Ragıp Savaş deyince duracaksın.
Ben dururum yani.
İyi oyuncu. İyi insan. Duruşu olan adam.
Bir tavrı var hayata karşı.
Kokmaz bulaşmaz değil.
Karakterli, kişilikli.
Hep sevdim.
Tiyatroda en son ‘İrma’da izledim.
Sahnede daha da büyüyen adam.
Bence hem karakter hem jön.
Bir de yakışıklı ve karizmatik.
Sesi de güzel.
‘Neredesin Firuze’de ‘Beni Affet’e ölmüştüm.
Şaşırmıştım niye albüm çıkarmıyor diye.
Biraz da cins, ilkeleri, prensipleri var.
İnce eleyip sık dokuyan bir Akrep.
Hata yapmayı sevmiyor.
Kendini beğeniyor ama beğenmiyor.
Hata yapınca kendini affetmiyor.
Şu anda ‘Ölene Kadar’ dizisinin Mehmet Reis’i.
Ama benim için aynı zamanda Fadi’nin kocası, Nil’in babası ve şahane bir eğitimci…
Göktürk’te oturan herkes Ragıp Savaş Sanat Okulu’nun nasıl güzel bir eğitim yuvası olduğunu bilir, orada sadece sanat öğretmiyorlar, hayat dersi de veriyorlar.
Teşekkürler Ragıp Savaş…
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
Nasıl gidiyor ‘Ölene Kadar’?
– Şahane! Dört sezon televizyona ara verdim. Biraz beğenme zorluğu olan bir adamım. Ama bu dizi, bu rol beni çekti. Kadro çok iyi, senaryo çok iyi…
Sen büyük oyuncusun ya, çok tecrübelisin ya, şımarıklıkların oluyor mu?
– Yok canım. Asla. Benim öyle bir şeyim olamaz, tiyatrocuların genelinde olmaz. Biz zaten tiyatroda çok acı çekiyoruz. Keyfi, hazzı ayrı ama tiyatronun şartları çok zor…
Antrenmanlısın yani…
– Elbette. Yolu tiyatrodan geçmiş birinin, sette -enteresan bir psikolojik bozukluğu yoksa- şımarıklık yapması filan söz konusu değil!
Ana karaktere mentorluk yapan, dostlarından hiçbir şeyi esirgemeyen ama düşmanı da olmak istemeyeceğimiz bir tip canlandırdığın karakter… Mehmet Reis rolünün seni yakalayan yanı neydi?
– Çok doğrucu bir karakter. İnsanların hakkının yenmesine karşı. Çok gelişmiş bir adalet duygusu var…
Senin de öyle…
– Evet, benim için de önemlidir adalet duygusu. Haksızlığa tahammül edemiyorum. Rol, ilk kancayı buradan attı. Bir de yaşadığı kayıpları, üzüntüleri yüreğimde hissettim. Benim de hayattan ümidimi kestiğim zamanlar oldu. Annemi babamı kaybettim iki sene arayla. Bin katlı bir gökdelenden yüzükoyun yere yapıştım. Bir sene falan sürdü oradan kendimi kazımam, tekrar hayata dönmem…
Nasıl vefat ettiler? Hastalık mı?
– Yan yana otururlarken, babamın kafası, annemin omzuna düştü. Kalp krizi. Annem de göğüs kanseriydi. Babam ölünce onun için hayat bitti. Büyük aşktı onlarınki. O da akabinde gitti. O yüzden canlandırdığım Mehmet Reis karakterine çok da uzak değilim. Ama tabii yaş olarak benden büyük…
Bir nevi Tuncel Kurtiz mi bu karakter?
– Tuncel Abi’ye hiç kimse benzeyemez, Allah rahmet eylesin. O hem çok büyük bir aktör hem de çok çok değerli biriydi. Mehmet Reis’in benzeştiği noktalar var ama onun kadar bilge bir rol değil. Dağhan’la hapishanede tanışıyorlar. İçeride yaşanan bir şeyden dolayı Dağhan’a bir can borcu var. O yüzden de dışarıya çıktıktan sonra, oğlu gibi sevdiği bu çocuğa destek oluyor. Yaşadıklarından çıkardığı şeyleri ona anlatarak yolunu açıyor…
Sahnede olmakla, dizide olmayı nasıl kıyaslarsın?
