G ü n a y d ı n
İnsanın içini açan bi röportajla haftasonuna başlayalım @cemguventurk On numara bir arkadaş. İzmirli. Daha yüzüne bakar bakmaz, “İyi insan!” diyorsun. Kalbinin güzelliği yüzüne, gözüne, bakışına yansıyor. Yarın sergisi başlıyor. Londra’da olduğum için gidemiyorum. Döner dönmez ilk işim olacak. Müze Gazhana’de.
Çizgilerini çok seviyorum, yazdıklarını da. O kabul etmiyor -alçakgönüllü çünkü- ama “ruh okuyan” bir sanatçı. Sahici. Şeffaf. Cesur. Ultra kompleksiz. Derin. Birikimli. Ve muhabbeti şahane. Zaten işlerine bayılıyordum. Yakından tanıyınca, kişiliğine de bayıldım.
Büyükçekmece’den bir at çiftliğinin yanındaki bir evde yaşıyor. Adanalı diş hekimi eşi ve kedileriyle. İkinci eşi. Birinciden ayrılırken -uzun süre sevgililermiş, evlilikleri çok kısa sürmüş- terapiste gitmiş. Anlatmış, anlatmış. Terapist, “Sakin ol, güvendesin, seni bir kaplan kovalamıyor!” demiş. Hoşuna gitmiş bu. Eline bir kaplan dövmesi yaptırmış. Kendisini hiçbir zaman bir kaplanın kovalamayacağını hatırlatmak için. Safariye gitmezse tabii:))
Kavramları, fikirleri birbirine çok güzel bağlıyor, güzel hikayeler anlatabiliyor. “Sen kadınları böyle mi tavlıyorsun?” deyince, “Sorma, beni hep eşcinsel sanırmış erkek arkadaşlarım, duygusal zekası bu kadar yüksek olan biri heteroseksüel olamaz!” diye düşünürlermiş. Ben de aksini kanıtlamak için herhalde, sürekli evleniyorum. Seda Sayan kadar çok evleneceğim diye korkuyorum. Şaka şaka, çok mutlu bir evliliğim var şu anda!” diyor. Bunları anlatabilecek, kendisiyle dalga geçebilecek kadar da komplekssiz. Yaptığı işi çok seviyor. “Sen nesin?” deyince zaten “hayallerini gerçekleştiren biri” diyor. Ne güzel bir tanımlama di mi? Fikirlerle, kavramlarla oynamayı seviyor, düşünmeyi, onları kafasında demlemeyi de. Multi disipliner bir sanatçı. İşlerini farklı formlarda yapmayı seviyor. Bu sergide resimler ve heykeller de yer alıyor. Ama egolu değil, “Ben aynı zamanda heykeltraşım” diye dolanmıyor ortalıkta, “Bulduğum ve üzerine çalıştığım.”
Mutlu, ilgili, sanatı teşvik eden bir aileden gelmiş. Babasıyla ilişkisi müthiş. Babası seracı. Çiçek yetiştirirmiş, Cem’in de çocukluğu da doğada geçmiş. Şu söylediklerine bayıldım: “Bir çiçeğin, sıfırdan bir tohumdan büyüyüşüne tanıklık ettim. Bir goncadan açılışını gördüm. Kısacası bir şeyi yaşatmanın, yeşertmenin çok kıymetli olduğunu öğrendim. Ve zaman aldığını. Hiçbir şeyin küt diye olmadığını. Bir gün fark ettim ki, tüm bunlar yaptığım iş için de geçerliydi. Yavaş yavaş çiçekleniyordu. Ne kadar sulanması ne kadar ışık alması gerektiği, zaman içinde öğreniliyordu. Ama iyi işlerin ortaya çıkması da, bir çiçeğin ortaya çıkışıyla benzer normlar içeriyordu…” Şimdi sevilmez mi bunları anlatabilecek derinlikteki bir adam?
Sergiyle ilgili tuhaf duygular içinde, buruk bir heyecan yaşıyor. Bir buçuk senedir bu sergi için deli gibi uğraşıyor, üretiyor. Ama iki hafta önce babası pankreas kanseri tanısı almış. Aklı ve kalbi -doğal olarak- kahramanı olan babasında. Hayattaki bütün öncelikleri şu an değişmiş durumda. Şifa diliyorum babasına. Sizi Cem Güventürk’le baş başa bırakıyorum. Tabii ki tek posta sığmadı, devam postu da gelecek…
NE ÇİZSE NE YAZSA… SANKİ BİZ! ŞEFFAF, AÇIK SÖZLÜ, ULTRA KOMPLEKSİZ, CESUR, BİRİKİMLİ, YARATICI, MUHABBETİ ŞAHANE HUZURLARINIZDA CEM GÜVENTÜRK
Sen gerçekte nesin?
