “Sakın yalnız kalma. Çünkü seni yalnızlaştırmaya çalışıyorlar!”
İyi de güzel de, nasıl yapacaksın onu içeride?
-Dışarıyla haberleşerek! Kendime, tek kişilik, küçük bir PR (Halkla İlişkiler) ofisi kurdum. Ve deli gibi mesaj yazdım dışarıya. Ama inanamazsın… Cameron’dan Merkel’e, aklına kim geliyorsa, bütün avrupa liderlerine mektup yazdım, Sonra batı medyasında adını bildiğim ne kadar gazete varsa, onlara da yazdım. New York Times’dan, Washington Post’a, Der Spiegel’den, The Times’a kadar. Hayatımda hiç bu kadar yazı yazmamıştım. Ve ne oldu dersin? Hepsinde yazım çıktı…
Çıktığını nasıl haber alıyorsun?
-Getiriyordu avukatlar. Çok heyecan vericiydi, “Bugün Washington Post’ta, bugün Der Spiegel’de…” Hepsini de saklıyorum. İtalyan başbakanına yazdım. Tam da Avrupa Birliği zirvesine girecek. “Tamam mülteciler için giriyorsunuz pazarlığa ama bizi unutmayın, biz de buradayız! Biz Avrupa değerlerini savunuyoruz, insan hakları savunuyoruz…” tonunda bir mektup. İtalyan gazetecilere demiş ki, “Şu anda, yolladığı mektup cebimde. İçeride söyleyeceğim Davutoğlu’na!” Ya bu o kadar kıymetli bir şey ki! Orada zindanın içinde biri, zindanın içinde, el yazısıyla, kantinden aldığı dandik bir fişin arkasına, İtalyan başbakanına mektup diye bir şey yazıyor, yolluyor. Adam, Avrupa Birliği zirvesine girerken “Cebimde şu anda!” diyor.
Peki bu nasıl bir güç?
-O senin gücün değil aslında. O gücü sana hapis olmak bahşediyor…
Ama hapis olan bir sürü insan bunu yapamaz ki…
-Doğru. Ben de, “Böyle bir ayrıcalığım varsa, bunu kullanayım, onların da yararına olsun” dedim. Öyle de yaptım. Şunu fark ettim orada. Seni susturmaya çalışıyorlar, daha çok konuşabiliyorsun. Sesin daha çok yankı yapıyor. “Yalnız kal!” istiyorlar, daha kalabalıklaşıyorsun…
Yine de bütün bunlara rağmen, çıldırdığın olmuyor muydu?
-Yok, ben öyle bir adam değilim. Çıldırdım, dibe vurdum filan, öyle inişlerim çıkışlarım yok. “İzci kampında olduğunu varsay, fırsat bu fırsat, cep telefonu yok, kapı çalınmıyor, okumak istediğin bütün kitapları oku, yazmak istediğin ne varsa yaz…” dedim kendi kendime.
Yazdın mı orada da kitap?
-Evet. İki hafta sonra çıkacak. Çok da okudum içeride. Hakikaten bu zaman dilimini, fırsata çevirmeye çalıştım. Bu da beni dik tuttu açıkçası. Bir kere bizim Türk edebiyatından bir sürü hapishane anısı okudum. Sabahattin Ali’yle başladım, Orhan Kemal’di, Nazım Hikmet’ti, Aziz Nesin’di… Onları okuyunca, kendini bir ailenin parçası hissediyorsun. “Böyle bir ailemiz var. Bunların yolu da hapishaneden geçiyor. Nihayet sıra bana geldi!” diyorsun. Bu da gurur veriyor. Yani racon bu. Benim kariyerimde eksiklikti! Okulu bitirmiştim ama buradan geçememiştim. “Burada stajımı yapıyorum!” diyordum kendi kendime. Uzayıp doktoraya dönüşebilir ama staj boyutunda kaldı Allah’tan! Tabi şimdilik.
