Bugün, Gezi tutuklusu Çiğdem Mater‘in doğum günü!
.
Çiğdem Mater 15 aydır cezaevinde. Biliyorsunuz çekmediği bi film için içeride!!! Bol bol okuyarak, yazarak, rutinlerine sarılarak ayakta durmayı başarıyor. “Olabildiğince iyi idare ediyorum” diyor. Kendisine 10 üzerinden 7 puan veriyor!
18 yıl hapse mahkûm edilen Çiğdem Mater, “yapılamayan” şeylerden suçlu bulunmuş bir isim. Çekmediği bir belgesel yüzünden cezaevinde… Yaşadığı zorluklara, tüm tuhalık ve saçmalıklara rağmen duruşunu korumayı başarıyor.
Gezi Davası, Yargıtay aşamasında. Yargıtay Başsavcılığı, 18 yıllık hapis cezalarının onanmasını talep ediyor. Çiğdem Mater, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nde hakimlerin bulunduğuna dair umudunu koruyor. Aksi takdirde, sadece bu davadan tutuklu olan yedi kişi için değil, hukukun ve memleketin geleceği için durumun oldukça karanlık!!!
Çiğdem, yazdığı yazılarla hapishane hayatının zorluklarını, saçmalıklarını sık sık dile getiriyor. “Bir kettle nelere kadir?” yazısı bi baş yapıt. Önce imkansızlıklardan kettle’la Türk kahvesi pişirmeyi öğreniyorlar. Sonra kendilerini aşıyorlae veeee börek, tost, patates yemeği-püre, mercimek köftesi, tantuni derken, kettle’la içli köfte bile pişirmeyi başarıyorlar.
Arkadaşları da Çiğdem’in kettle yazısından ilham alarak, doğum günü şerefine bir kampanya hayata geçirdi. Kettle It / Kettılla projesiyle hapishane koşullarının konuşulması, tartışılması ve çözüm önerileri üretilmesi konusunda farkındalık yaratmayı amaçlıyorlar. Çiğdem de bu kampanyanın, cezaevi şartlarının gündeme getirilmesine katkı sağlamasını umuyor.
Evet, bugün, Çiğdem Mater‘i doğum günü… Yeni yaşında haksızlıkların son bulmasını, özgürlüğüne kavuşmasını diliyorum… İyi ki doğdun #ÇiğdemMater
Çiğdem’le yazışarak söyleştik. Avukatları Hürrem Sönmez ve İlayda Gedik’e soruları ilettim. Çiğdem de yazılı cevapladı. Hem Çiğdem’in sesini size duyurmama yardımcı olan hem de tüm hukuksuzluklara rağmen inatla ve sebatla hukuku işletmeye çalışan avukatlarına bir kez daha teşekkür ediyoruuummm…
Çiğdem, 25 Nisan 2022’den beri tutuklusun. O tarihlerde röportaj yapmıştık. Aradan 1 yıl 3 ay geçti. Öncelikle nasılsın?
-15 aydır hapiste olan biri için bence iyiyim 🙂 Ama şimdi “15 ay mı, vay arkadaş!” diye düşünmedim desem, yalan olur 🙂 Hapishanede zaman, tabii izafi ama bence, hızlı akıyor. Seninle 15 ay önce yazışarak söyleştiğimizde henüz çok acemiydim, artık epeyce “kıdemliyim.” Her sorana söylüyorum, kendime puanım 10 üzerinden 7. Bence, olabildiğince iyi idare ediyorum.
2018’DEN BERİ YAŞADIĞIMIZ TUHAFLIKLARA, TUHAFLIKLAR EKLENDİ BU 15 AYDA
BAŞKA PEK BİR ŞEY OLMADI 🙂
Bu süreçte neler yaşadın? Ne gibi hukuki gelişmeler oldu…
-2018’den beri yaşadığımız tuhaflıklara, tuhaflıklar eklendi, sadece bu 15 ayda. Başka pek bir şey olmadı 🙂 Öncelikle, İstinaf Mahkemesi, tutuklu yedi kişinin ceza kararını, kes-yapıştır yöntemiyle hepimize aynı gerekçeyi söyleyerek onayladı. Hukuk okumuş olmaya gerek yok, suçun kişiselliğinden söz etmek için… Üstelik mahkeme, kendi kendini de boşa düşürdü. Bir önceki bozma kararında yer alan taleplerin, hiçbirinin yanıtlanmamış olmasını göz ardı etti. Avukatlarımız ayrıca her birimizin tutukluluk haline son verilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yaptı ve İstinaf Mahkemesi’nin kararına karşı da Yargıtay’a başvurdu. Anayasa Mahkemesi, Osman Kavala hariç, her birimizin tahliye başvurusunu “Kabul edilemez” buldu. Osman Kavala için henüz karar verilmedi.
