Dünyaca ünlü fotoğrafçı Mert Alaş: Ben bir Atatürk çocuğuyum!


ÇOK severek yaptığım bir röportaj oldu. Zekâsına, vizyonuna, hayata bakışına ve tespitlerine bayıldım. Kendine güvenen, kendini bilen, sınırlarını zorlayan çok farklı biri Mert Alaş. Yaratıcılığa verdiği değer, geldiği noktanın kanıtı. Ve nerede olursa olsun Türkiye’nin ruhunu özlüyor. Gerçek bir Atatürk âşığı!
Ve Atatürk’e saygısı sonsuz. Türk gençleri için de elinden geldiği kadar destek vermeye çalışıyor.

– Cesaret, kendin gibi olma, yaratıcılık, çalışkanlık… Seni tanımlayan sıfatlar bunlar mı?
Çalışkanlık çok önemli, evet. Kendine, kendi yaratıcılığına güvenmek de önemli. Mesela pek çok genç insanla tanışıyorum, bir sorun var ortada benim tespit ettiğim…

– Nedir o?
Sosyal medyanın yol açtığı bir şey var ki bana üzücü geliyor. Herkes bir şeyleri takip ediyor. Herkes birileri gibi olmaya çalışıyor. Benim için mesela gençken tam tersiydi. “Ben n’apabilirim de kimse gibi olmam, kimselere benzemem” diyordum. Benim hayalim buydu. Çünkü biliyordum ki o zaman dikkat çekeceğim! Kendi yolunu bulmak çok önemli hayatta. Hem kişiliğinde hem de mesleğinde. Biz mesela 90’larda bir çekim yapıyorduk değil mi, bir fikir geliyordu aklımıza, 60’lı tarzları canlandırmak… Londra’da British Library’e gidip orada günlerce araştırma yapıyorduk. Hatta küçük kâğıtlara saç şekilleri, kaş şekilleri, duruş şekilleri çiziyorduk. Şimdi ne yazık ki her şey gençlerin elinin altında! Google’a bir giriyorlar, 60’lı yıllar yazıyorlar; araba modelleri, kıyafet, sinema ne varsa çıkıyor…

– Neden “ne yazık ki?”
Çünkü kendi beyinlerindeki yaratıcılık kutusunu ulaşamıyorlar! Gençlerin sorunu bu. Her şey hazır, pasta gibi önlerine geliyor. Ben o yüzden ben hep diyorum ki asistanlarıma, fotoğrafçı olduğunuz zaman 6 ay internetle ilişkinizi kesin. Sosyal medyaya bakmayın, kitap bakın, kitapçıya gidin… Çekim yapacaksanız referansı kendi beyninizde bulun! Sizin hayatınız bir hafıza hazinesi. Çocukluğunuz, gördüğünüz filmler, sizi etkileyen kokular, hepsi eğer yaratıcıysanız sizin için anahtar oluyorlar! Ben bunu yıllar sonra anladım.

INSTAGRAM’A ALDANMAYIN, İŞADAMI GİBİ CİDDİ BİR HAYATIM VAR



– Sen askılı tişört giyiyorsun, birçok erkek askılı tişört giyiyor, senin şortlarını giyiyor… Nasıl hisler uyandırıyor bunlar sende?
Hoşuma gidiyor. Instagram’ı keşfettiğimde çok eğlendim. Çok sıkı bir tempoyla çalışıyorum ben. Verimli olabilmek için iş hayatında ciddiyet gerekiyor. Üzerimdeki sorumluluk da çok fazla. İşte Instagram, benim çocuksu hatta deli yanımı yansıtan yer. Ama menajerlerim, “Sakın yapma! Böyle şortlarla çıkma!” ya da “Niye dudağını büzüyorsun?” dediler. Hatta durdurmaya çalıştılar. Ben de dedim ki “Ya size ne? Bu da benim çocuksu yanım…”

– Kendi özgürlük alanın yani…
Aynen! Instagram’da tekrar Ankaralı Mert oldum.