Hayal ettiği şeyi yapan biriyim. “Tam şuyum” diyemiyorum. Diyememek de güzel geliyor. Çünkü o arayış, o serüven içinde olmak hoşuma gidiyor. Kendini arayan biriyim hala. Bu zamana kadar beni ne illüstratörler kabul etti ne ressamlar ne de karikatüristler. Ben böyle “ara form” biri olarak kaldım. Bu son sergide, bayağı resim resim işler var, tablolar yani, heykeller de var. Farklı pek çok şey. Normalde de animasyoncuyum. Eskişehir’de animasyon okudum.
“Multidisipliner sanatçı” diyebilir miyiz sana? Uyar mı?
Kırmayayım seni, uyar 🙂
İnsanın hobisini mesleğine çevirmesi, kendisine armağan edeceği en değerli şey mi?
Bence öyle. Günün sonunda, insan yalnız kaldığında, kendisiyle olan o iç hesaplaşmada, iç sesinin hoşnut olması, tatmin olması çok önemli. O anlamda çok şanslıyım. Sevdiğim işi yapıyorum. Kendime bu hediyeyi verebilmiş biriyim.
Kolay mı oldu zor mu?
Kıymetli şeyler, kolay olamaz! En azından ben hiç rastlamadım. Kolay olmuşsa zaten, ben altında bityeniği ararım. Neden bu kadar hızlı ve kolay olabildi diye. Benimki zordu. Çok kan, ter ve gözyaşı. Ha bundan besleniyor muyum? Sürekli melankolik takılıp, öyle mi üretiyorum? Hayır. Ama gerçek bu. Epey debelendim.
Penguen Dergisi’ne bir çizerin (Kutlukhan Perker), yeni çıkan kitabını (Öyle Bir Geçer Zaman Ki) imzalatmak bahanesiyle gidip; o kitabın arasına, çizdiğin 300 karikatürü yerleştirip, kitabı imzalatırken onları -yanlışlıkla olmuş gibi- yere saçtığın doğru mu? Maceran, gerçekten böyle bir Truva taktiğiyle mi başladı?
Evet! Bayağı planladım bunu giderken. O kadar çok denemiş ve reddedilmiştim ki, bir kere daha ne fark ederdi? Kaybedecek bir şeyim kalmamıştı. Pek çok kez dergilerden kovulmuştum. Bir keresinde de bir çizerin evinin şalterini indirmiştim, elektriği kesilsin de dışarı çıksın, işlerimi gösterebileyim diye. İşe yaramadı tabii. Ama bu sefer, şansım yaver gitti. Karikatürler yere saçılınca, ki o sırada Selçuk Erdem de geldi, “Aaa bunlar güzelmiş. Niye bunları köşe olarak yapmıyorsun? Haftada bir başla” dediler. Öle- ceğim filan zannettim. 10 sene falan sürmüştü bunu duymayı bekleme sürem.
Liseden itibaren 10 sene karikatürlerini yollayıp, sadece bir kere yayınlandığı doğru mu?
Ne lisesi! Ortaokul sonunda göndermeye başlamıştım. Yolla babam, yolla. Tık yok. Üniversite 2’de bir kere yayınlandı. Sevindirik oldum. Sonra yine uzuuun bir boşluk girdi araya. Mezun oldum, işe girdim, Eskişehir’de animasyon işinde çalışıyordum. “Bu iş değil yapmak istediğim” dedim ayrıldım, askere gittim, İstanbul’a geldim, yine dergilerin kapısını çaldım, sürekli tırmalıyordum, defalarca kovuldum, ettim, sonunda o 300 karikatür yerlere yayılınca, baktılar ve “Başla” dediler. Profesyonelliğe adım atmam 2014 yani. Sonra gerisi geldi. Binlerce karikatür, kitaplar, şimdi sergiler…
Başarını neye bağlıyorsun?
