Aşka gelince… Bak, orada acemiyim!
‘Samimiyetsiz’ bulan da vardır, bir PR harikası olduğunu iddia eden de… “Soğuk nevalenin teki “de derler, “Dış pazar için özel şeyler yazıyor, Türkiye’yle alakası yok” da derler, özel hayatıyla ilgili dedikodu da ederler, kocasıyla ilişkisini de çekiştirirler, yurtdışında yaşıyor olmasını da eleştirirler… Amaaaa… Beğenelim, beğenmeyelim, sevelim, sevmeyelim… Hakkını teslim edelim: Bu ülkenin, tartışmasız en iyi romancılarından biri. Onlardan da çok yok. O yüzden emeğine saygı göstermemiz gerekiyor. Romanları 41 dile çevriliyor. Bir yandan hakkındaki karalama kampanyası sürerken, o hep ama hep üretmeye devam ediyor.
Ve yine düşmanlarını çatlatacak bir roman yazdı:
‘Ustam ve Ben.’ Bir önceki romanından çok farklı, dili farklı, tekniği farklı, yakalıyor insanı, ben ‘İskender’den daha çok sevdim, fonda çok renkli, çok büyülü bir 16’ncı yüzyıl panoraması var. Yaratıcılığına, çalışkanlığına şapka çıkarttım. Bir sürü şeyin hikâyesi bu roman… Cihan adındaki küçük bir çocukla Çota adındaki beyaz bir filin hikâyesi… Her köşede eserlerini gördüğümüz ama aslında pek de tanımadığımız 21 yaşına kadar Hıristiyan sonra Müslüman olan dev bir mimarın, Mimar Sinan’ın hikâyesi… Bildiğimizi sandığımız bir imparatorluğun Osmanlı’nın hikâyesi… Padişahların, sultanların değil sıradan insanları hikâyesi… Taş ustalarının, dervişlerin, kölelerin, aslan terbiyecilerinin, fahişelerin hikâyesi… Ve hayvanların hikâyesi… Yaşadığımız şehrin ve bu şehirde yaşayan kültürlerin hikâyesi… Her gün yanından yürüyüp gittiğimiz Osmanlı’dan kalan o camilerin nasıl inşa edildiğinin hikâyesi… Kimlerin alın terinin olduğunun hikâyesi… Yaptığı işe aşkla bağlanmanın hikâyesi… Aşkın hikâyesi… İhanetin hikâyesi… Bu yoğunluğun içinde 425 sayfayı bu kadar hızlı okuyamam zannediyordum, okudum, çünkü bırakamadım elimden… Bu da beni mutlu etti. Bambaşka yerlere götürdü, Cihan’ın sesi kulağınıza bir kere girince, sizi de götürecek… Ama tabii Elif Şafak’a küfretmeyi sevenler konuşmaya devam edecek. Konuşsunlar. Kadın yazmış!
Ayşe Arman
Elif, yine şahane bir roman yazmışsın! Deli bir emek var. Ne kadar zamanda yazdın? -Yaklaşık üç senemi aldı. ‘İskender’den önce yazmaya başladım. Mimari, sanat, bilim tarihi, kültür tarihi, hayvanlar… Her konuda epey araştırma yapmam, kitaplar okumam, notlar almam gerekti. O yüzden zamana yayıldı ve üç seneyi buldu bitirmesi…
Bu emeğin yüzde kaçı tarih okumaktı?
-Bu roman 600 sayfa olacaktı. Yayımlamadığım bir 120 sayfa var. O kadar daldım ki bilim ve mimari tarihine… Sürekli okudum, deli gibi ama severek, keyif alarak. O kadar tutkuyla araştırdım ki, 16’ncı yüzyıldan çıkıp bugüne dönmekte zorlandığım zamanlar oldu.