– Ben senin bohem bir artist gibi yaşadığını zannediyordum…
Sorumluluklar üst üste geldiği zaman her şeyi düzgün yapabilmek için kendine bir rota çizmen gerekiyor. 18 kişi çalışıyor bizim ofiste. Hepsinden sorumluyum. Gençken çok daha kolaydı. Üç tane çekim yapıyorduk, sonra 3 hafta dans ediyorduk kulüplerde. Şimdi öyle değil, hep işinin başında olmak zorundasın. Ama Instagram’a bakınca farklı bir hayatım varmış gibi duruyor. Çok da umurumda değil, kim ne zannederse zannetsin!

ÖNEMLİ OLAN İÇİNİ ZENGİNLEŞTİRMEN!

– Bu şahane vücutlu, kaslı, güzel gözlü, güzel bakan bronz adam senin yeniden doğuşun mu?
Yeniden doğuş değil ama zayıflayınca tatmadığım hisleri tatmaya başladım…

– O kadar etkili mi? Zayıf olmak, fit olmak bu kadar değiştiriyor mu her şeyi?
İnsanın kendini görmek istediği bir “hal” var. İnsanın kendi gözünün aynası var. Benim için önemli olan buydu. Ben istediğim şeyi giyebileyim, istediğim gibi koşabileyim, arkadaşlarımla beraber bir buçuk saat yorulmadan spor yapabileyim istiyordum. Kendim için zayıfladım yani.

– Hayatında ne değişti bu seksi adam olunca?
Teşekkür ederim ama kendimi o kadar seksi görmüyorum. Yine de hoşuna gidiyor insanlar gelip, imza alıp öpmek istediği zaman. Güzel bir his. Ama fit olmayı, bakımlı olmayı bu kadar abartmamak lazım. Bunlar geçici. Kısa süreli bir tema. Gül gibi solup gidiyor. Geçtikten sonra ne olacak? Gülün solunca, işte o zaman kendini nasıl beslediğin önem kazanacak. Sana gösterilen ilgi bittiği zaman ne gelecek? O önemli. İçini nasıl zenginleştirdiğin…

PROVOKASYONU SEVİYORUM

– Fotoğraflarına bakan der ki “Bu adamın hayatı seks!” Öyle mi?
Yok, alakası yok! Provokasyon benim sanatımda çok önplanda. Provokasyon beni heyecanlandırıyor. Bazı insanların kızması, bazı insanların “Yuh artık, bu ne ya!” demesi çok hoşuma gidiyor. Sıradışılığı seviyorum yaptığım işlerde…

– Sence bir gün baba olacak mısın? İstiyor musun?
Kesinlikle evet. Çok istiyorum. Ciddi ciddi düşünüyorum. Arkadaşlarımın hepsinin çocukları oldu. Bambaşka bir dünyaya daldılar. Onların çocuklarını görüyorum. Bence her insan hak ediyor. Çünkü gerçekten sana ait bir şey çocuk. Büyüse de, gitse de… Ben de insana ait o ölümsüz sevginin bir parçası olmak istiyorum. Ama tabii oturup matematiğe vurduğun zaman harcayacağın emek, alacağın sorumluluk… Korkutucu… Bunun okulu var, hastalığı var, var da var… Ama yine de şahane olsa gerek.

TÜRKİYE’DEN YUFKA İSTİYORUM

– Zaman zaman Türk bayraklı tişörtlerle poz veriyorsun, Atatürk fotoğrafları koyuyorsun…
Çünkü ben bir Atatürk çocuğuyum! DNA’ma yazılmış onun adı. Benim için çok değerli. 10 Kasım sabahı uyandım ve BBC’deki Atatürk belgeselini seyrettim gözlerim dolarak. Sadece bizim için değil, tüm dünyanın saygı ve hayranlık duyduğu bir lider o. Ben de elimden geldiğince onu anıyorum…

– Türkiye’yle ilgili en çok neyi özlüyorsun?
Ruhunu özlüyorum en çok. Yemeklerimiz, müziklerimiz, kokularımız, şivelerimiz, aksanlarımız, deyimlerimiz, dostluklarımız, misafirperverliğimiz… Hepsi bizim kültürümüz. O da ülkemizin ruhunu oluşturuyor! Birileri Türkiye’ye gidiyor, “Ne getireyim?” diyor. “Yufka” diyorum.

– Hadi ya! Börek mörek yapabiliyor musun?
Evde var çalışanlarımız ama yemeklerin hepsini ben yaparım. En büyük meditasyonum yemek yapmak. Öyle uyduruk yemekler de değil, gayet detaylı şeyler pişiririm.