Gemimi limandan çıkarmış olmama! Gemim aslında çok su aldı, fareler filan da bastı. Ama pes etmedim. Gemimi bir limana sokup, orada parası iyi olan ama çok da ölerek yapmadığım bir işi yapmaya devam etmedim. Bedeli ne olursa olsun, konfor alanımdan çıkacağım dedim. Ve çıktım. Denize açıldım ben. Şalter indirici oldum. Tutturuk oldum. Olaya çok odaklandım, hatta, belki de saplandım. Burçlardan anlamam ama ne zaman Boğa’ya denk gelsem böyle şeyler yazıyor. Hedefe kilitlenen biri. Gerçekten de öyleyim. Biraz Bukowski gibi bakıyorum hayata, “Sevdiğin şeyi bul ve seni öldürmesine izin ver!”
Anneni dinleyip, Eskişehir’deki o sigortalı, iyi maaşlı çizgi film işine devam etsen bugünlere gelebilir miydin?
Asla gelemezdim. Çünkü orada bir hikayenin bir parçasıydım. Burada hikayeyi yazan ve anlatan benim.
Ahh ne güzel ifade ettin! Kadınları da bu güzel laflarla, kavramlarla mı tavlıyor musun?
(Gülüyor) Birçok arkadaşım sonradan itiraf etti, beni eşcinsel sanıyorlarmış. Çünkü EQ’su bu kadar yüksek olan birinin, heteroseksüel olmasını bekleyemeyiz dediler. Onlara göre ben daha yontulmuşum, o zaman eşcinsel olmam gerekiyormuş. Yani onlarda böyle bir algı oluşmuş. Ben de belki onlara bir cevap olarak, sık sık evleniyorum. Seda Sayan kadar çok evleneceğim diye korkuyorum. Bu, işin şakası tabii. İki kere evlendim sadece. Şu anda da çok mutlu bir evliliğim var.
Senin duygusal zekan hep mi yüksekti…. Çocukken de mi?
Duygusal zeka mı onun adı bilmiyorum. Ama ben hep, “Şu ağaca dalalım” diyen değil de, “Yok, bir dakika düşünelim. O ağaca dalarsak ne olur, bir tartalım” diyen çocuktum. Her şeyin bir önünü, arkasını düşünürdüm. Bodoslama dalmazdım. “Overthinking muhabbeti” bende çocukluktan kalma bir şey. Belki de genetik bir miras. O yüzden kadınlar muhabbetiyle ilgili şunu söyleyebilirim: Benim hiç kendimi kadınlara uzun uzun anlatmama gerek kalmadı. Onlar beni yazdıklarımdan, çizdiklerimden zaten tanıyorlardı. Zor bir aşk hayatım da olmadı. Kovalama durumunda da kalmadım. Aksine kadınlar bana geldiler. Bu da muhteşem bir şey. İlkokulda, ortaokulda filan, kızların dünyasını hiç bilmiyorken; sınıfın arkasında bir şeyler çizdiğimde, birilerinin gelip başıma toplanması çok hoşuma gidiyordu. Bu çok severek yaptığım şeyin, ileride bana “aşk bilgisi” de kazandıracağını da seziyordum sanki. Öyle de oldu.
“Ne çizsen, sanki biz…” Hepimiz muhtemelen öyle hissediyoruz. Çizdiklerinle, yazdıklarınla bizi anlatıyorsun. Bunu nasıl yapıyorsun?
Bilmiyorum. Ama zaten bence güzel olan bu. Bir formülünün olmaması. Çünkü “Şöyle şöyle yapıyorum”
diyebilseydim, bence bu etki olmazdı.
Ama şimdi seni tanıdıkça görüyorum: Bir kere, çok şeffafsın. Komplekssizsin. Acayip açık sözlüsün. Kaç tane adam, “Beni eşcinsel zannediyorlarmış“ der. Anca kendine çok güvenen der. Sen kendini sakınmıyorsun, çok da cesursun…
Teşekkür ederim. Kendime karşı cesur olduğumu ben de düşünüyorum. Ama bunun için çaba sarf ediyorum. Çoğu insanın, yüzleşmek istemediği şeylerle yüzleşiyorum. Kendi kendime hesaplaşıyorum. Bu, bir hediye mi lanet mi bunun da farkında değilim. Ama kendimi didikliyorum, bunları dillendiriyordum de. Bu da benim terapim.
Çizgilerin mi, sözcüklerin mi daha vurucu sence?