Gezi Parkı Davası’nda, “Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım” suçlamasıyla 18 yıl hapis cezasına çarptırılan yedi kişiden birisin! Aslında çekilmemiş filmden, yapılmamış toplantıdan, kurulmamış televizyon kanalından, yani aslında “yapılamayan” şeylerden suçlu bulundun… Sen, çekmediğin bir belgesel yüzünden hapistesin. Tekrar hatırlatır mısın? Nedir bu belgesel olayı?
-Şahane tespit! Evet, “Yapılmayan” şeylerden hapisteyiz. Benim de payıma, yapmadığım film düştü 🙂 2015’te, muhtemelen Türkiye’de sinema yapan herkes gibi “Bu olan bitenin filmini yapabilir miyiz?” diye düşündüm. Haziran 2013, bence mutlaka belgelenmesi gereken bir süreçti. Üzerine kafa yordum, sinemacı arkadaşlarımla konuştum, fikri geliştirmeye çalıştım ve sonuçta bir yapımcı olarak, bence, işimi iyi yapamadım. Filme kaynak yaratamadım ve bir film yapmadım. 2018 Kasım’ında gözaltına alındığım andan itibaren, 2022’de mahkeme sonuçlanana kadar, polis fezlekesinin ve iddia makamının inatla “film yaptı” suçlamasına (-film yapmak=suçlama, bu tuhaflık ve saçmalık da burada dursun) “Yapmadım, yapmış da olabilirdim ama yapmadım. Yapsaydım da bir filmi mahkeme salonlarında değil, sinema salonlarında tartışabiliriz ancak” diye yanıt verirdim. Sonunda, ikinci yargılanmamızda, nasıl olduysa mahkeme filmi yaptığım iddiasını, “Gezi ayaklanması başarısızlığa uğradı diye filmden vazgeçti” diyerek geri çekti. Ama ben sonuçta bir film yapmayı düşünerek, hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım etmek suçlamasıyla 18 yıl hapse mahkûm edildim. Ve mahkeme salonunda tutuklandım.
Akıl alacak gibi değil ama Almanya’dan duruşma için geldiğin Türkiye’de “kaçma şüphesi”yle tutuklandın. Şimdi hapishanedeki ranzanda, “Hiç Türkiye’ye dönmeseydim. O duruşmaya katılmasaydım” dediğin oluyor mu?
-Önce şunu anımsatmak isterim: İlk beraatımızın ardından, hepimizin yurt dışı çıkış yasakları kaldırıldı. Yani hepimiz gidebilir ve asla dönmeyebilirdik. Bu arada ben, bizimki gibi saçma sapan, neresinde tutsan elinde kalacak davalarla yargılanan herkesin “gitme hakkının” sonuna kadar arkasındayım. “Hapiste yatmak, bedel ödemek” gibi romantik cümlelere inancım yok, gidebilen gitsin. Ama bir yandan da özellikle son 10 yılda, çok sayıda tanıdığımız, arkadaşımız, sevdiklerimiz gitmek zorunda kaldı. Ve ben onların yaşadıklarından, sürgünün ne denli zor olduğunu biliyorum. Hiç kolay iş değil. Türkçe’nin en kıymetli yazarlarından Aslı Erdoğan (-ki yaklaşık sekiz yıldır sürgünde) geçenlerde, Türkçe’yle kopan ilişkisinden söz ediyordu. Öyle haklı ki. Kendini anlatma ve belki de daha önemlisi karşısındakini anlama, hiç de öyle anadilindeki gibi kolay değil, başka bir dilde. Soruya geri döneyim, tuhaf ve saçma gelebilir ama (-şimdilik) “hiç Türkiye’ye dönmeseydim” dediğim olmadı. Bu süreç uzarsa bilemem, belki derim. Her sabrın bir sınırı var 🙂
TEBLİĞNAME DE TIPKI POLİS FEZLEKESİ VE İDDİANAME GİBİ NERESİNDEN TUTSAK ELİMİZDE KALIYOR
Yargıtay Başsavcılığı, Gezi Davası’nın tebliğnamesini hazırladı. 18 yıllık hapis cezalarınızın onanmasını istedi. Sadece Mücella Yapıcı hakkındaki kararın bozulmasını istedi. Sence, Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bunu reddedecek mi? Bu yanlıştan dönüleceğine dair umudun var mı?