TEK DOSTU BİR FİL
Peki amaç neydi ‘Ustam ve Ben’de? Bugüne kadar kimsenin anlatamadığı bir Osmanlı anlatmak mı? -Osmanlı tarihinin en görkemli dönemini, bir hayvanat bahçesi üzerinden hayal ettim. Aslan, zürafa, kaplan, tavuskuşları, fil… Biz, Osmanlı’ya genelde hep Batı’dan baktık. Ben Doğu’dan yaklaşmak istedim. Osmanlı’yı tarih kitaplarında insansız anlattık. Tek tük insandan bahsedildiğinde de hep sultanlar, yöneticiler ön planda oldu. Oysa, ben sıradan insanları anlatmak istedim. Taş ustalarını, dervişleri, köleleri, aslan terbiyecilerini, fahişeleri… Ve hayvanları hatırlatmak istedim. Sanki tarihimizde hayvanlar var olmamış, hiçbir önemleri yokmuş gibi davranıyoruz. Halbuki savaşlarda, depremlerde, inşaatlarda onlar da insanlarla beraberdi, yan yana. Ve bir de tabii Mimar Sinan’a bambaşka bir cepheden bakmak istedim…
Nedir o bambaşka cephe?
-Mimar Sinan’ı ismen konuşuyoruz ama aslında ruhunu, dehasını anlamadan ezbere tekrarlıyoruz! Halbuki eserlerini ortaya çıkaran birikim neydi? O çağ, nasıl bir çağdı? Ben onu en insani yönleriyle ele almak istedim, çelişkileri neydi? 21 yaşına kadar Hıristiyan yaşayıp sonra Müslüman olan ve muhteşem camiler yapan bir insanın hiç mi çelişkisi olmaz? Sultana camiler yapıyorsunuz ama o otoriter ve sanata tepeden bakıyor. Bir sanatçı bu durum karşısında ne hisseder? Heykeli dikilecek insan, şüphesiz. Ama ben Sinan’ı heykelleştirmeden anlattım!
Osmanlı’ya da farklı bir açıdan yaklaşıyorsun…
-Evet. Osmanlı, en görkemli döneminde bile dikensiz gül bahçesi değildi. Mesela Alevilere, kimi Sufi kollarına ya da Çingenelere nasıl muamele edildiğine bakalım. Romanda anlattım. Çingeneler, eşit insan yerine konmamışlar. Nüfusları artmasın diye, kaç çocuk doğuracaklarına bile karışılmış. Osmanlı, bir yandan millet sistemine dayalı muazzam bir çokkültürlülük içeriyor ama bir yandan da sistem herkesin haddini bilmesini istiyor. Takdir edilecek yanları var, eleştirilecek yanları var. Ne romantikleştirelim, ne karalayalım…
Masalsı bir dili var. Bir çocuğun ağzından anlatmak, masumiyet mi veriyor, insanı daha mı çok yakalıyor?
-Ben Cihan’ı yazarken hep seyrettim. Onun yalnızlığını, kimsesizliğini. O kadar yalnız bir çocuk ki, tek dostu bir fil. Ama Cihan aynı zamanda çağının en önemli hadiselerinin yakın tanığı…
ROMANI İNGİLİZCE YAZDIM
‘Hadımlar Dünyası’na da giriyoruz… Haremağalarını anlatıyorsun. Küçükken hangi şartlarda seçiliyorlar ve nasıl hadım ediliyorlar? Ne kadar büyük acılar çekiyorlar?
-Çok büyük acılar. Çok hazin. Hadım edilip de hayatını kaybeden çok Afrikalı oğlan var. Kölelik, insanlığın en büyük ve affedilmez ayıplarından. Köleleri evde, konakta, sarayda, cici cici hizmet eden insanlar gibi yansıtıyoruz. Oysa, orada çok büyük acılar, kopmalar var. Hem bizde hem tüm dünyada böyle.
Prof.Dr.Gülru Necipoğlu’nun ‘Sinan Çağı’ kitabı başvuru kaynağın olmuş, ne kadar işine yaradı?
-Gülru Necipoğlu’na saygım çok büyük. Muazzam bir eser yazdı ve uzun zamandır başucu kitabımdı. Önce İngilizcesi sonra Türkçesini satır satır okudum. Ama burada ismini zikredemediğim başka araştırmacılar da var. Bunların bir listesini web sitemde vermek istiyorum Mimar Sinan ile ilgilenmek isteyen edebiyat okurları için.
