Esas hayat alanımızı daraltırsak… Kaybederiz!
( Pazar)
Engin, dingin, büyülü ve çok güzel bir insan.
Ve bilge.
Ülkenin gelmiş geçmiş en değerli psikiyatri profesörlerinden biri.
Bence hayatın anlamını ve amacını kavramış biri.
En azından bana öyle geliyor.
Çok nadir röportaj veriyor.
Hatta, hiç vermiyor!
Ben şanslıydım bir, iki kere denk geldi.
Ondan çok şey öğrenim, Alya’nın doğmasına iki yıl kala sormuştum, “Aşk ne zaman gelir? Çağırınca gelir mi?”
Gülümsemişti, “Çağırırsan ya kimse gelmez ya da yanlış kişi gelir!”
‘Dersaadet’te Dans’ dönüp dönüp okumak istediğim büyülü bir kitaptır.
‘İnsan Olmak’ bana çok şey öğretti.
Hele ‘Hayat’; neredeyse her cümlesinin altını çizdim.
Engin Geçtan öyledir.
Şu cümlelerini nasıl unuturum:
“Bana göre hayat, bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl var olduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler… Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu! Bence hayat, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. Ama insanlık tarihi boyunca, onu karmaşık bir hale getirme yönünde inanılmaz ustalaşmışız! Çözülmesi zor bir yumağa dönüştürmüşüz…”
Engin Geçtan’la her konuda sohbet etmeye bayılıyorum.
Bu son bombalardan sonra, çekinerek kapısını çaldım, terörün yarattığı karamsarlık havası konusunda bize anlatacakları vardır diye düşündüm…
Onunla konuşmak bana yine iyi geldi, umarım okumak da size iyi gelir…
Korku, paranoya, endişe aldı başını yürüdü… Bu dönemde ne yapmak lazım? Ne olacak bizim halimiz, evden mi çıkmayacağız!
– Böyle bir yaklaşıma katılmam mümkün değil! Hayat devam etmeli! Çünkü herhangi bir olumsuz olayın sizi nerede bulacağı tamamen bir rastlantı. Ama hayat alanımızı daraltırsak, kaybederiz. Vaktiyle bana terapiye gelen bir hanım, köpeklerden korkuyordu. Bu civarda oturuyordu. Bankanın önünde iki tköpek yaşardı, mahallemizin dost köpekleri… Ancak köpeklerden korktuğu için bankaya girmesi büyük sorun oluyordu. Ona “Kendi alanını niye köpeklere bırakıyorsun?” diye sorduğumda bu tavrının çocukluk yaşantısı kadar gerilere gittiği anlaşıldı, ailesinden yeterli desteği alamadığı için alanı sık sık başkalarına bırakırmış. Sorduğum sorunun yararı oldu zaman içinde, bankasına rahat girer çıkar oldu.
Peki biz bugünlerdeki korkumuzu nasıl yeneceğiz?
– İnsanların birbirine attıkları “Çıkma, gitme, kalabalıklara karışma!” mesajlarını kastediyorsun sanırım. Gerçek korkuyla, üretilmiş korku farklı şeyler. Tehlikeli durumlar karşısında yaşanan gerçek korku, bir savunma mekanizmasıdır, hayatta kalmamızı sağlar. Üretilmiş ve varsayımsal korku ise çoğu zaman yaşam sorumluluğundan kaçınma eğiliminden kaynaklanır. Gerçek acı ve üretilmiş acı gibi. Üretilmiş acı, çok iyi bir uyuşturucudur. Şikayet kültürüyle birlikte yaşanır. Gerçek acı ise aslında oldukça ender yaşanır. Yaşadığımız acıların çoğunun fabrikasyon olduğunu düşünüyorum.
Evladını kaybetmiş biri hakiki acı yaşıyor…
– Tabii ki. Ama yakınma eğilimi güçlü toplumumuz, negativizm eşliğinde. Çoğu zaman bununla da yetinmeyip çevremizdekilere kasvet ve karamsarlık bulaştırabiliyoruz.
Peki hocam antidepresan kullanmak işe yarar mı?