– Kıyaslayamam. Çok ayrı şeyler. En istemeyeceğim şey, kendini beğenmiş, dizi oyuncularına laf söyleyen bir tiyatrocu gibi konuşmak. Öyle bir duruşum ve tavrım asla yok. Oyunculuk, oyunculuktur. Ama tiyatro oyunculuğu ve kamera önü oyunculuğu tamamen farklı.
Tiyatro senin aslında en uzun ve en büyük aşkın…
– Evet. Ben tiyatroya âşık oldum. O da bana şu an sahip olduğum her şeyi verdi. 90’da girdim 98 yılına kadar tiyatroda yattım, kalktım. Oynadığım oyunların dekorlarını boyadım, dekor yaptım. Lezzetli tarafı buydu. Sekiz sene sonra dediler ki, “Sen televizyonda da olmalısın. İhtiyaç var senin gibi bir tipe!” Sonra kendimi televizyonda buldum ama hep seçici olmaya çalıştım.
Bir zamanlar, “Gerçek tiyatrocular dizilerde oynamaz!” diye bir laf vardı… Eskidi mi artık?
– Evet eskidi. “Ben dizilerde oynamam, sadece tiyatro yapacağım” diyenlere tabii ki saygı duyuyorum. Ama bazı insanlar için de ek kazanç, seçenek değil mecburiyet. Paraya ihtiyacı olan birine “Sen tiyatrocusun, dizide oynamamalısın!” demek saçma. Devlet kurumlarına bağlı beş tane ödenekli tiyatro var. Bir tanesindeyim bende de. Devlet, tiyatroculara milletvekili kadar maaş verse, zannetmiyorum ki bu kadar dizilerde oynamayı tercih etsinler. Demek istiyorum ki, bu bir ekmek kavgası…
Bir sürü tiyatro âşığı genç, “Tiyatro yapabilmek için dizilerde oynuyorum” diyor…
– Evet, helal olsun onlara, sonuna kadar destek veriyorum…
Pek çok küçük, bağımsız tiyatro da var. İş yapıyorlar mı? Para kazanabiliyorlar mı?
– Kazananlar var. Ama sıkıntıda olanlar daha çok. Yılların tiyatroları arasında şu anda kapanmak üzere olanlar bile var. Özel tiyatrolara devlet desteği çok az. Seyirci iyiydi ama son zamanlarda, özellikle bu sezon, ciddi oyun iptalleri ve tiyatro kapanmaları var. Devletimizin buna derhal ve acilen el atması gerekiyor. Özel tiyatroları korumak, biz ödenekli tiyatrocular için de bir görev…
Sen çok tecrübeli, usta bir tiyatrocusun… Bir rolü kabul ederken kılı kırk yarıyor musun?
– Hem de nasıl! Ama bu benim kişiliğim. Akrep olmak belki de. Bir de ben, kötü yaptığım bir şeyde kendimi affedemiyorum. O yüzden de ince eleyip, sık dokuyorum…
BU İŞİ YAPMAMIN EN BÜYÜK SEBEBİ MÜŞFİK HOCA
Biraz da geçmişe gidelim…
– İzmit’te doğdum. Liseye kadar İzmit’teydim. Güzel, mutlu bir çocukluk. Sporcuydum. Voleybolcu. Fena da değildim. Eczacıbaşı’na transfer oldum. Hayatımı profesyonel sporcu olarak sürdürmeye kararlıydım. 17 yaşında İstanbul’a taşındım…
Sonra ne oldu?
– Rahmetli amcam ve yengem, devlet tiyatrosu sanatçılarıydı. Onların sayesinde Müşfik Kenter’le tanıştım. ‘Orhan Veli’sini izledim. Ve hayran oldum! Müşfik Kenter’e olan hayranlığım, derken tiyatroya hayranlığa dönüştü. Mimar Sinan Devlet Konservatuvarı’nın sınavlarına girdim ve kazandım. Sonra bir gün geldi, voleybol ve tiyatro birlikte yürümedi, ben de tiyatroyu seçtim…
Müşfik Kenter senin için ne ifade ediyor?
– Bana göre Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük tiyatro aktörü. Belki de bir 20 sene daha gelmeyecek onun kadar büyüğü. Bu işi yapmamın en büyük sebebi de Müşfik Hoca’dır. Baba- abi- arkadaş benim için. Çok şey öğrendim ondan, oyunculuğa dair, hayata dair. Çok da güzel vakit geçirdik birlikte…
Sen de, o altın tiyatro çağının bir halkasısın. O dönemin nesi farklıydı?