-Doğru, Yargıtay Başsavcılığı, Mücella hariç, hepimiz için onama istedi. Mücella avukatları aracılığıyla kendisi için istenen bozma kararının hepimiz için geçerli olması gerekliliğini şahane bir dille anlattı. E bunca zamandır yargılanınca, hepimiz azıcık hukukçu olduk 🙂 Yargıtay Başsavcısı, tebliğnamesinde, benimle ilgili beş telefon konuşmasının tapelerini, 18 yıla gerekçe olarak sunuyor. Söz konusu beş konuşmanın hukuksuz dinlemeler olduğunu bir kenara bırakalım (-yani, bırakmayalım tabii o ayrı ama!) bu konuşmaların tamamı, 2007 yılından beri parçası olduğum “Hrant’ın Arkadaşları” grubu adına davayı takip ve 19 Ocak anmaları üzerine yaptığım görüşmeler! İki ihtimal var: Yargıtay savcısı, Hrant Dink’i anmayı ve cinayet davasını takip etmeyi suç addediyor ki bu hem hukuken hem de vicdanen kabul edilemez. Ya da “okuduğu” tapelerdeki konuşmaların neyle ilgili olduğunu hiç anlamamış, neden-sonuç ilişkisi kurmamış, tarihlere bile bakmamış ki bu da makamı gereği kabul edilemez. Yani tebliğname de tıpkı polis fezlekesi ve iddianame gibi neresinden tutsak elimizde kalıyor.
Özgürlüğüne kavuşacağına inanıyor musun? Yargıtay’ın kararı, özgürlüğünüze dair son umudunuz mu?
-Aslında pek naif biri değilimdir. Öyle de bilinmem, hatta yakınımdaki insanların sinirini bozacak ölçüde gerçekçiyimdir. Ama niyeyse Yargıtay 3. Dairesi’nde hakimler olduğuna dair umudumu koruyorum, korumak istiyorum. Aksi halde, sadece bu davadan tutuklu olan 7 kişi için değil, hukuk için ve memleket için bu durum çok karanlık. Yargıtay, teknik olarak köprüden önceki son çıkış değil. Onama kararı gelmesi halinde, Anayasa Mahkemesi’ne gideceğiz. AYM ihlal vermezse bu sefer de rota, AİHM. Tabii bütün bunların aylarca, yıllarca sürdüğünü unutmamak gerekiyor. Gerçekten gözümüzün önünde sabır taşına dönen, üstelik öğrendikleri ve inandıkları hukuk her gün ama her gün parça pinçik edilen, buna rağmen inatla ve sebatla hukuku işletmeye çalışan avukatlarımızın, ne yazık ki hâlâ, önlerinde uzun bir yol var. Tabii bu arada, Anayasa’nın 90. maddesi gereği, yerel mahkemelerden “yüksek” olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Osman Kavala için verdiği “derhal salıverilme” kararının 10 Aralık 2019’dan bu yana uygulanmadığını, Anayasa’nın açıkça ihlal edildiğini de anlatmam lazım. Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay da 14 Mayıs’tan bu yana, Anayasa ihlal edilerek Silivri’de tutulmaya devam ediyor. Yani, AİHM kararı bile alsak, uygulanmayabilir. Deneyimlerimiz bunu gösteriyor. Ama bir yandan da 24 saat, Türkiye gibi bir ülke için çok uzun. Her şey ama her şey bir anda değişebilir, şaşırmam.
Hapishane koşullarında varlığını sürdürmek, akıl sağlığını kaybetmemek için nasıl bir ruh hali geliştirdin?