Kitabın Türkçe ismiyle, İngilizce ismi farklı mı?
-Henüz İngilizce ismine karar vermedik. Yurtdışındaki yayıncılarım ve ajansım, İngilizce ‘usta’ kelimesinin Batı toplumlarında aynı kültürel karşılığının olmadığını düşünüyor, haklılar. O yüzden isim daha farklı olabilir.
Bu romanı da yine İngilizce yazdın, Türkçeye çevrildi, sonra neredeyse oturup yeniden yazdın… Yani iki kitap birden yazdın. Niye İngilizce yazıyorsun? Sebebi ne?
-İki dilde var olmayı, iki dilde yazmayı seviyorum. Yapabilsem bir üçüncü, dördüncü dilde daha yazmak isterdim. Türkçe benim ana dilim. Kalbim, yüreğim Türkçe atıyor, ama zihnim İngilizce okuyup analiz ediyor. Ben bu sentezi seviyorum…
AYNI KUBBENİN ALTINDA
Senin için Türkiye tek değil, sen 41 ülke için bir yazarsın, senin pazarın dünya… Sence düşmanlarını kızdıran bu mu?
-Yazarken ne pazar düşünüyorum, ne ülke sayıyorum. Yazarken hayali bir hikâyenin içindeyim. Senelerdir Cihan’la beyaz fille dost oldum. Roman bitince boşluğa düşüyorum. Moralim bozuluyor. Benim işim, hikâyeler anlatmak. Ve biliyorum ki, hikâyeler evrensel. Türkler, Kürtler, İspanyollar… diye bakmıyorum. İnsan diye bakıyorum.
Rasathanenin kurulması ve yıkılması pek bildiğimiz bir öykü değil. Ulemalar, bilimsel araştırmaların uğursuzluk getireceğini düşündükleri için yıkıyorlar. Günümüze bir gönderme var mı?
-Bugün konuştuğumuz pek çok çatışma ve çelişkinin tarihte izleri, karşılığı var. Bunları pek bilmiyoruz. Din ve bilim çatışması çok eski. Medrese ile tekke arasında gerilim var. Medrese içinde bölünmeler var. Evet, o rasathaneyi yaptıran da Osmanlı, yıktıran da. Ve çok yazık; çünkü bilim ve eğitim kaybediyor. Bağnazlık devam ediyor. O anlamda günümüze göndermeler var, evet…
Esas olarak sen bu kitabı niye yazdın?
-Her gün Osmanlı’dan kalma camilerin yanından yürüyüp gidiyoruz ama nasıl inşa edildiler, kaç kişinin alın teri var burada, onların hikâyesi neydi, bunları sormak istedim. Camilerden yola çıktım. İnsanların ve hayvanların, efendilerin ve kölelerin, filancaların ve falancaların, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman… Aslında hepimizin aynı kubbenin altında yaşadığımızı anlattım.
Çalışmaktan aşka zaman kalmıyor
Sen de Cihan gibi öğrenmeye meraklı olduğun kadar aşka meraklı olamadın mı?
-Ben de öğrenmeye âşık olanlardanım! Hep okumak, öğrenmek peşindeyim. Aşka gelince… Bak, orada acemiyim, beceriksizim. Aşka zaman kalmıyor okumaktan çalışmaktan…
Cihan’ın başına ne geliyorsa meraktan geliyor, sen de öyle bir kişilik misin?
-Yok, Cihan gibi değilim. O daha serüvenci bir tip. Ben içine kapanık biriyim.
Türkiye’den uzakta, İngiltere’de nasıl bir hayat kurdun kendine… Hababam yazıyor musun?
-Aslında bizim hayatımız çok sıkıcı. Yazar olmak isteyen pek çok genç tanıyorum ama yazarların hayatını yaşamaya kalksa bunalır, kaçarlar! Bahar gelmiş, yaz olmuş, etrafta insanlar eğleniyor geziyor, bunları çok umursamıyorum. Münzevi bir yanım var. Roman bitene kadar insanlıktan çıkıyorum, dağılıyorum…
Çocukların peki? Acıyarak mı bakıyorlar sana, gurur duyarak mı?