– Eğer klinik depresyondaysan yarar. Ama yaşadığımız şey farklı bir durum. Karamsar havayı yaratmakla kalmayıp birbirimize bulaştırarak, siniyoruz! Aslında galiba dünya genelinde durum böyle…
Spora sardırmak çözüm olabilir mi? Ya da güzel kitaplar okumak, filmler seyretmek…
– Benim tek söyleyebileceğim, saklanmanın kimseye bir faydası yok! Bir söylenti çıkarılıyor, belki kasten, belki hakiki temeli var, bilemiyoruz, birdenbire herkes o söylentinin peşine takılıyor. Yakın zamanda bir deney izledim. Aynı boyda olmayan çizgiler çizilmiş, sadece ikisi aynı boyda. Bir grup denek var. O deneklerin de sadece biri denek, diğerleri oyuncu. O çizgiler gösteriliyor. Aslında hangi iki tanenin aynı boyda olduğu apaçık belli.. Fakat denek dışında, geri kalan herkes başka cevaplar verdiği için; denek, doğruyu gördüğü halde etkilenip, onlara katılıyor…
Biz de bu durumda mıyız şimdi? Çevremizdeki herkes karamsarlığa kapıldıkça biz de kapılıyoruz…
– Evet. Bir tür hayatın ilk dönemlerine dönüş gibi. Duygusal kompartımanımızda, itaat ve boyun eğme zaten var. Çünkü muhtacız zannediyoruz. Yıllar önce bir dergi bu tür bir haber yaptı, Ferhan Şensoy arkadaşlarıyla birlikte nazi subayı kıyafetleriyle Beyoğlu’nda kimlik denetimi yaptı. “Kimlikler bitte” dedi, herkes de itaat etti, çıkarıp gösterdi. Kimse “Siz bu kıyafetlerle burada n’apıyorsunuz?” demedi. Evet, biraz utanç verici ama gerçek!
Peki ya sosyal medyada aktif olmak insanı rahatlatır mı?
– Gayet tabii. Bir kere bilgi paylaşılıyor, tabii dayanışma tarafı da önemli. Gezi’de bunu gördük. Ama sosyal medyanın olumsuz bir yanına da değinmek isterim.
Nedir o?
– İnsanları edilgenleştirici bir yanı var. Orası bir dertleşme, çilehane haline getirilip, asıl sorumluluktan ve eylemden kaçınılabiliyor. Bazıları tweet atmakla topluma karşı üzerine düşeni yaptığını sanıyor.
Siz televizyon seyrediyor musunuz?
– Yabancı haber kanallarını izliyorum.
Ben bir süredir yandaş kanalları izliyorum, gördüklerimden ürktüm…
– Ürküntüye kapılmada onları dikkatle incelemeni öneririm. Orada görünürdeki ciddiyetin altında müsamereye çıkmış büyük rolü oynamaya çalışan çocukları fark edebilirsin. Söylediklerinin kitleler üzerindeki etkisini ciddiye almak gerek ama kendi üzerimizdeki etkisi ciddiye alınamaz.
Mesela köprüde bir arabanın benzini bitmiş, duruyor. Birdenbire herkes birbirine bir hikâye anlatıyor ve panik başlıyor. Oysa adam sadece benzin almaya gitmiş…
– Evet ama yeni bir şey değil ki bu! 10 küsur yıl önce AKM’de hatırlıyorum bir konser vardı, yanlışlıkla bırakılmış bir çanta fena halde ortalığı karıştırmıştı. Bomba zannettiler. Bu tür paranoid tepkiler dünyanın her yerinde zaman zaman yaşanır. Kaldı ki günümüz şartlarında daha da sık.
Abartmamamız mı gerekiyor?
– “Rağmen var olmak” diye bir şey var. Herşeye rağmen var olmak. Bu, benim inandığım şey…
Ne yapacağız bunun için? Devam edeceğiz, öyle mi? Her şeye rağmen devam edeceğiz…
– Evet… Bu kadar. Ben başka bir yol bilmiyorum.
Bir taraftan da, üç gün sonra hayat normale dönünce de, bu vicdan azabı duymamız gereken bir şey mi? Ben üç gün sonra kızımla gülüyorsam, oraya buraya gidiyorsam benim sürekli aklımda Ankara’da o patlamada ölenleri mi taşımam mı gerekiyor? Bir an olsun unutmam duyarsızlık mı?
– Önceliklerimiz var. Verdiğin örnekte kızına karşı olan sorumlulukların. Yas ve üzüntü hayatı durduramaz ki.
Peki ne yapacağım? Dengeyi nasıl bulacağım?
