Kendini güncelleme yeteneği, enerjisi, hayat iştahı ve öğrenme aşkı karşısında etkilenmemek mümkün değil. O hiç eskimiyor, yaşlanmıyor, aksine bence gün geçtikçe gençleşiyor.
Çünkü o Ertuğrul Özkök!
Sinir uçları hep açık ve hayatı, bütün radarlarıyla takip ediyor. Seveni var, sevmeyeni var ama hakkını da teslim etmek gerekiyor.
Ben Özkök’ü ne zaman görsem, hep yeni bir şeyler anlatıyor. Yeni bir kitap, New York Times’da okuduğu ilginç bir makale, keşfettiği yeni bir şarkı, Netflix’te yeni bir dizi, dünyada yeni bir moda ya da felsefe akımı, sanatta bir yenilik… O kadar geniş bir ilgi alanı ve bitmez tükenmez merakı var ki, insan şaşkına dönüyor.
O, bundan 9 yıl önce yayın yönetmenliğinden ayrıldı ve o günden bu yana ülkenin en çalışkan muhabirlerinden biri. Sizi bilmem ama ben onun iktidarının oturduğu koltukta değil, kişiliğinde gizli olduğunu şu geçen son 9 yılda çok daha iyi anladım. Özkök her yerde, her zaman var olur, sonsuza kadar çalışır, üretir ve fark yaratır. Yaşsızlığın, tutkunun ve deli merakın kanıtı gibidir.
O, sorulmayan soruları soran (Kimin aklına “Tanrı kaç yaşındadır?” diye bir soru gelir, onun geliyor), gidilmeyecek yerlere giden, sürekli kendini geliştirmenin yollarını arayan ve hayatın hakkını vererek yaşayan adam…
Evet anladınız, bu söyleşinin konusu Ertuğrul Özkök’ün yeni kitabı ‘Tanrıyı Gören Son İnsan’. 2017’de ayağını kırdığında yazmaya başladığı son kitabı… 2000’li yılların ortasında başlayan bir yolculuğun tamamlanması… Mutlaka okuyun. İnsana en çok şu duygu geçiyor: “Tanrıyı sevmek için inançlı olmak gerekmiyor. Tanrı kavramı, şu dünyada insanın yarattığı en güzel şey!”
Bence Özkök’ün iç yolculuğu hiç bitmeyecek. Bitmesin de zaten. Kimsenin bitmesin. Biz de hayatı onun gibi, dibine kadar yaşayalım. Ve bize sunduğu güzellikler için Tanrı’ya hep şükredelim…
Fotoğraflar: İbrahim Yurtbay
Ertuğrul Bey, yine yapmışsınız yapacağınızı. En hassas mevzulardan birine dalmışsınız, ‘Tanrıyı Gören Son İnsan’ diye bir kitap yazmışsınız… Kafadan soruyorum: Allah’a inanıyor musunuz?
– Müsaadenle bu soruya cevap vermeyeceğim!
Niye? “İnanmıyorum” demekten mi korkuyorsunuz?
– Yoo öyle değil…
Yoksa cevabı henüz bulamadınız mı?
– O da değil. Bu, cevabı çok kolay bir soru aslında. Üzerinde uzun uzun düşünmeye hiç gerek yok. “Evet” veya “hayır” dersin biter. Cevabım da var ve bunu kitabımda yazdım. Üstelik iki cevabı var. Biri daha kitabın ilk bölümünde. Öteki ise son cümlesinde.
O zaman niye cevap vermiyorsunuz?
– Çünkü bu kitapta benim meselem Tanrı’nın var olup olmadığını tartışmak değil. Yaptığım işi, böyle basit bir tartışmaya indirmek istemiyorum. Ben Tanrı’nın ve dinlerin hikâyesini anlatıyorum.
Peki bu soruyu kendinize hiç mi sormadınız mı?