Ben hep çizgi insanı oldum. “Sözcükler” dersem, sevdiğim pek çok yazar var, onlara haksızlık etmiş olurum. Bir de çok iddialı olur. Çizgi, benim için her zaman önde. Her şeyi önce çizgi olarak düşünüyorum. Eğer bir fikre dönüşmüşse, onu bazen yazarak ifade etmeyi de seviyorum. Ama çok fazla taklitle alakalı şey görmeye başladım.
Nasıl yani?
Resimleri ve daha görsel işleri, sergilerde, kitaplarda toplama taraftarıyım. Sosyal medyada biraz sanki çer-çöp oluyor gibi. İnstagram’daki hesabımda yarınki sergideki resimler hiç yok mesela. Sadece iki tane var. Oysa toplamda 25 tuval, 5-6 heykel ve 15 tane kağıt üzerine çalışılmış işi var. Gelip sergide görsünler.
Bu eserlerin hepsi, Büyükçekmece’de, at çiftliğinin yanındaki evde, Adanalı diş hekimi eşinle yaşarken mi çıktı?
Evet.
Ne kadar zaman aldı bu sergiye hazırlanman…
1.5 seneyi buldu. Beklediğimden biraz daha uzun sürdü. Ama içime sinen işler oldu, inşallah sergiyi gezenler de beğenir.
“Ruh okuyan sanatçı” olarak tanımlar mısın kendini?
Yok öyle diyemem. Çok iddialı. Ben böyle iddialı cümleler kurmayı sevmiyorum.
Peki mesela, insanları nasıl bu kadar iyi tanıyorsun? Yoksa sen bizsin de, sen kendini tanıyorsun da; o tanıdığın kısmını bize yansıtıyorsun, biz de onda kendimizi mi buluyoruz?
Yok yahu! Bence tam tersi. Ben kendimi tanımıyorum ki! Tüm bunlar, tanımaya çalışmamın, yani bir arayışın süreci. Meraklı biriyim ben, aslında en basit cevabı bu: Kendimi tam tanımıyorum ama her şeyi merak ettiğim gibi, kendimi de merak ediyorum. Tanımak için çaba sarf ediyorum. İlgi alanıma girmeyen şeyleri de merak ederim ben. Bir şeyin ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl yapıldığını, nasıl çalıştığını… Öyle de bir çocukluk geçirdim zaten. Benim babam seracı. Hep böyle çiçeğin, böceğin içinde ne var anlamaya çalışırdım. Kasımpatı üretiyordu. Yazın da domatestir, maruldur, patlıcandır… Bir çocuk için cennetti büyüdüğüm ortam. Merak duygusu beni çok besledi. Büyüdüğüm ev sürekli kitap okunan bir evdi. Ablam baleyle uğraştı, sanat da desteklenirdi. Bilgi, yani bir şeyleri bilmek kıymetliydi. “Şunu okudum, şunu öğrendim” diyebilmek, onun sihri bana hep büyülü bir şey gibi gelirdi. Böyle de devam etti. Yeni şeyler öğrenmek benim için hala önemli.
Çağa uymakta zorlanıyor musun?
İnanılmaz bir hız var. O Kızılderili hikayesindeki gibi, ruhumuz bazen geride kalıyor, bize yetişemiyor. Her şey çok hızlı tüketiliyor. Bu serginin ortaya çıkış amaçlarından biri de bu. Biraz daha kalıcı işler yapmak istedim. Karikatürden resme kaydım, heykele kaydım.
Heykellerde hangi malzemeleri kullandın?
Cam var, ayna var, kil var, seramik var.
Ama sen bunun eğitimini almadın değil mi?
Yok hayır, el yatkınlığım var sadece.
Arada diyor musun “Gidip akademide seramik filan okusaydım”…
Yok demiyorum, kendime yeni bir bela da çıkartmak istemiyorum! Hem bir şeyin gerçekten ustası olmadan, onu ortaya çıkartmak da iddialı geliyor bana. Sergideki işler, heykel olarak assolist işler değil. Sadece ben onları öyle ifade etmek istediğim için heykel formundalar. “Çok iyi bir heykeltıraşım, bu işin ustasıyım” gibi bir iddiam da yok.
AKLIMIZDA SADECE “GEÇMİŞ ” VE “GELECEK” VAR. VE SÜREKLİ BUNDAN SONRA NE YAPACAĞIMIZ? BİR ŞEYLERİ NASIL DÜZELTECEĞİMİZ.