-Akıl sağlığını kaybetmemek, benim de gün içinde üzerine epeyce düşündüğüm bir şey. Ama bir yandan da Türkiye koca bir tımarhane. Hapishane de bundan azade değil. Akıl sağlığını korumanın yöntemi, bence rutin. Cezaevinde her gün bir öncekinin ve sonrakinin aynısı. Sadece okuduğumuz kitaplar, gördüğümüz avukatlar ve vekiller değişiyor. Bu arada yeri gelmişken, 15 aydır bizi hiç yalnız bırakmayan, memleketin dört bir yanından tanıdık, tanımadık yüzlerce avukata ve muhalefet partilerinin eski ve yeni dönem vekillerine minnettarım. Koğuş kapısının her açılışı ve avukat görüş alanına “her gidiş” hapishaneden “an çalmak” ve şahane bir şey! Sanırım akıl sağlığımı, rutinle birlikte, merak duygumu ve neşemi kaybetmeyerek koruyorum. Bakırköy, Silivri gibi değil. Burası çoğunluğu adli sebeplerden tutuklu ya da hükümlü, kadınların olduğu bir yer. Bin küsur kadın, bin küsur hikâye demek. Dinlemesi de anlaması da zor. Hayatın sinemadan da edebiyattan da çok daha sert ve ağır olduğunu, 15 aydır her gün ve her gün öğreniyorum. O açıdan bakarsan hapishane, elbette çok öğretici bir yer. Ama tabii şart mıydı böyle bir eğitim süreci, o ayrı mesele 🙂 Hani, öğrenmesem de olurdu ya 🙂
OKUMAK VE YAZMAK CEZAEVİ RUTİNİNİN BELKEMİĞİ AMA KİTABA ERİŞİM, SAYISAL MANADA ÇOK CİDDİ BİR SIKINTI
Hem Türkçe hem İngilizce çok okuduğunu biliyorum. Okudukların sana nasıl bir destek ve güç veriyor?
-Okumak (-ve benim özelimde yazmak) bence cezaevi rutininin belkemiği. Cezaevi kütüphanesinden haftada üç, Avcılar Halk Kütüphanesi’nden ayda altı kitap alabiliyoruz. Ailelerimiz, iki ayda bir dışarıdan yedi yeni kitap getirebiliyor. Kitap meselesi, Bakırköy Cezaevi’nde epeyce netameli. Diğer cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler yerine göre her haftaya da 15 günde bir yeni kitap alabilirken, biz iki ayda bir alabiliyoruz. Kitaba erişim, sayısal manada çok ciddi bir sıkıntı.
Neler okuyorsun?
-Hayatta bir daha, bunca okuyacak vaktim olmayacak diye merak ettiğim her şeyi! Bizans, 16’ıncı ve 17’inci yüzyıl Osmanlı, Cumhuriyet’in kuruluşu, I. Dünya Savaşı’nda Ortadoğu, II. Dünya Savaşı’nda Rusya ile Almanya, adli tıp ve suç bilimleri gibi başlıklarım var. Bir ara II. Dünya Savaşı’yla ilgili o kadar çok detaya ve derine inmeye başladım ki akıl sağlığımdan endişe edip, üzerime romanlar atan arkadaşlarım oldu 🙂 Sanırım hapishanede II. Dünya Savaşı’na “sarmak” genel bir ruh hali. Diğer cezaevlerindeki arkadaşlarımla yazıştıkça aynı kitapları okuduğumuzu görüyorum. Bunun bir mânâsı var elbette 🙂 Son birkaç aydır “bütün kitaplarını oku” sistemine geçtim 🙂 Bernhard Schlink, Ian McEwan, Annie Ernaux, Halide Edip, Yakup Kadri ve Dag Solstad’i bitirdim ya da bitirmek üzereyim :))
En çok etkilendiğin kitap…
-Zor soru. En çok kıskandığım “Böyle bir şey yazmak için krallığımı verirdim” dediğim, Daniel Lee’nin “SS Subayının Koltuğu.” Böyle bir kitap nasıl yazılabilir diye hayran olduğum, Ian Kershaw’ın 2 ciltlik Hitler biyografisi. Gerçekten ruhen zorlanarak okuduğum, araya başka kitaplar alıp alıp, geri döndüğüm Svetlana Aleksiyeviç’in “Kadın Yok Savaşın Yüzünde” de çok sarsıcıydı. Aile üzerine düşünen herkesin mutlaka okumasını dilediğim Annie Ernaux’nun “Babamın Yeri” ve “Bir Kadın”ı… Bütün F. Scott. Fitzgerald’lar, Truman Capote’ler ve hayranlıkla Oscar Wilde… Hep aslen polisiyeci olduğum için çoğunu yeniden okuduğum Patricia Highsmith’ler, Ruth Rendell’ler (-ve Barbara Vine) Sue Grafton’lar ve tabii Agatha Christie’ler… Burada, hayat kitapların etrafında döndüğü için kitap deyince, sonsuz konuşabilirim, sustur beni 🙂
SADECE PEÇETE VAR. ZATEN “TUVALET KÂĞIDI ÇOK ZAMLANMIŞ, BOŞ VERİN” DİYE EĞLENİYORUZ. ÇÜNKÜ CİDDİYE ALMAK DELİRTİR
İçeride yaşadıklarını, T24 ve Bianet’e yazdığın köşe yazılarından takip ediyoruz. Beni sarsan yazılarından biri de “Türk kadını tampon kullanmaz!” gerekçesiyle ped yerine tampon isteğinin reddedilmesi… Bu, saçmalığın kaçıncı evresi?