-Valla, tuhaf olduğumu düşünüyorlar bir parça. Etraftaki anneler gibi olmadığımı kabullendiler sağ olsunlar.
Eşin Eyüp Can, bütün bu resmin neresinde? Onunla nasıl bir hayat kurdunuz kendinize?
-Eyüp, bu resmin tam ortasında. O bana bu kadar destek vermese, yazarlığıma ve bireyselliğime saygı duymasa, ben çok zorlanırdım. Bu, bütün kadınlar için geçerli. Eğer eşiniz size ‘rakip’ gözüyle bakarsa ya da geride durmanızı veya evde kalmanızı isterse, bir kadın nasıl çalışabilir ki gönlünce?
İngiltere yerine İrlanda ya da Yeni Zelanda’da olabilir miydin? Coğrafya ne kadar bağlayıcı?
-İngilizce yazdığım için dil bağlayıcı… İrlanda olabilirdi ama Yeni Zelanda yahut Kanada değil. Çünkü Türkiye’den o kadar da uzak kalmak istemedim. Coğrafya o anlamda önemli…
İkiniz de Eyüp de sen de hatta çocukların da bu düzene, yaşadıklarınıza razı mısınız?
-Çok zorlandığımız zamanlar oluyor. Dışarıdan göründüğü kadar kolay değil. Bir kere hasret kolay değil…
Çocuklar için babayı az görmek zor olmuyor mu?
-Elbette zorluklar var. Ama ben aynı çatı altında yaşadıkları halde çocuklarını çok daha az gören bir sürü baba biliyorum.
Din adamları neden, “Hayvanlar cennete gidemez!” diyorlar?
Cihan, neden kainatın merkezine takıyor?
-Mimari ‘denge sanatı’. Birey olmak da ‘denge sanatı.’ Bilhassa bizimki gibi toplumlarda. Türkiye gibi habire çalkantı yaşayan bir ülkede insan acaba nasıl dengede kalır? Yani uçlara savrulmadan… Osmanlı’da Mimar Sinan bunu nasıl başardı? O dönem de çok çalkantılıydı ama o dengesini kaybetmedi. Bunları düşündürmek istedim… Romandaki filin adı da Çota… ‘Çota Baba’ türbesinin hikâyesi nedir? -Bu şehrin altında insanlar kadar hayvanların da mezarları ve mezarlıkları var. Hiç iz kaldı mı hayvanlardan geri? ‘Çota Baba’ türbesi fikri bunları düşünürken çıktı. Romanda Cihan hep buna içerliyor. Din adamları neden, ‘Hayvanlar cennete gidemez!’ diyorlar?” diye soruyor. Fili o kadar seviyor ki, istiyor ki cennete gitsin…
İşin tanıtım kısmını sevmiyorum
Roman yazma kısmı zor ama ondan daha zor olan kitabının tanıtım faaliyeti mi? Hiç sevmiyorsun aslında değil mi? Oraya anlat, buraya anlat…
-Evet, tanıtım kısmı zor. Sevmiyorum. Kendi kabuğuma çekilmek istiyorum. Ama bir kitabı da tek başımıza çıkartmıyoruz. Onlarca insanın emeği var. Editörden çevirmenine, kapak tasarımını yapan sanatçıdan matbaadaki işçilere kadar. Ben tanıtım yapmayı, yazarın sorumluluğu olarak görüyorum. Bu sorumluluğu yerine getirmek için bir süre tanıtım yapıyorum. Sonra gene kendi köşeme çekiliyorum…
Edebiyatı, bu ilkel düzeyde tartışmayı edebiyata hakaret sayıyorum!
File neden taktın?
-Çocukluğumdan beri severim filleri. Annem ve anneannem büyüttü beni. İki kadın da filleri çok sevdiğinden evde hep filler olurdu, düşün. Kuyrukları birbirine dolanmış fil sürüleri. Fil benim için hep çocukluğum demek.