– Artık burada şahısların değil, kitlenin sorumluluğu söz konusu. “Her şeyin doğrusunu ben biliyorum” demekten vazgeçmek ve dayanışmaya geçmek gerekiyor.
KOLEKTİF REGRESYON YAŞIYORUZ
Bu yaşananların psikiyatrik karşılığı ne?
– Regresyon…
Nedir regresyon?
– İnsanı örnek alırsak, bir ömür boyu hepimiz birtakım evrelerden geçiyoruz. Belli evrelerde olgunlaşmış olduğumuzu farz ediyoruz. Fakat tüm bu süreç içerisinde, zaman zaman daha genç yaşlarda hatta bebekliğe varabilen evrelerde yaşamış olduğumuz davranışlara benzer davranışlar da gösterebiliyoruz. Buna ‘regresyon’ deniyor psikiyatride…
Gerileme yani…
– Tam karşılamıyor ama benzer bir şey. “Kolektif regresyon” diye bir şey de var. Toplumlar da regresyondan geçebiliyorlar, örneğin 2. Dünya savaşı öncesi Alman halkı kolektif regresyon yaşadı denilebilir.
Şimdi bizim de yaşadığımız bu mu: Kolektif regresyon mu?
– Evet. Kişisel görüşüm bu.
‘Dönüşüm’ değil bu… Öyle mi?
– Bence değil. ‘Dönüşüm’ riskli bir sözcük. Çünkü dönüşümde, regresyon mu oluyor, progresyon mu, o bazen pek belli değil. Dönüşüm adı altında bu şehirde yapılanlara bak, birileri için büyük bir atılım olabilir, ama bana sorarsan regresyon…
HEP BİRİ GELECEK, BİZİ KURTARACAK DİYE BEKLİYORUZ
Hep bir kurtarıcı bekliyoruz, öyle mi?
– Evet, biri gelecek ve bizi kurtaracak diye bir bekleme var. O kadar çocuk haldeyiz ki, kolay kandırılıyoruz. Heybetli laflar duyduğumuz zaman coşuyoruz. Öbür tarafta hakikaten bir şeyler yaratan, yapan insanları görmüyoruz. Hani Einstein’ın biline bir lafı var, Twitter’da dolaştı durdu bir ara, “Delilik, sürekli aynı şeyleri yapıp, farkı sonuçlar beklemektir!” Sanki bu hal pek sık yaşanır oldu. Bir de, “Doğruyu sadece ben bilirim!” Herkes artık kendi başına bir siyasi parti gibi…
BİR BEBEK GİBİ BAĞIMLIYIZ
Zaman zaman bir bebeği andırıyoruz toplum olarak. Aç ve çıplak bir bebek gibi bağımlıyız. Bir şeyleri hep başkalarından bekleme eğilimdeyiz. Kendi yapamadıklarımızı görmemek için, başkalarının yaptıklarını eleştirip kendimizden kurtuluyoruz. Özerk olamıyoruz. Zaten bu bizim aile yapımızın da önemli bir boyutu.
Ortak tarihi olmayan toplumlar huzur bulamaz!
Bütün bu anlattıklarınız arkasında yatan nedir?
– Kesinlikle bir kimlik bocalaması yaşadığımıza inanıyorum. Ama bu, bugünün sorunu mu? Değil. Bana göre çok eskilere gidiyor. 1981’de ‘İnsan Olmak’ kitabını yazdığımda, şu cümleyle bitirdiğimi hatırlıyorum: “Ortak bir tarih konusunda mutabık kalamayan toplumlar huzur bulamazlar!”
Biz o durumda mıyız yani?
– Evet, öteden beri. Tabii bunun, ülkenin coğrafyasıyla, dünya üzerindeki konumuyla da ilgisi var. Biz Ortadoğu ülkesi değiliz. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim çünkü Suudi Arabistan’ından Yemen’ine kadar hepsini dolaştım. Bize giydirmeye çalışsalar da, o yanlış elbise, durmaz üzerimizde…
Bizim tarihimizin nesi varmış?