-Valla sanırım 18756. evresi falan 🙂 Cezaevi tuhaflık ve saçmalıklar cumhuriyeti. Ben normalde kendimi hazırcevap addederim, her lafa yanıtım vardır. Bir kadın doğum uzmanı, gözümün içine bakıp “Türk kadını tampon kullanmaz” deyince, vallahi kalakaldım! Ama saçmalıktan saçmalık beğenelim, mesela Bakırköy Cezaevi kantininde tuvalet kâğıdı yok, yani tampona gelene kadar… Başka cezaevlerinde var, burada yok. Niye? Belli değil. Sadece peçete var. Zaten “Tuvalet kâğıdı çok zamlanmış, boş verin” diye eğleniyoruz. Çünkü ciddiye almak delirtir.
Türkiye’de kadın cezaevleriyle ilgili pek bir şey yazılmamış di mi?
-Evet. Burada gördüğüm ve yaşadığım her şey bir deneyim, tamam. Ama senin de dediğin gibi çok kıymetli birkaç araştırma ve kitap dışında, Türkiye’de kadın cezaevleriyle ilgili hemen hemen hiçbir şey yapılmamış. Hele ki adli kadın tutuklularla ve hapishane şartlarıyla ilgili neredeyse hiç. Fırsattan istifade, İpek Merçil ve Seçil Doğuç’un Bakırköy Kadın Cezaevi’ni anlattıkları kitapları “Dört Duvar Kadına Ne Yapar”ı hararetle önermek isterim. Hapishaneyi, koşullarını ve buradaki kadınları, kalemim elverdiğince yazmayı önemli buluyorum. Buradaki hikayelerin, sertliğin, acının, neşenin, tuhaflığın ve saçmalığın aktarılması birilerinde, “Ya neler oluyormuş?” duygusu yaratması bence anlamlı. Diğer kadın cezaevlerinin de farklı olduğunu sanmıyorum, Bakırköy Kadın Cezaevi, derin yoksulluğun en net göründüğü yerlerden biri. Ve ne yazık ki şimdiye kadar hiçbirimiz kafamızı çevirip bakmamışız. İnsan başına gelince, görüyor, anlıyor. Yoksulluk, adli yardıma erişememe, aileden ve çevreden dışlanma derken, çok zor ve çok sert hayatlar. Ceza İnfaz Sistemi de ne yazık ki hiç yardımcı olmuyor. Ben elimden geldiğince yazmayı sürdüreceğim, mesele sadece tampon değil yani, keşke öyle olsaydı…
“Bir kettle nelere kadir?” yazından da çok etkilendim. Türk kahvesi pişirme yöntemini öğrenmek için çıktığınız yolda, börek, tost, patates yemeği-püre, mercimek köftesi, tantuni derken, kettle’la içli köfte bile pişirmeyi başarmışsınız. Bravooo… Seni, Mücella’yı ve bu tariflerde katkısı olan tüm kadınları kutluyorum. Bu aslında bir direniş mi?
-Kettle yazısını yazdığımda henüz acemiydik, sorma, o zamandan bu zamana iyice geliştik 🙂 İskenderden yağmalaya, semaverde “Kapama a la Mücella” dediğim, kavurmayı, kuzu kapama gibi pişirdiği yemeğe kadar… Çok ilerledik. Benim yemeği yemekle alakâm var, yapmakla pek yok gerçi. Şu anda buzlu çay konusunda uzmanlığımı geliştirmeye gayret ediyorum. Mevsim gereği çeşitli meyveler deniyorum. Bu haftanın ice tea’si karpuzlu. Mine, inanılmaz salatalar yapıyor, üç kişilik minik dünyamızda asayiş berkemal yani 🙂 Çılbırdan, domatesli pastırmaya, gittikçe el yükselttik bu 15 ayda 🙂 Yemek meselesi mecburi direniş diyelim 🙂 Siz bakmayın şeflerin (-çoğunlukla) erkek olduğuna! İlk tutuklandığımızda, avlular arası dolaşan bir tarif defteri geçmişti elime, ilk sayfasında “Bir yerde semaver varsa, orada umut vardır!” yazıyordu. Biz o zamanlar henüz hücredeydik, sadece kettle’ımız vardı. Koğuşa geçince semaver alma hakkımız oldu. Böylece, ‘bir kettle nelere kadir’e, bir de semaver ekledik. Valla, her şey pişiyor, öyle diyeyim. Muazzam bir alet semaver! Önüme gerçek ocak koysanız, ne yapacağımı ilk an bilemeyebilirim 🙂 Kısacası burada yemek meselesi, bir çeşit “MasterChef meets Survivor!”