Fil, Hindistan’da ve bazı kültürlerde kutsal ve değerli bulunan bir hayvan, böyle bir hesabın var mıydı? “Fil üzerinden anlattığım zaman daha çok satar” diye bir ölçü olabilir mi? -Hayır, böyle ölçülerim yok. Başka bir romanda da zürafa anlatabilirim! Hiç belli olmaz. Zürafaları da severim…
GERİDE HASETLER DEĞİL ESERLER KALIR
Seni, Saramago’nun İspanya kralına gönderilen bir fille terbiyecisinin yolculuğunu anlatan kitabından intihal yapmakla suçluyorlar. Yine ‘fazlaca esinlenmek’le. Sen ne diyorsun bu suçlamalara karşı?
-Kitap daha basılmadan, piyasaya çıkmadan gene aynı kişiler karalamaya başladılar! “Bunda da fil var, o kitapta da fil ve bakıcı var, demek ki 480 sayfa roman çalıntı!” diyebildiler. Edebiyatı, bu ilkel düzeyde tartışmayı edebiyata hakaret sayıyorum.
Canını sıkıyor mu bu suçlamalar? Ve daha kitap piyasaya çıkmadan başladı…Bu hızlı saldırıların altında sence ne yatıyor?
-Bu, sadece bana has bir durum değil. Türkiye’de her alanda iyi ve farklı işler yapmak isteyen insanlar bunları yaşıyor. İş dünyasında da böyle sanatta da. Gazeteciler yaşamıyor mu? Ya da doktorlar, mühendisler, sanatçılar… Maalesef iki tür insan var, bir emek verip üretenler, bir de kendileri üretmeyip üretenlere saldıranlar. Böyle bu iklim. Ama koskoca Mimar Sinan’ı düşünelim. Ona atılan çamurların yanında bu konuştuklarımız hiçbir şey. Sinan eser verdiği kadar, hasetle ve çekememezlikle uğraşmış. Ama geride hasetler değil, eserler kalmış! Bence böyle büyük insanlardan feyz alalım.
Aslında hepimiz sana teşekkür borçluyuz, bu kitapla da nihayetinde büyülü bir İstanbul anlatıyorsun… Bir tür ‘elçilik’ yapıyorsun… Ben bile, okuduktan sonra Topkapı’yı bir daha gezmek istedim. Peki insanlar üzerine gelince, “Nankörler beni anlamıyorlar!” diye düşündüğün oluyor mu?
-Edebiyat okurları o kadar candan ki… Türkiye’de, medyanın görmediği çok güzel ve samimi bir okur kitlesi var. Hakiki kitap okuru bambaşka… Onlar beni biliyor, ben onları…
Yazarken deli, günlük hayatta sakinim
Bir sürü sır da romanın sonunda ortaya çıkıyor, bir tarafıyla da ‘gerilim romanı’ mı?
-Evet. Daha evvel yazdıklarımdan çok farklı bir kurgusu ve ritmi var. Kitabın sonlarına doğru gerilim tırmanıyor..
Romandaki her ‘kötü kahraman’ın kötülüğünün sebebini anlayacağımız bir öykü söz konusu… Hep empati yaptırıyorsun bize. Sen de hayata böyle mi bakarsın?
-Ben yazarken deli, günlük hayatta sakinim. Yazarken daha akıllı, günlük hayatta acemiyim! Yazan Elif’i daha çok seviyorum ama o da dışarıya çıkmıyor işte. Empati ise roman sanatının özünde var…
MİMAR SİNAN YÜREĞİNİN MERKEZİNİ BULMUŞ BİR İNSAN
Mimar Sinan’ın büyüsü nerede? Bu kadar mimar arasında onun farkı nerede?
-Bence şunu sormamız lâzım, neden Mimar Sinan tek kaldı? Yani her yüzyılda ya da her elli yılda bir, neden bir başka Mimar Sinan çıkmadı? Mimar Sinan’la gurur duymak kolay da yeni Mimar Sinan’ların önünü neden tıkadığımızı sorgulamamız gerek. Sadece mimaride değil, her alanda…
Mimar Sinan nasıl bir kişilik?