Tutuklanmadan önce yurt dışındaydın. İşlerin kötüye gittiği ve tutuklanma ihtimalinin olduğunu tahmin ediyordun. Bir an bile olsa, “Dönmesem mi?” geçmedi mi aklından…
-Hayır. Ama çok ısrar edenler oldu. “Saçmalama! Sakın gelme. Bu yaştan sonra yatamazsın, ne kadar süreceğini bilemezsin. Bu öfkesi ne kadar sürer kestiremezsin!” filan falan dediler. 3-4 ay içinde, 4 kere filan yurt dışına çıktım. Her çıkışımda da söylediler. Ama orada şunun muhasebesini yapıyorsun: “Ben nasıl bir hayat istiyorum?” Şimdi üç ay yattım, çıktım. Ama benim için, dönmemek, yurt dışında yaşamak, yıllarca sürecek bir sürgün demekti. O zaman, suçlu olduğumu da kabul etmiş olacaktım. Halbuki ben, kendimi bir an bile suçlu hissetmedim ki. Mesela Paris’te mi yaşayacaktım, Londra’da mı, muhtemelen küçücük bir odada, bilgisayar başında, “Allah’ım ne yaptım ben? Ülkeme bir daha dönemeyecek miyim?” filan deyip duracaktım. Bir sürü öyle insan tanıyorum. Öyle olmaktansa, dışarıda o kalabalıkta yalnız kalmaktansa, içeride bu yalnızlıkta bu kadar kalabalık olmak çok daha iyi oldu bence!
“Biz burada unutulup gideceğiz!” diye bir his oldu mu peki…
-Hayır, hiç! Hakikaten herkese teşekkür borçluyum. Çünkü şöyle hissettirdiler: On metre bir duvar var, oradan sarmaşık atıyorlar içeri. Sen de onların her birine tutunup çıkıyorsun dışarı. Çok çok müthiş bir şey bu.
En çok hangi konularda zorlandın?
-Soğuktan korkuyordum ama hiç üşümedim. İyi ısınıyordu, sıcak su da vardı. Yemekte biraz sıkıntı vardı ama ben çok takmam öyle şeylere. 4 kilo verdim. Bir tür detoks oldu. İçki de yok. Vücut, kendini toparladı. En çok bulgur pilavı, tavuk şnitzel çıkıyordu…
İçeride yaşadıkların kendine verdiğin bir sınav mıydı?
-Offf hem nasıl. İçeride kendinle acayip savaşıyorsun. Evet, senin sınavın oluyor. Karneni, birinci dereceden etkileyen şey de, ruhen ne kadar hazır olup olmadığın. İçeri gireceklere tavsiyem, her şeye hazırlıklı olmaları. O zaman güçlü olabiliyorsun, o zaman hiçbir şey koymuyor sana…
“Her şeye hazırlıklı olmak” ne demek?
-Başına gelebilecek abuk sabuk her şey. Yani aç kalabilirsin, susuz kalabilirsin, itilip kakılabilirsin. Orada kişiliksizsin. Herhangi bir mahkumsun. Dışarıda bir şeysin ama orada hiçbir kimliğin yok! Bir de mizah önemli, yani dalganı geç! Bütün bu olup bitenle dalga geçecek gücün varsa, o da seni ayakta tutuyor. Ben tam tersine bir şey bekliyordum, bir dervişleşme, çelebileşme… İçeride kendime döneceğim, kendi başıma kalacağım, kitaplarım ve ben… Hiç öyle olmadı! Evet, tecritteydik ama sağ olsun, girme izni olan herkes ailem, dostlarım, milletvekili-avukat, ziyarete geldi. Hiç yalnız bırakmadılar.
Bir takım gazetecilerin iddia ettiği gibi dubleks villa hayatı mı?
-(Gülüyor) Evet, doğru dubleks villa! Onlara da tavsiye ediyorum, onlara Allah uzun zaman kalmayı nasip etsin! Çok beğendikleri için diyorum bunu… Ben ilk yazımda yazdım, hoş bir bekar evi diye. 24 saat su var, yukarıda yataklar, aşağıda banyo, duş-mutfak, kiralamak istesen bir bekar için hoş bir yer. Ama küçük bir sorunu var: İnsan yok! Ve dışarı çıkma iznin yok! Bunu anlamıyorlar. Bu inşaatçı kafası işte! Kafa sadece şuna çalışıyor: “Abi kaç metrekare?” Biz çok yakınınca, birkaç yetkili geldi ziyaretimize, “Ya tecrit deyip duruyorsunuz! Burası 70 metrekare!” dedi adam. Dedim ki, “Beyefendi, sarayda da insan tecritte kalabilir! Bizim için metrekare hesabı değil, insanla temas önemli!” 15 bin kişi bir aradasın ve sen biriyle bile görüşemiyorsun, böyle bir şey olabilir mi? Biz, 40 gün Erdem’le hiç görüşemedik. Sonra buluşturdular bizi. Kimsesi olmayan biri için, tecrit ölüm yani…
Televizyon- melevizyon?