Doğum gününde bir kampanya hayata geçiriliyor. “Bir kettle nelere kadir?” yazından ilham alınarak. Kettle It / Kettılla projesini duyunca ne hissettin?
-Fikri duyunca çok neşelendim, çok eğlendim. Gerçekten şahane arkadaşlarım var. Ama videoları izleyemeyeceğim için çok üzgünüm. Kettle yazısı çok okundu, çok dolaştı. Pek çok cezaevinden tariflerle dolu mektuplar aldım. Sosyal medyada da şahane fikirler çıktı. En çok da şartlar manasında kader ortaklığı yaşadığımız, yurtlarda kalan üniversite öğrencilerinden gelen öneriler, fikirler işime yaradı. Neşesi bir yana, insan “düşünce” anlıyor. Hapishane, gündelik hayatta “normaliniz” olan hiçbir şeye erişemediğiniz bir yer. Çıtçıtlı tırnak makasıyla saç kesmekten falan söz ediyoruz. Kettle’la buradaki şartların konuşulması, tartışılması ve çözüm önerileri üretilmesi için küçük bir kapı açarsa ne mutlu bana! Ne mutlu bize… Yoksa kettle bahane! Ama yine de herkese en azından bir kere Kettle’da Türk Kahvesi pişirmeyi öneririm, deneyin. Kettle’a bir şey olmuyor. Bizim kahve kettle’ımız 15. zafer ayını doldurdu!
HAPSE GİRDİK DİYE NEŞEMİZİ VERECEK DEĞİLDİK!
İlk ayınızda Mine yalnız… Mücella ile sen avlusu olmayan, dokuz metrekarelik hücrelerde kalıyordunuz di mi?
-Evet. Hücre anlatılamayacak kadar zordu. 2022 Temmuz başında, üçümüz bir koğuşta buluştuk. Bizden önce 13-14 kişinin kaldığı bir yer. Mekânsal anlamda oldukça şanslıyız. Ama içinde bulunduğumuz koşullar zarif bir tecrit. Aile-arkadaş görüşleri, avukat ve vekil ziyaretleri dışında kimseyi görmüyoruz, kimseyle sosyalleşmiyoruz. İnsanlarla ancak “karşılaşıyoruz”. Oysa yasalara göre, sohbet, kurs, faaliyet, gibi etkinliklerde bir araya gelebilmemiz lazım. Olmuyor. Ama yine de verili koşullara göre, çok, çok, çok iyiyiz. Hapse girdik diye, neşemizi verecek değildik!
Dışarda en çok neyi özledin?
-Fiziksel olarak bir numaram koltuk. Koltuk özledim. Gerçekten, çıkınca bir daha asla plastik sandalyeye oturmayacağım, üç ömürlük oturdum! Nasıl olduğu fark etmez, koltuk olsun yeter! Ama tabii en çok, arkadaşlarımı özledim. Sevgilimin, annemin ve babamın da dahil olduğu dev arkadaş grubumu!
İlk tutuklandığında, “Tutuklanmak yaşarken cenazeni görmek gibiymiş!” demiştin. Hala öyle düşünüyor musun?
-Evet. Herkes “Tövbe, tövbe” demişti ama gerçekten öyle. Benim cenaze, ne güzel ki epeyce kalabalıktı 🙂 En çok o şahane insanlarla konuşmayı ve birlikte susmayı özledim. Arkadaşlarla durup, susabilmek muazzam bir şeydir ya, hiç konuşmadan. Ama tersine, aralıksız konuşmayı da özledim ki bu konuda dünya markası sayılırım. Bir de duvara toslamadan, dümdüz, saatlerce kilometrelerce yürümeyi!