OYSA, HER ŞEY DÜZELTMEYE DEĞER DEĞİL!
CEM GÜVENTÜRK INSTAGRAM’A BAKTIĞINIZDA HERKES ÜNLÜ, HERKES BİR ŞEYLER YAPIYOR, BİR YERLERDE OYNUYORLAR FALAN, EGO TAVAN. AMA NEYE YARIYOR BU EGO? HİÇBİR HALTA YARAMIYOR!
Alçakgönüllüsün de… Sen aslında egolu bir adam olabilirdin. Seni de böyle kabul ederdik, “İşleri çok iyi, acayip yetenekli, idare edin” derdik…
(Gülüyor) Evet, egolu değilim. Belki de bunun bir yararı olmadığını düşündüğüm içindir. Hayatımda pek çok egolu insanla karşılaştım. Günden güne daha da fazla karşılaşıyoruz onlarla. Çünkü Instagram’a falan baktığınızda herkes ünlü, herkes bir şeyler yapıyor, bir yerlerde oynuyorlar falan. Ama neye yarıyor bu ego? Hiçbir halta yaramıyor.
Hemingway seviyormuşsun, o Henry öyküleri, Anderson ve Haneke filmleri. Müzikte de deneysel şeylerden hoşlanıyormuşsun…
Evet. “Rahatsız edici” şeyleri seviyorum. Daha doğrusu, bir sevimlilik içerisindeki “rahatsız ediciliği.” Bir şeylerin çok gerçek olması, böyle biraz damarımıza basması, gözümüze sokulması hoşuma gidiyor. Bunun, bir sevimlilik çerçevesi içinde yapması daha da hoşuma gidiyor. Mesela renkli renkli bir sürü yazı var. Ama hayatın gerçekliğiyle alakalı. Tokat gibi çarpıyor yüzümüze. Ama pasta gibi tatlı bir şekilde sunulmuş. Biraz oksimoron şeyleri seviyorum yani.
Dizileri izlerken, “Ya bu ne rezil bir senaryo! Böyle dialog mu olur? Ne sahte replikler!” diye düşündüğün ve “Şu senaryo işine el atayım!” dediğin oluyor mu?
Fenerbahçe’nin bağlamında anlatayım. Fenerbahçeliyim ben. Babamdan miras. Animasyonlarını, sosyal medya paylaşımlarını beğenmiyordum. Dedim ki, “Sizden hiçbir ücret vesaire beklemiyorum. Ben yapmak istiyorum. Sadece gördüğüm şeyin daha güzel olmasını istiyorum.” Sağ olsunlar kırmadılar beni. Bütün animasyonlarını ben yaptım. Ben daha iyi şeyler görmeye başladım. Mutlu oldum, onlar da mutlu oldu. Aramızda güzel bir kimya oluştu. O yüzden, belki bir gün dizi işlerine de el atarım.
Bu arada Ekşi’ye baktım. Senin için, “Karikatür dünyasının Cezmi Ersözü’ü” diyenler var. Ne bu sence? Düşmanlık mı? Kıskançlık mı? Alınıyor musun böyle şeylere?
Yooo. Sıfır. Bunların hasbihalini bile yapmak istemem. Adam onu düşünmüş, incelemiş, anlamaya çalışmış yazmış falan. Benim için yeterli. Akıllarınca küçümsüyorlar. Onu da, beni de. Ama benim için hiç önemi yok.
“Bana komaz!” mı diyorsun?
Koymuyor gerçekten. Çünkü sosyal medyada iş yapıyorsanız, derinizin kalın olması gerekiyor. Böyle şeylere alışmış olmanız gerekiyor. İltifatlar yükseltmiyor beni, hakaretler de aşağıya çekmiyor. Bir mizah dergisinde çizgi roman üretiyorsanız ya da bir mizah dergisinde bir köşeniz varsa, siz kabul etmeniz de etmeseniz, popüler kültürün bir parçasınız. Alışacaksınız. Ben de alıştım.
“O kadar tecrübeden öğrendiklerimiz, hiçbir hissetmemek için miydi yani”… “Önce ruh ikizimizi aramak için yola çıktık, sonra kendimize doğru yürürken en azından bir ruhla karşılaşalım istedik. Şimdi sadece kendimize ulaşmaya çalışıyoruz”… Bu laflar, nasıl geliyor zihnine? Birdenbire mi?