– Orhun yazıtlarından başlıyor, Balkanlar’a kadar gidiyor. Avrupa’yla melezleşmiş, Asyalı bir toplum, artı Anadolu. Bu tarihte neler var? Türk boyları, Türk devletleri var, Türk Moğol devletleri var. Ondan sonra Selçuklular var, artı Anadolu’da yaşamış olan bütün medeniyetler bizim tarihimiz ait aynı zamanda. Sonra Osmanlı geliyor. Osmanlı, Doğu Roma ya da Yeni Roma. Biz hâlâ Yeni Roma’yız. Böyle başka bir ülke yok dünyada. Bu topraklarda, kimselerininkine benzemeyen bir demografik yapı ve geçmiş var. Ama bu aynı zamanda hakiki bir kimlik boşluğu…
Ne yani?! Müthiş bir zenginlik değil mi bu?
– Evet zenginlik ama aynı zamanda da bela!
Niye bela?
– Hadi gel de bütün bu farklılıkları bir arada tut ve bir bütün yarat! Evet, inanılmaz folklorik zenginliğimiz var, ağzı açık kalıyor insanın bu çeşni karşısında. Fakat bu kadar farklı çeşniyi özümseyen tek bir toplum yaratamamışız. Amerika’da mesela başarmışlar, her çeşit insan, her çeşit insanla evlenmiş ama Amerika güçlü bir sistem kurmuş. Söz sahibi bir halk var orada. Bizde yok…
Nasıl yani?
– Pek çok ulusun karıştığı bir ulusuz biz diyelim. Halkımızın itici gücünün temelinde de Türkler var. Yani devletler kursalar da, sürekli Batı’ya hareket eden boylardan oluşan bir itici güç. Ama yerleşik halk kavramı oluşmamış. Bu, yavaş yavaş Selçuklu’da ve Osmanlı’da başlıyor. Ama Doğu Roma ya da Bizans’ın mirası olan Osmanlı, hızla şişmiş bir imparatorluk ve yine halk yok. Tebaası var ve biz hala tebaayız! Onun için son kitabımda da yazdım: Aradan 90 yıl geçmesine rağmen, hala imparatorluk tebaası özellikleri sahip isek, hanedanı neden kovduk ki? Hiç olmazsa, onlar gerçek sultanlar ve halifelerdi…
ÖNCE KABİL, SONRA TEBAA OLMUŞUZ BİR TÜRLÜ HALK OLAMADIK
Yönetim ve tebaa he birbirinden kopuk öyle mi?
– Evet. Bugün de böyle. Çünkü biz ya kabile üyesi ya tebaa olmuşuz. Toplumsal değişiklik gerektiği zaman da taşeronlar kullanılmış. Bu da genellikle asker olmuş. Oysa, devrimi halk yapar. Ama biz hiçbir zaman bir şeyleri değiştirmek için devrim yapmadık. Hep başkalarına yaptırdık. O zaman da halk olunamaz. Darbeler yapılıyorsa, darbeleri de asker yapıyorsa, o zaman halk olunamıyor. Bu ülkede taban, hareket etmiyor. Tepeye bakıyor ne olacak diye. Ve tepe ne derse, o oluyor. Onun için tabanın hükmü yok. O kadın da bunu çok güzel ifade etti: “Ben Erdoğan’ın g….n kılıyım!” dedi, bitti işi.
Biz şu anda Yunan trajedyasındaki koro gibi miyiz?
– Evet. Birileri sahnede oynuyor. Biz sadece seyrediyoruz. Biz bir şey yapmadığımız için de, malı onlar götürüyor!
BİRBİRİMİZE İŞİME YARAR MI DİYE BAKIYORUZ
Biz pek çok topluma oranla daha fazla birbirimize, “Ne işime yarar?” diye bakıyoruz. İlişki yerine bu var. Çıkar yani. Avantam ne olur? Kapitalizm bu ülkeye çok çarpık bir şekilde paldır küldür girdiği için iyice pekişti. İnsanları birbirleriyle hep nemalanmak için ilişki kuruyor.
HAŞLANDIĞININ FARKINA VARMAYAN KURBAĞA
Twitter’da hoşuma giden bir şey okudum. Bence fevkalade doğru bir tespit. Bir kurbağa deneyi. Deney şu: Kaynar suya atarsan kurbağayı, sıçrar ve kaçar. Ama normal ısıdaki suya atarsan kalır. Suyu hafifçe ısıtırsan da hoşuna gider. Suyu daha fazla ısırtırsan, haşlanması ihtimaline rağmen, sesi çıkmaz çünkü kurbağa yavaş uyaranlara tepki vermeye alışkın değildir. Sadece ani değişikliklere tepki verir. O kurbağa, biraz da bizi hatırlatıyor. Bir şey olmuyor zannediyoruz ama su yavaş yavaş ısınıyor aslında, biz de ancak iş işten geçtikten sonra haşlandığımız fark edeceğiz. Almanlar da İkinci Dünya Savaşı’nda, “Nasıl olsa ucu bana dokunmuyor!” diye diye o hale geldiler…
Sen ülken için ne yapacaksan yap!