TÜRKİYE’DE DE GENÇ SANATÇILARA ÖNEM VERİLSİN

“Türkiye’deki kıvılcımları görüyorum. Gençlerdeki heyecanı fark ediyorum. Ben istiyorum ki sanata daha çok önem verelim, Türkiye’yi ilerletelim. İngiltere’de öğrendiğim en önemli şey, burada genç yeteneğe, genç görüş açısına çok saygı duyuyorlar. Ben bunun Türkiye’de de olmasını istiyorum. Türkiye de genç sanatçıya, genç fotoğrafçıya saygı duymalı. Benim kafamda birkaç fikir var buna dair. Türkiye’nin dört bir yanındaki fotoğrafçı olmak isteyen gençleri bulmak istiyorum. Devletle ya da özel sektörle işbirliği yapıp Türk gençlerini, sanatçılarını dünyaya tanıtmak istiyorum. Bu benim en büyük hayalim. Umarım gerçekleştirebilirim…”

“PROGRAM YAP, TALK SHOW’A ÇIK!” DEDİLER, İSTEMEDİM

– Pek çok celebrity’le arkadaşsın… Neyini seviyorlar?
Dostluk bir alışverişle başlıyor. Ben sana bir şey vereceğim, sen bana bir şey vereceksin! Birbirimize verdiğimiz şeylerden mutlu olacağız… Bir adım daha ilerleyeceğiz. Ondan sonra bir şeyler daha vereceğiz, bir şeyler daha alacağız. O zaman öne çıkan duygu güven. Önce yaptığımız işe saygıları oluyor. Sonra bu güzel iş, dostluğa dönüşüyor. Ondan sonrası kişiliğe bağlı. Ben her çekim yaptığım insanla arkadaş olmuyorum. Ama o celebrity’lerden çok yakın dostum olanlar var. Bana hep televizyon programı teklifinde bulunuldu. “Program yap, talk show’a çık!” Kardashian’lar bile teklif etti, “Bir serimizde bizimle ol!” diye. Ben her zaman kendimi uzak tuttum öyle şeylerden. Çünkü bu iki türlü bir dünya. Hem avantajları var hem dezavantajları. Ben çok fazla açık ve herkesle hayatımı paylaşmak isteyen bir kişi değilim. Şöhret tamam da bir yere kadar, insan özel hayatını da özgürce yaşayabilmeli…

FOTOĞRAFINI ÇEKTİĞİM İNSANLA ASLA YATMAM!

– Fotoğraflarından tutku, şehvet, enerji ve illüzyon fışkırıyor… Ben bayılıyorum! Nasıl geliyor o fikirler aklına?
Ben çekime hep hayalimdeki bir karakterle başlıyorum. O karaktere bir rol veriyorum. Diyorum ki “Bu kişi böyle yaşar, böyle kahve içer, böyle giyinir, böyle bakar!” Onun oturacağı, duracağı yeri, ışığı kafamda bir film sahnesi gibi canlandırıyorum. Ondan sonrası, çekim günü karşımdaki kişinin bu rolü üstlenebilmesi veya üstlenememesine kalıyor. Ortaya çıkan şey de fotoğraf oluyor.

– Ona anlatıyor musun kafandakini?
Elbette, ki o Madonna bile olsa… Mesela “Kafanda bir tane karga olacak. Sen yana bakacaksın!” diyorum, “Ve bir sarı ışık yayılacak kafandan!” Zihnimde planladığım kare değil, bir dünya var. O dünyaya o kişiyi oturtuyorum…

– İnsan fotoğrafını çektiği biriyle yatmak ister mi?

İyi bir soruymuş! Benim için asla! Neden biliyor musun, ben o yarattığım karakterleri kafamda oynuyorum aslında. Mesela birinin fotoğrafını çekerken aslında yarattığım o karakter benim. “Parmağını şöyle kaldır, bacağını şöyle yap!” diyorum. Sanki ben kendimi yönetiyormuşum gibi olduğu için de karşımdakine duygusal ya da seksüel hiçbir şey hissetmiyorum.

RESSAM GÖKYÜZÜNÜ KIRMIZI YAPTIĞI ZAMAN KIZMIYORUZ. FOTOĞRAFÇIYA NİYE KIZIYORUZ?