– Farklı olan idealizmiydi…
Her şey para değildi yani…
– Evet. Daha idealist, daha sanat kafasıyla düşünüyorduk. Televizyon ve sinemadan yan para kazanma işleri aslında birçok oyuncuyu tiyatrodan uzaklaştırdı. İstemeyerek de olsa. Ama tabii şu da var, tiyatro da maddi anlamda hiçbir şey kazandırmıyor Türkiye’de…
Müşfik Hoca’dan en çok ne öğrendin?
– İnsan olmayı! Bize hep bunu söylüyordu: “İnsan olun!” Ben de bir gün sinirlendim, “Hocam affedersiniz ama biz hayvan mıyız ki iki de bir böyle söylüyorsunuz!” dedim. “Oğlum” dedi, “İnsan olmaktan kastım, sahnede insan gibi durun, insan gibi oynayın. Yani bir insan dışarıda nasıl yaşıyorsa öyle…” Müşfik Kenter bir ekoldür, ağdalı oyunculuğun kırılma noktasıdır Türkiye’de. Verdiği eğitimle ve yetiştirdiği öğrencilerle, insandan yaratılan oyunculuğun sahnede olmasını sağlayan insandır. “Bırakın mahları- mihleri” demeye getirdi. “Gidiciim, yapıciim’ler” yok! O, bize doğal oyunculuğu öğretti… Ve ne mutlu bana ki, sonra 25 yıl Zeliha Berksoy, Haluk Kurtoğlu, Zekai Müftüoğlu, Raik Alnıaçık, Cihan Ünal gibi hocalarla tiyatroya devam etme şansı buldum.
Kaç oyun olmuştur bu 25 yılda?
– Hiç saymadım. Ama ben çok oyun oynadım. Hatta bir gün Zeliha Hoca’ya dedim ki, “Hocam ya, bu tiyatronun eşeği ben miyim? Niye ben oynuyorum bütün oyunlarda?” Bana dedi ki, “Şimdi sana öyle geliyor olabilir ama 10 sene sonra niçin bunu yaptığımı kendin anlarsın!” Şimdi anlıyorum. O kadar öğreniyorsun ve pişiyorsun ki o oyunlarla, iyi ki oynamışım. Keşke daha fazla da oynasaymışım…
Senin sesin de güzel… Ve yanılmıyorsam, eline aldığın her enstrümanı çalabiliyorsun…
– Sebebini bilmiyorum ama öyle. Hiç unutmam, küçükken anneannemle pazardayız, bir darbuka gördüm, “Bunu alır mısın bana?” dedim. Aldı, eve geldik, ben evde birden çalmaya başladım. Ardından akordiyon, mandolin, piyano. Belki de kulağım iyi bilmiyorum sebebini, duyduğum her şeyi bir şekilde çalabiliyorum. Konservatuarda oyunculuk okurken de şan ve müzikal oyunculuğu derslerine giriyordum kaçak olarak…
‘Neredesin Firuze’ filminde, ‘Beni affet” ve ‘Ya Evde Yoksan’ şarkılarını söylemiştin… Bence müthiş bir ses rengin var. Niye sonra albüm çıkarmadın?
– Ben zor bir tipim. Her zaman kendime başkasının gözüyle bakmayı seviyorum. Kendi gözümle bakarsam hata yapabilirim. Kendimi çok sevebilirim, beğenebilirim. Bunu istemem. Kendimi eleştirmeye devam edebilmek istiyorum. Böyle takıntılarım var. Seyirci olarak “Neredesin Firuze’yi beğendim ben. Oradaki oyunculuğumu da. Ama “Bu çocuk iyi oynamış, şarkıyı da söylemiş!” dedikten 6 ay sonra, o çocuğun albüm çıkarma fikri bana iyi gelmedi. Hoşuma gitmedi. Teklifler de geldi ama ben kabul etmedim. Fakat gelecekte müziği mutlaka hayatıma katmak isterim…
BİLDİĞİMİ ÖĞRETMEYİ SEVEN BİR AKTÖRÜM
Bir de eğitimci Ragıp Savaş var… Göktürk’teki okulun muhteşem. Çocuklar için bir cennet, hem öğreniyorlar hem eğleniyorlar… Nereden çıktı?