-Vardı. Hem de 29 kanal. Bütün temel kanallar vardı. Bizim evde, İmece TV yok, orada vardı. Digiturk’te maç da izleyebiliyorduk. Cezaevi TV diye bir şey de var. Gün boyu, o akşam ne yemek var, onların isimleri yayınlanıyor. Sonra her akşam 9’da matine vardı onu keşfettik, bir film gösteriyorlar. Bayağı kaliteli filmler. Birkaç tane çok iyi film seyrettik Erdem’le. Çamaşır-bulaşık hiç sorun olmadı. Çamaşırları dışarı çıkarma hakkın var. Ama ben uzun süre kendim yıkadım. Balbay, “Topukmatik” diye bir yöntem öğretmişti. Leğenin içine suyu doldurup, deterjanı basıyorsun, üstünde tepiniyorsun. Çünkü öbür türlü bileklerin zorlanıyor. Bizim de içeride en kıymetli uzvumuz bileklerimiz, elle yazdığımız için…
Bazı yazarlar, “Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması AKP iktidarına çok zarar verdi” diye yazdı. Ne düşünüyorsun?
-Doğru. Sadece AKP’nin değil, Türkiye’nin genel imajına da zarar verdi. Bu sayede Türkiye’de 30 gazetecinin içeride olduğu anlaşıldı. Hükümetin eleştiriye tahammülsüzlüğü anlaşıldı. Gizlemedikleri meseleler de ayan, beyan ortaya çıktı…
Casuslukla suçlanmam Mizah malzemesi
Peki Anayasa Mahkemesi’nin kararına ne diyorsun? Bekliyor muydun?
-Ben bekliyordum. Erdem çok iyimser değildi, o, mahkemenin bizi bırakacağını düşünüyordu. Ben ise en baştan beri Anayasa Mahkemesi’nin tarihi bir karar vereceğini, vermesi gerektiğini biliyordum. Hep, “Biz içerideyiz, bir bedel ödüyoruz ama inşallah bu bir şeye yol açar. Bir kapı açılır ve o kapıdan herkes gelir!” diyordum. Tam da öyle oldu. Tarihi bir karar verildi ve o kapıdan birçok insan geçecek şimdi…
Bu kararı alanların, mesleki hayatları tehlikede değil mi sence?
-Değil. Onlar, uzun vadeli seçildiler. Çok büyük bir çılgınlık hali olmazsa, yerleri sağlam. Bence Anayasa Mahkemesi’nin prestijine de hem ulusal hem de uluslararası alanda büyük katkı sağladılar.
Hissettiğin coşku nasıl tarif edilebilir?
-Tarifi yok! Dün ilk defa Taksim’e çıktım, basın toplantısı yaptık yabancı basına. Tamam ben coşkuluyum ama insanlar da öyle. Resmen trafiği filan durduruyorlar. Kornalara basıyorlar filan. Öyle bir selamlama hali. O kalabalıkta bir dilenci geldi sarıldı, “Abi geçmiş olsun!” dedi ve ekledi, “Bir onluk atsana…” “Valla, ben hapisten yeni çıktım, para yok yanımda” dedim.
Cumhurbaşkanı’nın ve yandaş basının iddia ettiği gibi, sen ülkesini Batı’ya jurnalleyen gazeteci misin?