– Sormaz olur muyum? Bir gün herkes bu soruyla karşılaşacak. Bana da soruyorlar. Ben bu soruyu biraz daha sofistike bir seviyeye taşımak istiyorum… Çok şükreden bir insanım. Dindar bir aileden geliyorum ama kendim dindar değilim. Bu kitabı yazarken, bu sorudan daha da ileri giden iki soru sordum. “Allah’ı sevmek için ille de dindar olmak gerekir mi?” Ve onun da bir adım ötesi: “Tanrı’yı veya Allah’ı sevmek için ille de ona inanmak gerekir mi?” Bu kitabı da aslında bunları tartışmak için yazdım…
“MAYMUNDAN MI GELDİK?” SORUSUNA İNDİRGERSENİZ HİÇBİR ŞEY ANLAMAZSINIZ!
Kitapta sizi en çok etkileyen hikâye hangisi?
-“Başlangıç”. İnsanlığın bütün hayatı boyunca yazdığı en güzel ve etkili hikâye. Bütün kutsal kitaplarda da var. Aslında pek gerçekçi değil. Ama işin özü de burada zaten. İnançla ilgili hikâyelerin, gerçekçi olması gerekmiyor. Anlamadığımız bir şeyi, bize güzel bir öyküyle anlatıyorsa niye inanmayalım ki?
İyi de bu hikâye, insanın ve kainatın nasıl oluştuğu konusunda size yeterli geliyor mu?
– Gelmiyor tabii ki! Ama 70 yaşımın sonunda geldiğim nokta şu: İnanç öyle bir şey ki, fazla kurcalamamak lazım! Bak, sorgulamamak demiyorum… Her insan sorguluyor… Bazen çok dindar arkadaşlarımla konuşuyorum. Onlar bile, kutsal kitaplardaki bazı hikâyeler sorulduğunda tebessüm ediyor. Çünkü bir de bilimin hikâyesi var ki, o giderek daha ilginç ve ikna edici bir hal alıyor. Yani kainatın büyük bir patlamayla oluştuğu…
Kitapta Darwin’in tezine bir sempati var. İnsanın, maymundan geldiğine inanıyor musunuz?
– 100 yıldan fazla bir süredir bu kavga devam ediyor. “İnsan maymundan mı geldi?” yoksa “Böyle mi yaratıldı?” Olayı, böyle kaba bir seviyeye indirgerseniz, tabii ki kavga haline dönüşür. Bu da kutsal kitabı savunanların çok işine gelir. Oysa evrimin anlattığı hikaye bu kadar basit değil. Bugün, Etiyopya Ulusal Müzesi’ne gidip oradaki ilk insan kalıntılarından biri olan Lucy’ye şöyle tarafsız bir gözle bakın. Sorunun cevabını orada kendiniz verirsiniz zaten…
İSLAM KONUSUNA FAZLA GİRMEDİM ÇÜNKÜ
Kitapta üç tek Tanrılı dinle ilgili hikâyeler var. Ama İslam konusuna fazla girmemişsiniz. Neden?
– Nedenini çok samimi şekilde söyleyeyim… Çünkü çekiniyorum, korkuyorum. İslam henüz Hıristiyan alemindeki gibi bir yüzleşmeye hazır değil. Bende de durup dururken böyle riskler alacak bir cesaret yok. Buna gerek de duymuyorum. Ayrıca bu kitabı hazırlarken, başucu eseri olarak kullandığın Kuran mealini yazan Mustafa Öztürk gibi bir hocaya yapılanları gördükten sonra bu riskleri almaya hiç niyetim yok…
Miraç Gecesi hikâyesini özellikle mi seçtiniz?
-Evet. Benim için İslam’ın en güzel hikâyelerinden biri. Kitapta bu yüzden geniş yer ayırdım. Miraç dönüşü Hazreti Muhammed’in Hazreti Ayşe’ye, “Bunu kimseye anlatma. Kimse inanmaz!” dediği yolunda metinler okudum. Bu da Hazreti Muhammed’in çok gerçekçi bir peygamber olduğunu gösteren güzel bir örnek.
Hazreti Muhammed’in Miraç Gecesi gittiği yıldızda gördüğü ışıklarla ilgili yorumunuz ilginç. Hangi yıldız o?