Genellikle şöyle oluyor: Telefona ya da eskiz defterime not almış oluyorum. “Ruh ikizi” diye bir başlık mesela. Onunla zihnimde evirip çeviriyorum. Ben buna, “fikri demlemek” diyorum. Mesela bir ev fikri oluyor aklımda. “Bazı insanların içine evler yaptık” diye bir öykü çıktı mesela ondan. O öykü, iki buçuk-üç ay eskiz defterinde durmuştu. Yani onu nasıl şekillendirebilirim, nasıl demleyebilirim, nasıl daha doğru anlatabilirim noktasında hep böyle bir işleme süreci var.
Vahiy gibi gelen var mı birdenbire?
Çok az. Çok hızlı gelene güvenmem zaten!
Peki mesela sabah uykuyla uyanıklık arasında, duşta, uçakta, tuvalette, ne bileyim yürürken, müzik dinlerken falan akla gelen bir şeyi, “Dur not edeyim” falan…
O hep var.
Hak ettiğin ün de misin sence?
Bence fazlası bile! Bu kadarını bile asla hayal etmiyordum. Söyleşilerle neredeyse Türkiye’nin hemen her üniversitesine gittim. Hiç tanışamayacağımı düşündüğüm insanlarla tanıştım, arkadaş oldum. Kitaplarım oldu. Sergiler yapıyorum. Pek çok takipçim, okuyucum var. Hepsi de şahane tipler. Daha ne olsun?
Hak ettiğini düşündüğün paraları kazandın mı?
Bence kazandım.
Mesela Büyükçekmece’deki at çiftliğinin yanındaki ev kira mı?
Yok satın aldım. Tamam Zekeriyaköy’de değil ama biz Büyükçekmece’yi seviyoruz. Çok şükür bunu alabildim.
Parayla ilişkin nasıl?
Bir sanatçıdan beklenmeyecek kadar iyi. Pinti değilim ama elimdeki tutmayı bilirim. Belki de garanticilikten kaynaklanıyor. Sonuna kadar yemem yani. Hep böyle, “Bir duralım bakalım” kafasındayım. Çocukken ağaca çıkmadan bir düşünürdüm ya, onun gibi.
NFT işleri ne oldu?
NFT bir sanki rüzgar gibiydi dünyada. Şimdi pek yok sanki.
Gelelim yarın başlayacak sergine: “Ay, Güneş ve Ay.” Ne kadar heyecanlısın?
Bayağı heyecanlıyım. Ama beni derinden üzen ve sarsan bir şey oldu. Geçen hafta, babamın pankreas kanseri olduğunu öğrendim.
Aaaa çok geçmiş olsun!
Sağol. Bu gelişme de haliyle beni sergi heyecanımdan biraz koparttı. Babam benim hayattaki kahramanlarımdan biri. Biz çok çok yakınız.
Kaç yaşında?
68. Metastası da var karaciğerinde. İzmir’de yaşıyorlar ama İstanbul’da başladı tedavisine.
Şifa diliyorum.
Teşekkür ederim. O yüzden buruk bir heyecan yaşıyorum. Sergiyi gezmesini çok istiyordum. Ben biraz, “Are you proud of me dad?” kafasında biriyim. Ailemi gururlandırmak çok önemlidir benim için. Babam da hayatında ekstra önemlidir. Sergi süreci boyunca, iş üretirken hep böyle çok motiveydim. Zaten yaptığı şeyi çok iyi yapmaya çalışan, titizlenen biriyim. Ama şimdi sağlıkla sınanıyoruz.
Annen nasıl bir ruh halinde?
Nasıl olsun? Ailecek pek iyi değiliz. Babam, hep bana yol gösteren, yoluma yola ışık tutan biri oldu. Pek doğru yerleri işaret etti. Bu şartlar altında da iyi olmaya çalışacağını, iyileşmek için elinden geleni yapacağını biliyorum. Umut ediyorum.
Bu serginin bir önceki sergiden farkı ne?
Bu aslında çok daha ayakları yere basan bir sergi. Bir önceki, sanki karikatürlerin bir araya gelmesi gibiydi. Karikatürlerin tablolara yansımış şekli gibiydi. Bunlar ise, tamamen resim olarak adlandırabileceğim şeyler. Hepsi kanvas üzerinde büyük işler. Ama geveze bir sergi de diyebiliriz. Çokça yazı da var.
Ne diyor bu sergi bize özet olarak?