-O, yüreğinin merkezini bulmuş bir insan. İşine âşık. Tembellikten zerre kadar hazzetmiyor. Zanaat ile sanat onda iç içe. Kimileri habire yıkmak peşindeyken, o sabırla ve tutkuyla inşa ediyor…
Yaptığı her eserde özellikle, bilerek bir kusur bırakması çok etkileyici. Bu, bilimsel bir gerçek mi? Yoksa senin kurgun mu? Gerekçesi ne?
-Okuduklarımdan da beslenerek ben böyle hayal ettim. Mükemmellik Allah’a mahsus. Sinan bunun fazlasıyla bilincinde bir mükemmeliyetçi!
Peki 99.5 yaşına kadar yaşamış olması senin kurgun mu, gerçek mi? -Çok uzun yaşadığı biliniyor. Buçuğu ben ekledim.
Senin en beğendiğin eserleri hangisi?
-Tabii ki Süleymaniye ve Selimiye, herkes gibi beni de büyülüyor. Ama beni daha da çok cezbeden o Boğaz’a kondurduğu görece küçük Şemsi Paşa. Ya da İstanbul’a su taşımak için inşa ettiği kemerler. Büyükçekmece’ye yaptığı köprü. Doğa nerde bitiyor, taş nerede başlıyor bilemezsin. Ben bunlara hayranlık duyuyorum…
Anlık bir şey güzellik, bir var, bir yok…
Fotoğraflarda saçın açıkken Vogue modelleri gibisin, bu kadar güzel görünmek seni rahatsız ediyor mu?
-Güzellik değişken, kaypak bir hal. Farklı bir ışıkta çek, aynı insan, aynı fotoğraf ama bu sefer çirkin çıkarsın. Anlık bir şey güzellik, bir var, bir yok. Fotoğrafı çekilene değil, çekene bakmak lazım. Zeynel Abidin’in emeği.
Aşk filan umurunda değil di mi aslında, varsa yoksa edebiyat! Hayatının sonuna kadar böyle mi olacak?
-Aşk, edebiyattan bağımsız değil. Ben edebiyata âşığım. Kitaplara âşığım…
Ustam ve Ben’den…
Gördü ki takriben bir düzine sağır-dilsiz, telaş içinde sağa sola seğirtmekte, bir girişten diğerine koşturmaktaydı. İçlerinden bazıları ipek çuvallara benzer bir şeyler taşıyordu. Ellerindeki meşaleler karanlıkta iplik iplik patikalar bırakıyordu. Ne vakit iki meşalenin yolu kesişecek olsa duvarlara vuran gölgeler katmerleniyor, büyüyordu. Bu manzarayı neye yoracağını bilemedi Cihan. Toprağın kokusunu içine çekerek binanın arka tarafına hamle etti. Soluduğu hava kadar hafif ve sessizdi adımları. Bir yarım daire çizerek avluyu kat etti ve en nihayetinde yan kapıya ulaştı. Tuhaf bir şekilde, hiç muhafız yoktu girişte. Düşünmeden içeriye daldı. Ne yaptığını düşünmeye başlasa dehşetten eli ayağı tutulurdu.
ÇOCUK CESETLERİ
İçerisi rutubetli ve serindi. Ensesi terden sırılsıklam olmuştu. O kadar kasılmıştı ki farkında olmadan, çenesi ağrıyordu dişlerini sıkmaktan. Yarı karanlıkta el yordamıyla ilerledi. Pişman olmak için çok geçti. Bundan sonra dönüş yoktu, bir tek ileri gidebilirdi. Duvarın dibinden adım adım devam etti. Karşısına çıkan ilk odaya kendini attı. Etrafa şöyle bir bakındı: Üstlerinde billur kâseler olan sedef sehpalar; minderlerle kaplı uzunca sedirler; Frenk diyarından hediye gönderilmiş, tavandan asılmış süslemeli duvar halıları ve yerde gene o şişkin çuvallar.