– Photoshop’a karşı olanlar, “Gerçeği yansıtmayan fotoğraf, fotoğraf değildir!” diyenler var, sen nasıl diyorsun?
Photoshop ve dijital manipülasyon, fotoğrafı kafamda yarattığım dünyaya bir adım daha yaklaştırmaya hizmet ediyor. Mesela bir kız elbiseyle sokakta yürüyor, “Keşke gökyüzü kırmızı olsa!” diyorum. Bir ressam gökyüzünü kırmızıya boyadığı zaman biz ona “resim” diyoruz. Fotoğraf sanatçısı gökyüzünü kırmızıya boyadığı zaman neden kızıyoruz? Şunu unutmayalım ki bir sürü fotoğraf türü var var. Belgesel fotoğrafçılığı, haber fotoğrafçılığı var. Ben hiçbir zaman kendimi haber ya da belgesel fotoğrafçısı olarak görmedim. Ben kafamda bir dünya yaratıyorum ve bir şekilde fotoğraf sanatıyla kâğıda bir şeyler koymaya çalışıyorum. Bazen üzerine gerçek boya sürüyorum, bazen bilgisayarla çalışıyorum. Yani benim için photoshop hiçbir zaman “Aman kızın belini incelteyim, cildi pürüzsüz olsun!” değildi. Benim yapmaya çalıştığım daha farklı. Fotoğraf biraz gerçek, biraz gerçeküstü olduğu zaman beni heyecanlandırıyor. Mesela kızın gözlerini biraz büyütüyorum… Bakıyorsun aynı kız ama bir gariplik var. İşte o soru işareti beni heyecanlandırıyor. Yoksa güzel bir kızı, güzel bir kıyafetle, güzel bir ışıkta çekmek beni hiçbir zaman heyecanlandırmadı.

MERT ALAŞ VE MARCUS PİGOTT ORTAKLIĞININ 25. YILI

– Bir sürü fotoğrafçı var sizin gibi ikili olup ilerlemek ve öne çıkmak isteyen… Siz birbirinizin hangi eksikleri tamamlıyorsunuz?
En önemli nokta güven. Ve biz birbirimizin vizyonuna, yaptığımız işlere saygı duyuyoruz. Zaten saygı duymadığım birisiyle asla birlikte iş yaratamam. Biz aynı sanatçıları beğeniyorduk, aynı filmlerden etkileniyorduk ve bu vizyona sahip olduk. Ama bu arada çok ayrı insanlarız aslında. Ben mesela daha agresif, daha içinden geldiği gibi davranan, anlık hislerle değişen bir adamım. Marcus ise benim tam tersim. Daha pragmatik, daha temkinli, daha planlı. Ben mesela çekime gidiyorum, kırmızı bir koltukta beyaz bir köpek, elbiseli bir kadın çekeceğiz. Kırmızı koltuğu beğenmedim diyelim, sokağa çıkıyorum, “Elbiseli kadını köpekle birlikte ağacın önünde çekeceğim!” diyorum. Bu tabii büyük prodüksiyonlu müşteriler için çok büyük bir problem. Ama demek ki ben de deli cesareti var ki devam ediyorum. Böyle zamanlarda işi toparlayan, dengeleyen Marcus oluyor. Ama deli yanım onun işine de yarıyor çünkü ortaya yaratıcı, heyecan verici işler çıkıyor.

– Egolarınız hiç çarpışmadı mı yani?
Bu ego meselesi işe yaradı aslında. Onun yaptığı güzel bir şey beni heyecanlandırdı, hatta belki kıskandırdı. Onu kamufle edebilmek için ben iki adım daha ileri attım. Ondan sonra o attı. Tabii ki egolarımız çarpıştı, kavga da ettik ama hep bu sayede ileride de gittik. Zaten 25 yaşında çocuklar değiliz. İkimiz de artık ayrı dünyalarda, evlerde yaşayan insanlarız. Onun da yaptığı özel projeler var, benim de. Ben mesela sinema yapmak istiyorum. Onun içinden böyle bir şey gelmiyor. Ben mesela iki sene önce Berlin’de ve Rusya’da underground çocuklarının portrelerini çekmek için sanat projesi yaptım. Tek başıma gittim. Hâlâ pek çok şeyi birlikte yapıyoruz ama ayrı ayrı yaptığımız şeyler de var…

Yorum Bırak