-‘Miraç Gecesi Hazreti Muhammed’in Tanrı katına çıktığı bir an var. Cebrail’le ona gelen atı Burak’ın sırtında gökyüzüne çıkıyor ve Sedr ağacının ötesinde Tanrı’nın ışığını görüyor. Bazı metinlerde Hazreti Muhammed’in Tanrı’yla karşılaştığı yerin, “Gökyüzündeki en parlak yıldız” olduğu söyleniyor. Demek ki Venüs’e gitmiş. Yani dünyaya en yakın yıldıza…
Buna getirdiğiniz yorum ilginç…
– Bu kitabı yazdıktan sonra şöyle ilginç bir gelişme oldu. Yılbaşı gecesini 36 dakika geçe, NASA’dan 14 yıl önce atılan bir uzay aracı, dünyaya 6.5 milyar km uzaktaki ‘Ultima Thule’ adlı yeni keşfedilen bir yıldızın yörüngesine girdi. Yani insanoğlu, Hazreti Muhammed’in Allah’ın ışığını gördüğü en parlak yıldız Venüs’ün çok çok ötesine gitti. Demek ki insan, uzaya çıktıkça, Tanrı, daha uzak bir gezegene çekiliyor…
Bu arada, atın adı neden sizce Burak?
– Ben de merak ettim. Kitabı yazarken sözlüğe baktım. Arapça’da yıldırım, şimşek demek . Bu da Yunan mitolojisindeki Pegasus’a benziyor. O da Zeus’a yıldırım taşıyordu. Tanrıların birçok hikâyesinde ‘parıldayan kanatlı bir at’ var.
KÂBE’DE, SEBATİ’NİN ÇEKTİĞİ BU FOTOĞRAF BENİ ÇOK ETKİLEDİ
Ahmet Hakan’la birlikte umreye gittiniz…
– Evet ama Mekke’ye bir mümin olarak değil, gazeteci olarak gittim. Ama Kâbe’de çok etkilendim. İtiraf edeyim giderken endişeliydim. Orada çok fanatik bir İslam portresiyle karşılaşacağım gibi bir duygum vardı. Ama kadınla-erkek arasındaki ilişkinin en dengeli olduğu İslami mekân, Mekke. Yan yana tavaf edebiliyor, namaz kılabiliyorsunuz. Orada Sebati Karakurt’un çektiği bu fotoğrafı çok seviyorum. Mermer zemine yalın ayakla bastığımda aldığım huzuru hiç unutamadım…
BU KİTABI YAZARKEN ÖZKÖK’E HANGİ GİZLİ YERLER AÇILDI?
Bu kitabı yazarken size hangi gizli yerler açıldı?
– Ben şanslı bir gazeteciyim. Bu kitabı yazarken dünyanın en gizli, en yasak inanç mekânlarının kapıları açıldı bana. Mesela Bhutan’da İkinci Buda’nın ilk meditasyonunu yaptığı Tigers Nest (Kaplan Yuvası) Manastırı’ndaki mağaranın kapısını açtılar bana. Buraya, bırakın fotoğraf makinasını, cep telefonu bile sokulmuyor. Sebati’yle bana fotoğraf izni verildi…
KÂBE’NİN YENİ HALİNİ ONLAR DÜNYAYA GÖSTERDİ
Peki ya Kâbe’deki fotoğraflar?
– Kâbe’de de fotoğraf çekilmesi yasak. Sebati çekti ve etrafındaki devasa binalar içinde kaybolmuş halinin ilk görüntülerini dünya onun kamerasından gördü. Bild am Sonntag gazetesi 8 sayfa ayırdı o fotoğraflara…
Birçok başka inanç merkezine de girdiniz. Nerelerdi oralar?
– Vatikan’ın altında, Aziz Peter’in kemiklerinin ve papaların lahitlerinin olduğu Grotto’ya girdim. Aynaroz Manastırı’nda Ortodoks papazların odalarında üç gece geçirdim. Etiyopya’da Lalibela manastırlarının arkasındaki mağaralarda mumya tarlalarına girdim. Meksika’daki Teotihuacan Tapınağı’nın altında gizli tünel, National Geographic ve Smithsonian Enstitüsü dışında bana da açıldı…
İNSAN, TANRI’YLA İLK NEREDE KARŞILAŞTI?