-İyi ki sordun bu soruyu! Bu konu bence çok önemli. Şöyle ki, bizim milli ve yerli olmamızı istiyorlar. Onların anlamadığı şu, ben Fransa’da benim için endişelenen bir Fransız gazeteciyi, Türkiye’de beni hapse tıkmaya çalışan bir cumhurbaşkanından daha yakın buluyorum kendime. Bunu insanların anlaması lazım. Sırf Türk ve Müslüman diye, ben onu sevmek zorunda değilim. Ben bir insan hakları dayanışması peşindeyim. Ve bu bir Ugandalı olabilir, Endonezyalı da… Tamam bir Türk elbette bana birçok insandan daha yakın, aynı dili konuşuyoruz, aynı müziğini dinliyoruz filan ama senin için büyük kötülükler yapmış birini sırf Türk diye seveceğine, hakikaten Meksikalı ama senin yaranı sarmaya koşan birini daha yakın bulursun kendine. “Uluslararası dayanışma” diye bir şey var. Biz, sol gelenekten geldiğimiz için sınır tanımayız. Enternasyonalistiz. Birbirimize ilkelerle bağlıyız. Sadece kan bağı yeterli değil. Çünkü o, faşizme de gidebilecek bir şey…
Peki ya casusluk suçlaması?
-Doğrusu ağrıma değil, komiğime gitti! Hani biz şuna alışkınız: “Komünist”, “Vatan haini”… Ama “casus” deyince, hakikaten bana biraz mizah malzemesi vermiş oldular! Zaten “İki müebbet, 30 yıl hapis!” deyince de ben, “Oh!” dedim, “Yırttık!”
Nasıl yani?
-Hani deselerdi ki, “3 yıl hapis!” “Ulan yatar mıyız?” derdim. “Ama 2 müebbet, 30 yıl hapis, bir de üstüne “casus” deyince, “Tamam buradan bir şey çıkmaz!” dedim. Çünkü ölçü kaçmış oluyor! Ben artık bu davayı, kendi açımdan umursamıyorum. Bundan sonra artık biz şunu konuşacağız: Bu ülke bir hukuk devleti mi, değil mi? Özgürlük olacak mı, olmayacak mı? Mesele, oraya geldi. Herkes, kendi pozisyonunu düşünecek. Savcı düşünecek, hakim düşünecek, gazeteci düşünecek. Ben neredeyim, ne yapıyorum? Bu ülke nasıl olsun? Nasıl bir ülkede yaşamak istiyorum? Onun kararları bunlar artık. Onun için mahkemenin vereceği kararı çok önemsemiyoruz.
Sizi tekrar içeri atabilirler mi?
-Olabilir tabii, Türkiye burası, her şey olabilir. Bunun için kampanya da yürütüyorlar. Cem Küçük ertesi gün yazdı, “Tekrar tutuklanmaları lazım!” diye. Ama biz kendimizce bir dirayet gösterdik. Bunun bizi yıkmayacağını, tersine yücelteceğini gösterdik. Seni gömüyorlar ama sen içeride yeşeriyorsun ve dal vererek çıkıyorsun…
Bazıları da, Cumhuriyet, “Yayın yasağını tanımıyoruz diye manşet atınca sorun olmuyor da, cumhurbaşkanı mı tanımayınca sorun oluyor!” diye yazdı…
-Düşün ki dünyanın her yerinde cumhurbaşkanları, topluma, anayasaya uymalarını telkin edip yurttaşlarını ikna etmeye çalışır. Biz bütün yurttaşlar olarak toplandık, cumhurbaşkanını, anayasaya uymaya ikna etmeye çalışıyoruz! Yurttaşlar bunu yapabilir ama cumhurbaşkanı yapamaz. Onun görevi bizi, uygar bir hukuk devletine dönüştürmek. Bütün dünyada cumhurbaşkanları, toplumu bir arada tutmaya çalışır. Oysa bizde tersi oluyor.
BEN CUMHURBAŞKANIYLA RÖPORTAJ YAPABİLMELİYİM
Korkum benim Erdoğan’da değil, onun bende bir saplantıya dönüşmesi. Ben bir gazeteciyim. Bütün bu süreçte, gazeteciliğimin bir parça zarar gördüğünü düşünüyorum. Çünkü böyle saplantılar filan olmaz gazetecilikte. Ben cumhurbaşkanıyla röportaj yapmalıyım, yapabilmeliyim… Ne bineyim uçağına binebilmeliyim. Bizim tabii artık binmemiz söz konusu değil ama niye bir basın toplantısında ben soru soramayayım? Bunlar tamamen hayal oldu, çok yazık. Bizim açımızdan da kötü, onun açısından da…
Gizli tanık bile bulamadılar, belge üretemediler
BUNLAR ACEMİ!