Bir arayışın bir parçası bu sergi. İnsanın anlam arayışının. Çünkü şöyle şeylerle kuşatılmış vaziyetteyiz gönümüzde: “Gezegenlerin dizilimi, işte ay burcu, güneş burcu, bilmem ne geri gidiyor, Mars retro yapıyor falan filan.” Bu arayış bana hem hüzünlü hem komik geliyor. Bir duygu kokteyli gibi. O yüzden isim olarak “Ay, Güneş ve Ay”ı seçtim. Birçok şeyimizin bunlara bağlı olduğunu sanıyoruz. Aşk hayatımızın, sağlığımızın, para durumumuzun falan. Hatta inanıyoruz.
Sen Boğa’sın, karının burcu ne?
Koç o. Ama şaşırtıcı şekilde, çok sessiz sakin bir tip.
Nasıl tanıştınız?
Söyleyeyim mi?
Dur, ben tahmin edeyim… Senin takipçindi…
Evet.
Bütün işlerini takip ediyor ve çok beğeniyordu…
Evet.
DM’den mi yürüdü sana yoksa?
Nerden bildin? Eveeeet. Sonra tanıştık, aşık olduk. Evlendik. Şimdi de kedilerimiz ve köpeklerimizle birlikte mutlu mesut yaşıyoruz. O, her gün kliniğe gidiyor, ben de evden çalışıyorum.
Çocuk düşünüyor musunuz?
Evet. Geçen sene eşim, düşük yaptı. Çok üzüldük. Ama hala düşünüyoruz. Bir aile olmak istiyoruz. Babamın benimle kurduğu o bağı, ben de çocuğumla kurmak istiyorum. İyi baba olurum gibi geliyor bana. Karımın ise şahane bir anne olaca- ğından hiç şüphem yok.
Wild diye bir işin var… “Yalnız iyileşen, kalabalık vahşileşir” yazıyor tablonun tepesinde… Eğer desen yeteri kadar güçlü olsa, bu cümleye gerek olur mu? Ben sözcüklere bayılıyorum da… yine de sormak istedim…. O sözcükler, deseni güçlendirmek için mi?
Sözcükleri çok sevdiğim ve bir araya geldiklerinde oluşturdukları şeyin çok büyülü olduğuna inandığım için, resmin bir yerinde muhakkak sözcük olsun isteyen biriyim. Belki de karikatürden geldiğim içindir. Çünkü bizde hep resmi anlatan bir üst yazı, ne bileyim bir balon, bir fısıldama, bir düşünce vs. olur. O yüzden o bağları kopartmamak için yazıyı kullanıyorum.
Ve güçlendirdiğini düşünüyorum. Ama yazısız işlerim de var. Sadece yazı olanlar da var.
Sende her şeyi mahvetme enerjisi var mı?
Maalesef var. Bence bundan da besleniyo- rum. Uzun süre iyi ve güzel giden şeyler, ürkütücü geliyor bana. Kendiliğinden bozul- mazsa bile, sanki bir noktada benim dahilimle bozulacakmış gibi.
“Hayatına dokundu… Ama onun bir parçası oldu mu?” Hayatımız, dokunup geçip gittiğimiz ve hayatımızın bir parçası olmayan şeylerle mi dolu?
Evet. Bu da hıza dair bir şey. Bazen de bazı şeyler hayatımızın bir parçası olsun istemiyoruz. Çünkü bu hızla beraber, “Sadece dokunsun geçsin okeydir” noktasına geldik bence. Üzücü ama geldiğimiz nokta bu.
“Her şey düzeltmeye değer değil…” Bu cümle nasıl çıktı?
Biz her şeyi, çok eğip bükmeye çalışıyoruz. Bence sürekli bir ittirme halindeyiz. Zamanı da eğip bükmeye çalışıyoruz. Şu “an”da olamıyoruz, “an”la alakalı hiçbir şey hissedemiyoruz. Aklımızda sadece “geçmiş” ve “gelecek” var. Ve sürekli “Bundan sonra ne yapacağımız? Ve nasıl düzelteceğimiz. Oysa, her şey düzeltmeye değer değil. Bazen bu çabamız komik ve acınası geliyor.
“Büyümek dediğiniz… Bunu daha önce gördüm ve artık nasıl biteceğini biliyorum demekle dolu…” Ne güzel bir söz bu! İnsan bun çok sevdiği biriyle konuşmak, köpürtmek ister… Bu laflar öyle mi çıkıyor? Birileriyle sohbet sonucunda mı?