Tanrı’yla ilgili pek akla gelmeyen, gelse de sorulmayan sorularınız var…
– Evet. Mesela “Tanrı nerede doğdu?” sorusunun yanıtı aradım. Tabii ki dindar insanlar için bu, kabul edilebilir bir soru değil. Onlar için “Allah hep vardı. İnsandan önce de vardı, sonra da var olacak…” Ancak konuya bir de şöyle bakalım: Bugün yeryüzünde insandan başka Tanrı’ya inanan canlı var mı? Yani bugün, kutsal kitaplar varsa, peygamberler varsa, dinler varsa, insan, var olduğu için var! İnsanoğlunun, Tanrı kavramıyla nerede ve ne zaman karşılaştığını bilemiyoruz, belki de hiçbir zaman bilmeyeceğiz. Ama elimizdeki somut kalıntılara bakarak, bilebildiğimiz en eski karşılaşma yerini bulabiliriz. Şu an en eski yer Göbeklitepe. Oranın hikâyesi çok kuvvetli ve insanoğlu orayı epey bir süre konuşacak…
Bir de kitapta şu sorunun cevabını arıyorsunuz… “Tanrının nüfusu nedir?”
– İnanan bir insan için bu da tabii ki absürt bir soru! Ama gel biraz rakamlara bakalım. Hiç düşündün mü, yeryüzünde yaşayan kaç adet canlı organizma var?”
Kaç?
– Yeryüzünde tahminen 8.7 milyon canlı türü yaşıyor. Bunların sadece yüzde 14’ü belgelenmiş ve adlandırılmış durumda. Tümünün sayısını bilmek ise çok güç. Hatta, mümkün değil. Tahminler var sadece. Kitapta onları anlattım. Brian Tomasik diye bir matematikçi bir rakam veriyor. Rakamı aynen aldım ama okunacağını bulamadım… Bence Tanrı’nın nüfusu, yani “onun varlığına inananlar ve ona tapanlar” konusunda daha basit bir hesap yapabiliriz. Bugün yeryüzünde 7.4 milyar insan yaşıyor. Bunların büyük bölümü Tanrı’ya inanıyor. İnanan bir insanı ele alalım. Bu bedende 10 trilyon yaşayan hücre var. Bu hücrelerde Tanrı şuuru yok tabii. Ayrıca sindirim sisteminde yaşayan bakteri ve mikrop sayısı 100 trilyon. Demek ki, inanan her müminin bedeninde, Tanrı kavramı şuuru olamayan en az 110 trilyon başka canlı organizma var. Yani bütün canlıları yaratan Tanrı, ama O’nu bilip O’na inanların sayısı çok küçük! Tanrı’nın şuurlu nüfusu az yani! Tabii bütün dünyada ateistlerin sayısının da son 50 yılda çok arttığını buna eklersek, bu nüfus sandığımızdan da küçülüyor…
HAYATIMDA HİÇ TANRIYI TARİF ETMEYE KALKIŞMADIM
Geldik sorunun özüne… İnsanda Tanrı şuuru varsa, ‘Tanrı’ nedir?
– Kitapta Tanrı’yla ilgili her şey var ama iki şey yok. Birincisi, Tanrının tarifi… Açıkçası O’nu açıklayacak bir tarif bulamadım. İkincisi de Tanrı var mıdır yok mudur tartışması. Bu tartışma beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü inanç pozitif bir tarife ve doğrulanmaya ihtiyaç duymayan bir şey…
İLBER HOCA BANA ÖYLE BİR ŞEY SÖYLEDİ Kİ, OLAYI ANLADIM
İlber Hoca’yla bir konuşmanızı nakletmişsiniz…
– Evet. Bir zamanlar İlber Ortaylı’ya, “Topkapı müzesindeki kutsal emanetler için niye karbon testi yaptırmıyorsun?” diye sormuştum. O da, “Ne gerek var? İnsanlar onlara inanıyorsa, bırak inansınlar. Kutsal kavramlar böyle kurcalamaya gelmez!” demişti. O cevap bana o gün makul gelmişti. Bugün de makul geliyor…
Kitabın sonunu Dan Brown’la yaptığınız söyleşiyle tamamlıyorsunuz. Niye onunla?