FETÖ’yle alakan olduğu söyleniyor…
-Ya evet, bu da enteresan! Ben ve gazetem bu meseleyle en çok uğraşanlardanız. Biz mağdurlardanız. Ama işte, bu bir cadı avı… 1950’lerde Zekeriya Sertel’in anılarını okudum. 1945’te Tan Matbaası basılıyor. Herkes, suçlular gözaltına alınacak zannediyor. Ama Sertel’i gözaltına alıyorlar! Ve adamı içeri atıyorlar. Matbaası basılan adamı! Hürriyet basılınca da yazmıştım, “Suçlu Sertel oluyor!” diye. Müdafaasını okudum. Diyor ki, “Bizi Rus ajanı olmakla suçluyorlar. Delil olarak gösterdikleri de 20 tane yazım!” 1945, demokrasinin kurulduğu yıl. 46’da ilk seçim yapılıyor. Ve aradan 70 yıl geçti, hala aynı şeyler… Bu sefer de bize ajan diyorlar, eskiden Komünist diyorlardı, bugün Fethullahçı diyorlar. Yarın başka bir şey olacak.
Ergenekon sanıklarıyla, Balyoz sanıklarıyla durumunuzu özdeşleştirdiğin oldu mu? Onlarınkini “Paralel yapmıştı ve komploydu”, size yapılan ne?
-Onlarınkine çok benzeyen sahneler yaşadık. Fakat onların tecriti ve sahte delilleri çok daha beterdi! Fethullahçılar bu işi daha iyi yapıyordu! Bunlar acemi. Altın nesil çekilince, geriye uyduruklar kaldı tabii. Bunlar, gizli tanık bile bulamadılar, belge üretemediler. Koya koya iddianameye, benim köşe yazılarını koydular ki, büyük acemilik. Oradan bir şey çıkamayacağını bilmeleri lazım. O yüzden biz, Balyozculara göre, daha şanslıydık, Cemaat yenilmişti çünkü. Ama hani ailelerin kapının önünde bekleyişi gibi sahneler var ya, onlar benziyordu…
Hiç bu 3 ay içindeki dönemde, “Ulan değmezmiş! Keşke bu haberi yayınlamasaydık! Bedeli fazla oldu” dediğin oldu mu?
-Asla! Galiba yaptığım en iyi iş bu oldu. Kolay da oldu aslında. Gerçi bence bir araştırmacı gazetecilik zirvesi değildi; mesela 17-25 aralık dizisine daha çok çalışmıştım
Yine de, “Ölçüyü kaçırıyor muyum, çizgiyi aşıyor muyum?” diye düşündüğün oldu mu?
-Hayır. Haberi yayınlarken değil, sonrasında bir de politik bir figüre dönüşme tehlikesi var bir gazeteci için. Risk bu yani. Sen bir gazetecisin ama bir sivil haklar savunucusuna dönüşüyorsun. Orada bir sınır ihlali oldu bence. Hala da yaşıyorum bunu. Normalize olmam lazım. Tekrar gazeteci kimliğime dönmem lazım. Gazeteci dediğin bu kadar göz önünde olan bir adam olmamalı. Kameranın arkasında kalmam lazım. Ama onun dışında, ölçüyü kaçırdığımı filan hiç düşünmedim.