KİMSEYİ YARGILAMA
Bir arkadaşımın oğlu demiş ki, “IŞİD eve gelirse ne yapacağız?” Ne demesi gerekiyor?
– IŞİD nasıl gelecekmiş eve?
Çocuk korkuyor öyle söylüyor. Sonra pedagoga götürmüşler…
– Ne gerek var pedagoga götürmeye? Otursunlar kendileri konuşsunlar. Bizim burada IŞİD-MIŞİD yok diyecekler. O kadar. Bu korku değil. Teslim olmak.
Teslim olmamak mı gerekiyor?
– Bu bir yargı. Ben kimseye öğüt veremem.
Mesela Acun’un Survivor’ı bütün bu felaket içinde çok izleniyor diye eleştiriliyor… Seyredenlere “Yazıklar olsun!” deniyor, duyarsızlıkla suçlanıyor: “Ülke bu halde siz neler izliyorsunuz!”
– Valla, sen ülke için ne yapacaksan yap. Yapmayanlarla uğraşıyorsan, onlardan farkın olmaz! Hiçbirimiz, birimize bu bağlamda karışamayız, yargılayamayız da. Sen ne yapıyorsun? Senin kendi açılımın önemli. Çünkü başkasını yargılamak, kendinden kurtulmanın bir yoludur. Bu kadar basit.
Sizi bile şaşırtıyor mu Türkiye’de olup bitenler?
– Bir psikiyatrist için en kötü şey merak ve hayret duygusunun yok olmasıdır. Ben bunu kitaplarımdan birinde yazdım. Hâlâ şaşırabiliyor olmamı ülkeme borçluyum!
CİNSEL TACİZ BİR NEVİ HIRSIZLIK
Yıllar evvel Siyasal Bilgiler’den bir asistanım geliyordu akşam 7 gibi. Kış, karanlık ortalık. Ofisin önünde bir genç oğlan, kıçını ellemiş, kaçmış. Sinir içinde geldi ve “Ne demek bu?” dedi. “Hırsızlık yapmış!” dedim. “Ona verilmeyen sevgiyi, zorla senden almaya çalışmış!”
HEPİMİZ TEK TEK SORUMLUYUZ
Bir sorunla karşılaştığımızda, onunla baş etmek yerine geçiştirdiğimiz, doğrudan sorumluluğumuz olan konularda sorumluğu sürekli kendi dışımızda aradığımız, yüzeysel sloganlar edinip kendimizi entelektüel sandığımız, başkalarından daha akıllı olduğumuza inandığımız ve kendimize gerekli soruları sorup, cevaplarıyla yüzleşmekten kaçındığımız sürece, psiko-sosyo-politik alanlarda debelenip duracağız! Günün birinde gerçek bir ekonomik deve dönüşsek bile, neyin yanlış gittiğini anlamak için çaba göstermedikçe, çocuk yetişkinlerden oluşan bir toplum olmanın savrulmalarından kurtulamayacağız. Tek bir bütün iken, kendimizi iki parça bir ülke haline getirdiysek, bunun sorumlusu tek tek hepimiz…
ÖNCE BİZ KİMİZ? SONRA BEN KİMİM?
“Ben kimim?” sorusunun cevabına, “Biz kimiz?”in yanıtı verilmeden ulaşabileceğine inanmıyorum. Biz, tarih duygusundan yoksun, dünyayla ilişkimizde yüzeysel bir toplumuz. Nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu umursamadan serseri mayın misali yaşamaya alışmışız. “Bu toplumun belleği yok!” diye kendimizi eleştiriyoruz, ama nedenini anlamaya çalışmıyoruz… Carl Gustav Jung’un çağdaş düşünceye yaptığı en önemli katkılardan biri ‘kolektif bilinçdışı’ ve ‘arketip’ kavramları. Jung’a göre, insan zihni, onun evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Yani insan, geçmişiyle bağlantılıdır. Ama bu bağlantı, yalnızca kişisel geçmişini değil, ait olduğu toplumun geçmişini ve hatta tüm insanlık evrimini içerir…