– Çünkü o da Tanrı’nın hikâyesi meselesine dalmış bir insan. Yazdığı ‘Başlangıç’ kitabında beni ilgilendiren çok şey vardı. Onunla buluşmaya gittiğimde çok ilginç bir şey olmuş, ama sonradan fark ettim. Bana Frankfurt’ta bir otelde randevu verdi. Önce hiçbir anlam veremedim. Niye orada buluştuğunu kitabı yazarken anladım. Tam Dan Brown’lık yapmış! Randevu verdiği binanın çok ilginç bir hikâyesi var ve ben o binada ona, hayatında kimsenin sormadığı bir soruyu sordum. Bunu da kitabın sürprizi olsun. Kitabı okuyanlar öğrensin…
TANRI’YA ŞİRK KOŞAN İLK KADIN BENCE FRANKENŞTAYN’I YAZAN SHELLEY
Kitapta ‘Tanrıyı öldürmek isteyenler’ bölümünde, üç insanın hikâyesi var. Bunlardan biri Darwin, diğeri Nietzsche, üçüncüsü ise Frankenştayn romanının yazarı Mary Shelly… O niye?
– Mary Shelley, beni eskiden merakımı cezbeden bir kadın. Bu yıl bütün dünyada çok moda oldu. Ama bu konuda benim yorumum bence özgün: Ben Frankenştayn’ı Tanrı’nın en büyük özelliği olan ‘yaratma gücü’ne bir meydan okuma olarak görüyorum! ‘Tanrı, insanı yarattı’ inancının karşısına, ‘İnsanı, insan da yaratabilir’ fikrini koyan bir anlayış bu. Yani Frankenştayn sadece bir edebiyat şaheseri değil, aynı zamanda, Shelley ve arkadaşlarının Oxford çevresindeki ilk ateist girişimlerinin bir manifestosudur.”
TANRI’YI ÖLDÜRMEK İSTEYEN 3 İNSANIN BAŞINA GELENLER
Tanrı’yı öldürmek isteyen bu 3 kişinin hayatlarının sonunda sanki lanet gibi şeyler var. Tek tek yazmışsınız. Onlar da ilginç…
– Evet. Tanrı’yı öldürmeye çalışanların başına gelenler de kitapta önemli bir yere sahip. Mesela Mary Shelley ve kocası Percy dahil bütün arkadaş grubunun genç yaşta trajik ölümleri. Mesela Tanrı’yı öldürmeye çalışan Nietzsche’nin akıl hastanesine çok imanlı bir Hıristiyan olarak kaydedilmesi. Mesela açıkça “Tanrı yoktur, çünkü tanrıya gerek de yoktur!” diyen Hawking’in, gömüldüğü yer ve orada cenaze töreninde yaşananlar ve yapılan konuşmalar. Hepsi kitapta yer alıyor…
TANRI PARÇACIĞINI BULAN İNSAN TANRI’NIN ARKA BAHÇESİNE Mİ GİRDİ?
“Dindar değilim” diyorsunuz, din adamı da değilsiniz… O zaman niye böyle bir kitap yazdınız?
-Bu, bir din kitabı değil. Teoloji veya bilim kitabı da değil. Tanrı’nın hikâyesi… Ama benim anlattığım hikâye…
Dokuz yıl önce çıkan ‘Tuhaf’ adlı kitabınız epey ilgi görmüştü. Bu, onun devamı sayılabilir mi?
-İnancın ve Tanrı’nın hikâyesi asırlardır insanı en çok büyüleyen hikâye. Çünkü bir dizi mucize ve tuhaf olaylar zinciri var. O bakımdan evet, kitabın merak ve okuma ruhu ona benziyor. Ama bu çok daha büyük ve küresel.
Kitapta birçok bilimsel olay ve hikâyesi de var. Onları da Tanrı’nın hikâyesinin bir parçası olarak yazmışsınız sanki…
– Haklısın. Son 300 yılda inançla, bilim arasında büyük bir rekabet var. Bilim, bir zamanlar Tanrı’ya ait görülen bölgelere ve alanlara giriyor. Şurası kesin; geçmişte Tanrılar, insanın açıklayamadığı her şeyi üzerine alıyordu. Fırtınaların neden olduğunu bilemezseniz, onu bir Tanrı’nın yaptığını söylemek çok kolay. Ama bilim, her tabiat olayını fizik kanunlarıyla açıkladığında, onun tanrısına da ihtiyaç kalmaz. Bu tez tabii ki doğru. Yani bilim, giderek Tanrı’nın arka bahçesine girdi. Hatta, bahçesinin çitlerini kesmeye başladı. Tanrı parçacığını bulan insan da bunlardan biri…
TEKTANRIYI YARATMAK İSTEYEN FİRAVUNA NE OLDU?