Biz kısım gazeteci, “Vatana ihanet!” diyor. Bir kısım gazeteci, “Ben olsam koymazdım!” diyor. Bir kısım gazeteci de, “Bu, dünyanın her yerinde haberdir, koyulmasında sakıncası yoktur!” diye düşünüyor…
-Her şey, çok temel bir soruya dayanıyor: “Gazeteci kimdir?” sorusuna. Kimdir gerçekten? “Gazeteci vatanını savunur.” Bu cümle bana yeterli gelmiyor. Ben böyle yetişmedim. Vatan sevgisi dediğimiz şey, suçluları korumayı içermemeli. Yani ülkenin yöneticileri bir yanlış yaptıysa, bu onu sorgulayabilmeliyim. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunu sorguluyorsa ya da Brezilya Cumhurbaşkanı’nın buna dair sözü varsa, ben onun yanında durabilmeliyim. Diğeri, “Ben vatansever bir gazeteciyim” söylemi, hepimizi, devlet memuru haline getiren bir kalıp. Evet, ben de vatanımı sevdiğim için bunları yapıyorum zaten. Vatan, yanlış işlerden kurtulsun diye! Vatan diye bir şey yüceltiyorlar ve bizim önümüze koyuyorlar. Kardeşim bu yemeği yiyeceksin. Hayır abi! Ben bu yemeği daha iyi yapmak istiyorum, yani bana dayatılan bu yemeği beğenmiyorum. Sen bana, vatan diye bunu satamazsın! Senin suç işleme hakkın yok! Benim nasıl yoksa, senin de yok. Benim bunu sorgulama hakkım var. Dolayısıyla, “Ben olsam yayınlamazdım!” diyorlar ya… E tamam yayınlamazsan, o zaman gazeteci değilsin demektir! O zaman git devlet memurluğu yap! Onların kafasına göre, Watergate’in de yayınlanmaması lazımdı, ama başkanı devirdiğini gördük. İrangate’in yapılmaması lazımdı. Vatanını sevmedikleri için mi yazdılar bunları? Ama vatan, düze çıktı sonunda. Susurluk’un üstüne gitmeseydik, şu anda devlet, hala o çeteleri, yurtdışında infazda kullanıyordu. Ortaya çıktı, durdu. MİT ne yapıyormuş? Hapiste zannettiğimiz adamları, gece çıkarıp dışarıda suç işletiyormuş. Ermenileri vurduruyormuş. Bunu bilmemiz kötü mü oldu? “Bilmesek daha iyiydi” diyorsan, sen git o zaman MİT’te çalış, benden ne istiyorsun?
HERKES ÇOK DESTEK VERDİ TEŞEKKÜR EDERİM
Sana bu süreçte en çok kim destek oldu? Kimlerin davranışını unutamıyorsun? Olumlu ve olumsuz…
-(ege’ye sarılarak) işte bu aslan parçasının yaptıklarını, yazdıklarını unutamam mesela! Başta eşim, annem, ailem, gazetem, dostlarım, avukatlarım, umut nöbetçileri, milletvekilleri, basın konseyi, uluslararası gazeteci örgütleri herkes aslında müthiş destekti. Ve tabii ki o nöbet tutma eylemi. Medyadan da çok destek geldi. Hiç tanımadığım gazeteciler de. Herkese teşekkür ederim.
HAKİMLER, SAVCILAR DA STAJ DÖNEMİNDE HAPİSTE YATMALI
“Her hakim ve savcı, staj döneminde bir süre hapiste yatmalı!” diyorsun neden?
-Evet. aslında gazetecilere de tavsiye ederim. Ahmet Hakan, sağ olsun, her gün sayaç yayınlıyordu. Bizim için çok kıymetliydi. bir günü, sayaçta 24 saati eksik yazdı. Biz üzüldük. Dilek’e dedim ki, “Ahmet’i ara söyle bir 24 saat eksik yazıyor!” sen 81 gün yatmışsın mesela, o 80 yazıyor! inanır mısın, o 1 gün bile fark ediyor. Hakimler, savcılar, “üç gün sonra değerlendireceğim!” diyor mesela. O üç günün ne anlama geldiğini bilmesi için, orada yatıyor olması lazım. Polis şefleri için de benzer şeyler geçerli. gözaltı nedir mesela. Bir gözaltına girsinler ve yaşasınlar. Herkesin kodesi görmesinde fayda var…
“Yetmez ama evet” Anayasası’na Hayır dedim ama o anayasa sayesinde dışarı çıktım
Türkiye’de hatırı sayılır bir insan da, “Aydınların bir kısmı, zamanında bu iktidara destek verdi. Bu günlerin yaşanmasında onların da payı var” diyor. Senin buna vereceğin cevap nedir?