– Bu da bende bir takıntı. Önce İzmit’te okul açtım.
Doğduğun yere borç ödenmek mi?
– Aynen öyle! Ben bildiğimi öğretmeyi seven bir aktörüm. Bazıları sevmez. Çünkü öğretirlerse onlar daha iyi olur diye korkar. Benim hiç öyle dertlerim yok.Eczacıbaşı’nda voleybolcuydum tiyatrocu oldum
Aksine daha iyi olsunlar. Daha çok oyuncu çıksın. Dolayısıyla dedim ki, “Sen ne yapabilirsin Ragıp Efendi? Bir şey yap ki bu topluma faydan olsun…” 2007’de Kocaeli Şehir Tiyatroları’nın sanat yönetmeniyken İzmit’te bir okul açtım. Doldu taştı. Sonra Sakarya’da açtım. Sonra Bursa’da, sonra da İstanbul’da. Fakat aynı anda her yerde birden olamıyorsunuz ve bu iş, siz başında olmazsanız yürümüyor. Sadece isim vermek yetmiyor. Şu anda sadece İstanbul’daki okulla devam ediyoruz…
KIZIMA BİR YIL BEN BAKTIM
Maşallah çok güzel bir ailen var, eşin Fadi’yle nasıl tanıştın?
– Akmerkez’de sinemaya gittim. Yazlıktan kardeşim gibi sevdiğim birini gördüm. “Ragıp Abi nasılsın?” diye sarıldık, öpüştük. Yanında da Fadi duruyor. Tanıştık. “Çıkışta kahve içelim mi?” dediler. “Yok” dedim, “İşim var!” Hakikaten de vardı, bir kız arkadaşım gelecekti, evde takılacağız filan. Bunlar ısrar ediyor. “Yok başka zaman görüşürüz!” dedim ve ben uzadım. Meğer Fadi, Bilgen’e demiş ki, “Kusura bakma! Ben abi-mabi anlamam… Yaş farkı da takmam, ben bu Ragıp’a âşık oldum!” İnanır mısın, kafaya taktı ve tavladı beni…
Nasıl?
– Biz bir süre sonra görüşmeye başladık. O kadar sahiciydi ki, “Gerçek olamaz! Bu bana sahiciyi oynuyor!” dedim. Ama sonra zamanla anladım ki, dibine kadar sahici. Müthiş bir kadınla evliyim. Ve çok şanslıyım. Fadi ve kızım Nil, bütün hayatımın gidişatını değiştirdi. Onların bana uğur getirdiğine çok inanıyorum…
Kızınla yaşadığın aşk nasıl?
– Tarifi yok! Nil doğunca, ‘aşırı duyarlı baba sendromu’ diye bir şey yaşadım. Sevdiğim pek çok insanı erken yaşta kaybettim. Teyzem 30 yaşında öldü. Sonra annem babam gitti. Ve sevdiklerimi kaybetme korkusu gelişti bende. Nil iki-üç aylık olunca, Fadi mecburen çalışmaya başladı. Evimizde de bir bakıcı ablamız vardı. Bir gün evden çıktım, arabama bindim, emniyet kemerini taktım, arabayı çalıştırdım. Tam gitmeye başladım ki durdum. Arabayı tekrar park ettim ve eve döndüm. Ne kadar güvensem de kızımı bir bakıcıya bırakamayacağımı anladım. Ve bir yıl boyunca Nil’e ben baktım. Böyle de kızına düşkün bir adamım…
TEK BEKLENTİM BASİT, DÜRÜST BİR HAYAT
Gelecek projelerin?
– Valla, ileride teknede yaşamak isterim ailemle! Yelkenciyim aynı zamanda. Kızımın da denizi öğrenmesini isterim. Hobilerime eğilmek isterim. Klasik araba merakım var. Oyuncak gibi görüyorum onları. 1991’li bir kızım var. O beni gezdirmiyor, ben onu gezdiriyorum. Yıkatıyorum, bakımlarını yaptırıyorum. Böyle meraklarım var. Hayattan tek beklentim, basit ve dürüst bir hayat yaşamak. Ve sevdiklerimle olmak. Bu kadar, başka beklentim yok…