Yazdığınız “Tanrı tarihinde”, tektanrılı dinlerin özel bir yeri var. İnancın geleceğinde son aşama onlar mı?
– Bugünün en tartışılan üç inancının, üçü de aynı kökenden gelen “Semavi dinler.” Ama orada da ilginç bir dönem var. Bizler genellikle tektanrı fikrinin Hazreti Musa’yla başladığına inanıyoruz. Ama, Musa’dan önce, çok az insanın bildiği bir “Tektanrılı din kurma” girişimi var. Bütün inanç tarihinde da benim çok ilgimi çeken bir karakter var. Eski Mısır firavunlarından Akhenaton. Annesi Yahudi olan bir firavun. Nil Nehri kenarında kendi başkentini kurmuş ve Amun rahiplerine karşı savaşarak, çoktanrı, yerine tektanrılı bir din kurmak istemiş. Onun ve ailesinin hikâyesi beni çok etkiler. Sonu çok trajik bitiyor. Ayrıca Freud’un bu konudaki yorumu da çok ilginç göründü bana. Freud, “Asıl Musa oydu!” diyor.
TANRI, KONUŞTUĞU İLK KADINA NE DEDİ?
Kitabınız adı, “Tanrıyla konuşan son insan”. Ama kitapta daha çok Tanrı’yla konuşan ilk insanları anlatıyorsunuz. Tabii ki beni en çok Tanrı’yla konuşan ilk kadın ilgilendirdi. Kim o?
– Kuran’da, Tanrı’yla konuşan insan hikayesi pek yok. Hazreti İsa, zaten kendisi Tanrı’nın oğlu olarak tarif edildiği için, Tanrı kavramının parçası haline gelmiş. Ama Tevrat’ta çok fazla Tanrı’yla konuşan insan hikayesi var…
Kimler mesela?
– Çoktanrılı dinlerde Zeus’un ilk konuştuğu kadın Pandora. Ona “Sakın kutuyu açma!” diyor. Ama o açıyor ve ilk günahı kadın işlemiş oluyor. Tektanrılı dinlere geldiğimizde de, Tanrı’nın, kadına bakışı benzer. Tevrat’a göre Tanrı’nın konuştuğu ilk insan Adem. Ona söylediği ilk söz de, “Seni koyduğum bahçede istediğin meyveyi yiyebilirsin” cümlesi. Yine Tevrat’a göre Tanrı’nın konuştuğu ilk kadın Havva. Tanrı, onu da, erkeği günaha teşvik ettiği için suçluyor ve doğum sırasında acı çekmeye mahkum ederek, cezalandırıyor! Ne yazık ki, inancın eski tarihlerinde, Tanrıların, kadınla ilişkileri böyle olumsuz hikayelerle başlıyor. Ama tabii ki, özellikle İslam’da daha sonra kadını koruyan çok şey var…
KİTAP, BİTTİĞİNDE SORDUM: TANRI İNSANOĞLUNUN NEYİ
Peki geldiğiniz noktada… Tanrı, insanoğlunun hayatında nasıl bir yere sahip?
-Kitabı yazmayı bitirdiğimde şunu hissettim: Tanrı, insanoğlunun sahip olduğu en güzel “Şey”! Açıklayamadığım, tarif edemediğim için onu anlatacak bir kelime da bulamıyorum. Ama dinlerin, hele hele bugün din adına yapılanlara bakınca, aynı şeyi, dinler için söylemiyorum. O nedenle din yerine hep “inanç” kelimesini kullanmayı tercih ettim.
Nasıl yani? Din olmadan, Tanrı olur mu?
-Bana bu soruyu soran ilk kişi sen değilsin, son kişi de olmayacaksın. Vallahi benim kafamda ne böyle bir soru var, ne de cevabını merak ediyorum. Bu soruya, fanatiklerin verdiği cevabı biliyoruz. Fanatik bir insan için din, bilinçaltında bazen Tanrı’dan bile önemli hale geliyor. Ama samimi inanç sahibi insanların bu soruya vereceği cevabı konuşmaya çok hazırım…