–Ben destek verdiğimi düşünmüyorum. Sadece şu: “İdam cezası kaldırılsın!” derse bu iktidar, ben onun yanında olurum. “İşkence kaldırılsın!” derse, yanında olurum. “Ermenilerle sıcak ilişki kurulsun!” derse, yanında olurum. Ben ideolojik bakmıyorum. Doğru yaptığında, doğru derim, niye demeyeyim? “Ben bütün komşularımla iyi geçineceğim!” Tamam abi, işte bizim de istediğimiz bu! Ya da “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkı tanıyorum” Tamam, çok iyi olur. Ama mesela “Yetmez ama evet”te ben, “Asla!” dedim. “Bu tuzak!” dedim ve yakın çevremde birçok insanla kavga ettim. O anayasa kampanyasınDa ben, “Hayır” oyu kullandım. Halbuki o değişiklikte getirilen bir hak, bizi dışarı çıkardı. düşün ki, o kampanyada anayasa mahkemesi’ne başvuru hakkı kabul ediliyor diye, ben onunla çıktım. Peki niye itiraz ettim? Bu, hukuku ele geçirmek için bize verilen bir tavizdi… Nitekim öyle oldu.
FİLM SENARYOLARINA TAŞ ÇIKARTIR
Gelelim ev meselesine… Bir yolsuzluk olduğu iddia ediliyor? Cevabın ne?
-bir şey bulmak zorundaydılar. Çünkü iş onların aleyhine şiştikçe şişti. siyasi suçlamadan yürüyemediler. Bir ara bel altı filan denediler. Oradan da bir sonuç alamadılar. “Bir ev satmış, buna bakalım!” dediler. Biz bütün birikimimizle ankara’da bir ev almıştık. Sonra İstanbul’da yaşamaya karar verdik. İstanbul’da bir ev GÖRDÜK ve oraya aşık oldum. Ama bütün birikimimizi satsak da, burayı alamıyorduk. Onun üzerine, Ankara’daki çok sevdiğimiz evi satışa çıkarmak zorunda kaldık ki, buranın borcunu ödeyelim…
Daha az vergi ödemek için, tapuda normal değerinden daha mı düşük gösterdiniz…
-Değil. Ev iki sene boyunca da satılamadı. Çünkü bilenler bilir, emlak ankara’da beş para etmiyor. Sonunda da zaten evi, değerinin altında, ağlaya ağlaya vermek zorunda kaldık ki, buranın parasını ödeyebilelim. Burası için borçlanmıştık. Kredi borcumuz vardı. ve ben, yazdığım bütün kitapların telif geliriyle buranın kredi faizlerini kapatmak için uğraşıyorum. Onun için o kadar haksız, o yanlış bir yerden girdiler ki oradan yürümelerine imkan yok. Çünkü hakikaten zarar ettiğimiz bir şey ve her şey çok açık. Zaten biz parayı görmedik bile, o bankadan bu bankaya direkt transfer edildi para…
Peki evi sattığın adamın, Fethullah Gülen’e hizmet etmiş bir avukatının bacağını olmasına ne diyorsun?
-Film senaryolarına taş çıkarır! Yazık ona! Getirip yanımızdaki koğuşa koydular. Ne kadar üzüldüm anlatamam. Bu adamcağızın hakikaten hiçbir günahı yok ve ben onu hiç tanımadım. Bir tek camda gözünü gördüm, tahliye olurken, “Bizi unutmayın burada!” dedi. Hakikaten çıksın diye de çok uğraşacağım şimdi. Gerçekten hiçbir günahı yok, üstelik Fethullah’la alakası yok, Genelkurmay’ın avukatıymış! Genelkurmay’ın tekzip davalarını takip eden biriymiş. Tek talihsizliği bizim evi almış olması…
Nasıl peki onu içeri atabiliyorlar… Delil, melil…
-Bir senaryo ürettiler. Güya MİT Tırları haberini yapmam için, bana bir çanta dolusu para vermiş. Fakat nasıl aldığım belli değil. Bankadan kanıtlayamıyorlar. “Çantayla aldı” diyorlar. Peki tanık var mı? Yok. Nasıl aldım? N’aptım? Oralar belli değil ama avukatı içeri attılar. Kanıtla… Kanıtlayamıyorsun! E adamı bırak… Onu da bırakmıyorlar.
Peki sen bunları hiç isyan etmiyor musun?
