İğrençliğin en üst noktası!
Zirvesi…
Hatta Nirnava’sını…
Böylesini Türkiye görmedi.
Kusmak istiyorum bu iğrençlik karşısında.
Bu insanlık dışı, adamlık dışı, babalık dışı tutum karşısında.
Mustafa Ceceli kendi topuğuna sıktı.
Ceceli rezaleti
Kendi kendini nefret objesi haline getirdi.
Bırak sanatçı yerine koymak, adam olarak görmek bile mümkün değil.
Buharlaşsın gitsin.
Bir insan, kendi çıkarları için bu kadar mı alçalabilir, bu kadar mı düşebilir?
Kendi çocuğuna, kendi çocuğunun annesine darbe vurmak için bu kadar mı çirkefleşebilir?
Bu yaptığı o çocuğa zarar vermeyecek mi?
Yaralamayacak mı?
Yazıklar olsun!
Bu, bir kırılma noktası.
Bütün insanların çok mahrem anları vardır.
Görmek istemeyiz.
Ne kendimizi ne bir başkasını.
Ve işte o görüntüleri kimsenin kanunsuz, hukuksuz bir şekilde kayıt altına alma ve yayınlama hakkı olamaz.
Aksi, hukuksuzluğu, kanunsuzluğu meşrulaştırmak demek ki, bu da çok fena bir şey.
“Ben bunları yapmadım, başkası çekip, bana servis etti!” demek de önemli değil, Ceceli’yi kurtarmaz.
Önemli olan, bu hizmetin kimin için yapıldığı ve kimin işine yaradığı…
Ortada yasal olmayan bir eylem var. Daha önce bu tür eylemlerin hepsini yapanlar cezalandırıldı. Mustafa Ceceli’nin ayrıcalığı mı var?
Fakat güzel memleketimde öyle bir şey oldu ki…
Dediğim gibi Mustafa Ceceli kendi ayağına sıktı!
Kazanacağım derken kaybetti.
Artık hayatı boyunca bu utançla yaşayacak!
JULLIARD’DA İKİ HAFTA
Nasıl yani?
18 bin kişi başvuruyor, sadece 2 kişi mi piyano bölümüne girebiliyor!
Yok artık neler!
Harvard’a girmek bile daha mı kolay?
Vay anam vay…
Julliard, dünyanın en yeteneklilerin ve dayanıklıların girebildiği okul…
“Dayanıklıların” diyorum çünkü girmek de yetmiyor, bitirebilmek için epey direnmek gerekiyor, çünkü çok disiplinli, çok zor bir okul, canını çıkarıyorlar, o şartlara dayanabiliyor olman gerekiyor.
Yetenekli olacaksın, o zaten, olmazsa olmaz.
Hatta dansçıysan bedenin de uygun olacak, esnek olacaksın, bedenin dans için yaratılmış olacak…
Artı, çok çalışkan, çok disiplinli, çok azimli ve her şeyden olacaksın.
Olimpiyat sporcusu gibi sanatçı yetiştiriyorlar.
Dansçı, oyuncu, müzisyen…
Hiç kuşkusuz dünyanın en iyi okullarından biri.
Böyle bir durum karşısında anne – baba olarak iki seçeneğin var.
Ya çocuğum hiçbir zaman böyle bir okula giremeyecek diye karalar bağlamak…
Ya da benim gibi, “Gelecek, gelecektir… Geleceği bırak, şimdiye bak… Julliard’a yaz okuluna bile gidebildiği için kızın acayip mutlu ol!”
Ben iflah olmaz iyimserim.
Havalara uçtum Julliard’a iki hafta yaz okuluna gidecek diye.
Türkiye’den 18, Çin’den üç çocuk gittiler.
Ve New York’un kalbindeki o efsane okulun yatakhanesinde kaldılar.
Havasını teneffüs ettiler, hocalarından dersler aldılar.
Başlarında da, BT Müzik ve Sahne Sanatları’nın kurucusu Dr. Benal Tanrısever vardı.
Tanrısever de Julliard mezunu, 8 yıl dünyanın çeşitli yerlerinde konser piyantistliği yapmış, sonra kendini miniklerin eğitimine adamış.
Diyor ki, “Sanat, kendini ifade etme biçimi. Nerede okuduğundan, nasıl okuduğundan daha önemlisi, o öğrendiklerinle ne yapacağın… Yani yapabiliyor olman önemli. Yapamadıktan sonra ne kadar değerli bir eğitim alırsan al, içi boş!”
Ben bu kadar ilham veren ve gençlere insiyatif bir eğitimci daha görmedim.
İki haftalık yaz okulunun sonunda da, beni çok etkileyen bir şey oldu:
Gençler, kendi yazdıkları oyunları, koreografisini kendi yaptıkları dansları bir Yaşlılar Yurdu’nda sergilediler.
O yaşlılara hediye olarak.
Onlar kim miydi?
Broadway’den emekli olan eski sanatçılar. Aralarında 104 yaşında olan bile vardı. İçlerinde bir hayli ünlü olanlar da vardı. Grammy’e aday olanlar, caz solistleri, kukla yapımcıları, müzikal oyuncuları vesaire…
Ne hoşuma gitti biliyor musunuz?
Sanata hizmet etmiş o yaşlı insanların son dönemlerini son derece rahat bir dönemde geçiriyor olmaları…
Bir de sanat söz konusu olduğunda, gençlerin inanılmaz teşvik görüyor olması…
Darısı, yalnız ve güzel ülkemin başına!