Arkasından kimsenin gelmediğinden emin olmak için ikide bir geriye bakarak ağır ağır çuvalları seyretti, ta ki kanını donduran o şeyi seçene kadar: Hafifçe yırtılmış çuvaldan çıkan bembeyaz bir eldi bu. Kumaş yığınının altında, vurulmuş bir kuş gibi solgun ve cansız yatıyordu soğuk mermer üstünde. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı Cihan; kalbinin çoktan kavradığını görmeyi reddetti gözleri. Derken kabullendi. El, bir kola bağlıydı; kol da küçümen bir gövdeye. Çuval değildi bunlar. Cesetti her biri. Çocuk cesetleri. Titreyerek yaklaştı Cihan. Üzerlerindeki kumaşları yarı bellerine kadar indirince gördü ki hepsi de oğlandı; yan yana yatırılmışlardı, en uzun boylusundan en kısasına. En büyükleri neredeyse delikanlıydı, en küçükleriyse bebeklikten yeni çıkmıştı, ağzında süt kokusu. Saraylılara has kıyafetleri özenle düzeltilmişti, şehzadelere layık bir asalet içinde olsunlar diye. Huzurlu görünüyorlardı. Tenlerinin içinde bir mum saklıymışçasına parlıyordu çehreleri. Öyle ki bir an öldüklerinden şüphe etti. Kıpırdamıyor, konuşmuyorlardı ama belki de aklının hayalinin almadığı varlıklara dönüşmüşlerdi. Böyle zannetti bir an. Sonra aniden olanca çıplaklığıyla iniverdi hakikat. Dördü de boğulmuştu. İçi acıdı. Gözleri doldu. Dizlerinin bağı çözülmüş halde öylece kalakaldı. Hareket edemedi bir müddet. Ancak yaklaşan ayak seslerini duyunca silkip atabildi sersemliğini. Hızla düzeltti ölülerin örtülerini. Zar zor kuvvetini toplayarak fırladı. Ne bir dolap, ne bir sandık, saklanacak hiçbir yer yoktu. Çarnaçar, tavandan yere kadar uzanan saf ipekten rengârenk bir duvar halısının arkasına gizlendi. Bir dakika sonra sağır-dilsizler içeri girdi. Bir ceset daha getirmişlerdi. Onu da dikkatlice yerleştirdiler diğerlerinin yanına. Böylece cesetler beşe tamamlandı. İşte o an katillerden en dikkatli ve şüpheci olan, ölülerden birinin üzerinin yarım yamalak kapanmış olduğunu fark etti. Yavaşça yaklaştı. Emin olamadı acaba onlar mı bu halde bırakmıştı, yoksa biri mi arkadan gelip açmıştı. Eliyle bir işaret çaktı arkadaşlarına. Onlar da durdular. Şüpheyle etrafı süzmeye başladılar.
HEPSİ MERAKI YÜZÜNDEN
İpek halının arkasında, duvardaki oyukta, Cihan soluğunu tuttu. Canilerle arasında incecik bir katman vardı. İçlerinden birisi elini kaldırıp şu halıyı aralamaya kalksa, yanmıştı. Saatlerce gizlenmeyi başarsa bile bu odadan sağ çıkması imkânsızdı. Öyle bir belaya sokmuştu ki dertsiz başını, onu kimse kurtaramazdı. Demek buraya kadarmış, diye düşündü acı acı; bütün hayatı, bunca çabası boşa gitmişti. Her ikisi de olaylardan habersiz, sıcak yuvalarında muhtemelen uyumakta olan sevgili filini ve saygıdeğer ustasını düşündü. Sonra âşık olduğu kadına gitti aklı. Çoktan yatmış olmalıydı. Hayatındaki bu üç kıymetli varlık kim bilir hangi tatlı rüyaları görürken, o burada, olmaması gereken bir mekânda bulunduğu ve görmemesi gereken cinayetlere şahitlik ettiği için öldürülecekti. Ve bunların hepsi bu kadar meraklı olduğu için başına gelmişti. Öteden beri gem vurulmaz, uslanmaz bu huyundan ötürü.