-Bir an geliyor, artık dalga geçiyorsun! “Abi, gene bak, bula bula bu dandik şeyi bulabildiler!” diyorsun. Şimdi sana soruyorum, 4 tane gazetede, aynı gün, aynı üslupta manşet olur mu? E bu, biraz gülünç değil mi? Yani belli ki, bir istihbaratçı arkadaş oturuyor bir yerde, metin yazıyor ve gazetelere dağıtıyor…
BİR SÜRÜ ŞEY YAŞADIM AMA EN ÖĞRETİCİLERDEN BİRİ BUYDU
Hayatta başına gelen en acayip deneyim bu muydu?
-Bu da güzeldi, öyle söyleyeyim. Bir sürü şey yaşadım ama belki en öğreticilerden biri buydu. On yıl sonra hayatta olursam, “Evet ya, bu da önemli dönemeçti, iyi ki yaşamışım!” diyeceğim bir şey.
Dilek’le daha mı çok bağlandınız?
-Evet hem de çok. Dilek biliyorsun, öne çıkmayı sevmez, ortalıkta görünmek istemez. Bu sefer mecburen yapmak zorunda kaldı. Çok cesur bir şekilde savundu beni. Onun içinde benim tanıdığım bir ODTÜ’lü asi genç kız vardır, o çıktı ortaya. Karımla da oğlumla da gurur duyuyorum.
NAZIM’I BEN YAZDIM . EGE SESLENDİRDİ.
Nebil Özgentürk ve Coşkun Aral’la birlikte “Kültür Yolcuları Havana’da/ Üç adam, üç sanatçının izinde” diye bir belgeliniz yayınlanmak üzere…
-Evet, bir senedir uğraşıyorduk. Çok da güzel bir şey çıktı ortaya. Küba’ya gittik. Tam ben metni yazacaktım ki, içeri aldılar beni. “Ne yapacağız şimdi?” dedi Nebil. “Siz bana evdeki bütün Küba notlarımı, belgeleri yollayın, bu burada yazarım” dedim. Tarif ettim şu rafın şurasında duruyorlar. Yazdım…
Senin anlattığı sanatçı kimdi?
-Nazım Hikmet. Nazım’ın hapishaneden sonra gittiği bir Küba gezisi var. Ben ise Küba gezisinden sonra hapse girdim. Böyle enteresan şeyler oldu. Nazım, hapishanede şiirler yazarmış, ben hapishanede onunla ilgili senaryo yazdım…
Hadi senaryoyu anladım, seslendirme nasıl yapıldı?
-O sorun oldu işte. Bir süre ne yapacağımızı bulamadık. Nebil, “Telefonda ses kaydedebilir miyiz?” dedi. Ben de dedim ki, “Haftada bir gün, on dakika ailemle görüşme şansım var. Orada, telefonda, Nazım Hikmet metni okumak istemiyorum!” Bir tiyatro sanatçısı mı seslendirsin filan derken, dedim ki “Ya benim tanıdığım bir arkadaş var, o seslendirsin!”
Kim?
-Ege. Düşündüm ki, oğlum, benim adıma televizyona çıkıyor, konuşuyor. Benim adıma değil ama beni savunan yazılar yazıyor. Kalemi iyi. Tonlama da bilir, sesi de bana benzer. İyi olacağını düşündüm. Bir de beni içeri tıkanlara kapak olacağını! “İçeri attık, bir de oğlu çıktı başımıza…”
Sen, onun yazdıklarını okurken, ağlıyor musun?
-İtiraf edeyim, duygulandım! Televizyonda izlerken de… Mirgün’e de söyledim, neticede, bir zindan içindesin, tek başınasın, önünde bir ışıklı kutu var ve onun içinde oğlun var. Ege küçükken, ben televizyona çıktığımda, televizyonun arkasına dolaşıp bakardı, “Babam nasıl girdi bunun içine?” diye. Resmen ben de onu televizyonda izlerken, o kutunun arkasına dolanıp, Ege’yle kucaklaşmak istedim…
Ege, bu süreçte sence daha da mı büyüdü?
-Büyüktü zaten de, ortaya çıktı! Ege’yi biz biliyorduk, başkaları da tanımış oldu…
Fotoğraf : Emre Yunusoğlu