Bazen. Babam o insanlardan biri işte. Biz babamla hayat dair uzun uzun sohbet ederiz.
Baban bir tür filozof o zaman…
Benim için öyle. Ondan çok beslendiğimi düşünüyorum. Çocukluğumdan bu yana inanılmaz ufuk açıcı oldu. Kafamdaki arkasındaki kapıyı açma cesaretini göstermeme sebep oldu. Çok şanslıyım böyle bir babam olduğu için. Bana hep inandı.
Instagram’da baktım. Hemen hemen bütün yorumlara cevap yazıyorsun, takipçilerinle birebir bir iletişim kuruyorsun…
Evet. Okuyucularımla gerçek ve samimi bir ilişkim var. Mesela imza günlerinde beni benden iyi tanıyan okuyucularla karşılaşıyorum. “Abi niye orada öyle yaptın?” diyen, hayatımla ilgili tavsiye verenler falan. Çok seviyorum bu ilişkiyi. Instagram’a yorum yazdıklarında da, içimden bizzat iletişim kurmak geliyor. Bir stratejinin parçası değil yani bu, içimden geliyor.
Sosyal misin? İçine kapanık mı?
Sosyal bir tip olduğum söylenemez. Çok belli bir arkadaş çevrem var. Onun dışında geniş bir sosyallik yok hayatımda Büyükçekmece seçimimden de bellidir zaten.
İnsanın soyadında “güven” kelimesi geçince, güvenilir olmak için özel bir gayret sarf ediyor mu, hele senin gibi kelimelerle aşk yaşayan biri…
Benim adımı da Güven koymak istemişler. Düşün, Güven Güventürk olacaktım. Sonra “Yok ya, sahne adı gibi oluyor!” diye vazgeçmişler. Allahtan. Biraz üzerine düşünüp, vazgeçmeleri iyi olmuş.
Ablanın ismi ne?
Gizem. Gizem’in de biraz esrarengiz filan olması beklenir di mi? Bizim ki tam tersi. Çok şeffaf. Acayip dışa dönük, sosyal filan.
Evde çizen kim vardı?
Babam. Kara kalem falan denemeleri var. Babamın hep insanı gaza getirici bir tarafı vardır. Her yönüyle güzel bir örnektir.
Mutlu bir ailede büyümüşsün…
Evet öyle.
Babandan öğrendiğin en önemli şey nedir?
Biz hep tarlada, bahçedeydik babamla. Doğadaydım yani. Bir çiçeğin, sıfırdan bir tohumdan büyüyüşüne tanıklık ettim. Bir goncadan açılışını gördüm. Kısacası bir şeyi yaşatmanın, yeşertmenin çok kıymetli olduğunu öğrendim. Ve zaman aldığını. Hiçbir şeyin küt diye olmadığını… Bunların hepsini babam sayesinde öğrendim. Bir gün fark ettim ki, tüm bunlar yaptığım iş için de geçerliydi. Yavaş yavaş çiçekleniyordu. Ne kadar sulanması, ne kadar ışık alması gerektiği, zaman içinde öğreniliyordu. Ama iyi işlerin ortaya çıkması da bir çiçeğin ortaya çıkışıyla benzer normlar içeriyordu.
Harika! Peki annenden öğrendiğin en önemli şey nedir?
Annem çok sahici bir kadındır. Çok samimidir. Burada olsa şimdi, neler neler anlatırdı hakkımda. “Bunu anlatırsam acaba kötü mü olur, yersiz mi olur” demez, komiktir, tatlıdır içinden geldiği gibi anlatır. Okuyucularımla ve genel olarak herkesle kurduğum iletişimdeki gerçekliği annemden almışım.
Gözünü nereye diktin? Kendin ve işinle ilgili hedeflerin neler?
Yaptığım işlerin yurt dışında karşılık bulmasını istiyorum. “Stories” kitabım, böyle bir deneme. Yarın başlayacak sergiyi de, daha büyük alanlara, yerlere taşımak istiyorum. Çünkü yaptığım işin, yani bu dilin evrensel olduğunu düşünüyorum.
VE GELDİK SON SORUYA
Hayatta senin için en önemli şey nedir?
Geçen haftaya kadar başarıydı. Babamın hastalığını öğrendikten sonra… Sanırım anda kalabilmek. En önemli şey, sevdiklerimizle anı yaşayabilmek galiba.