SİZE bir bayram kitabı önerisi… “Uçan Tabut.” Ben hâlâ etkisindeyim. Son zamanlarda okuduğum açık ara en sıkı kitap. Bana bayram hediyesi gibi oldu, size de olsun istedim.
Adına aldanmayın, karanlık bir kitap değil. New York’tan yurda getirilen bir cenazenin ekseninde gelişen olaylarda, bir diğerinin hayatının bilmeden, bir meteor çarpmışçasına birbirine etkileyen bir dizi insanın öyküsü…
Film gibi. Anlatım da sinematografik. Birbirlerinin hayatlarına dokundukça uyanıyorlar, uyandıkça birbirlerine dokunuyorlar. İncecik bir şey, 118 sayfa, birbirine bağlı 9 öykü, çok da kolay okunuyor.
Hindistan’da yaşadığımız otel-eve sarı bir zarf içinde geldi. Merakımdan okumaya başladım. Ve daha ilk andan itibaren büyüledi kitap beni.
Yazarı Pınar Eğilmez’i tanımıyorum, hiç karşılaşmadım. Hayatında ilk kez roman yazmış. Ve kendi imkânlarıyla bastırmış. Onu aradım, Katar- Doha’da buldum…
Ve sordum…
Bu hayattaki görevini bul gerekeni yap, yola devam et…“An’a ve tam an”da yapman gerekene sadakat, kendi tasarımına sadakattir. Kendine iman etmeden Tanrı’ya iman edemezsin…
Kimsin, nesin? Nereden çıktın?
– Ben Pınar. Pınar Eğilmez. 42 yaşındayım. Hacettepe mezunuyum. İngilizce mütercim tercümanım. Ama mesleğimi yaptığım söylenemez. Bir adama âşık oldum. Sonra o adam eşim oldu. Bir mühendis. Yurtdışı projelerinde çalışıyor. Ben de kızımızla birlikte onun peşinden ülke ülke dolaşıyorum. Şimdi 4. ülkemizdeyiz, yani Katar’da…
Bu hayattaki görevini bul gerekeni yap, yola devam et…
“Uçan Tabut” sosyal medyada olay oldu. Herkes “Uçan Tabut”u bulmaya, okumaya çalışıyor… Böyle bir şeyi tahmin ediyor muydun?
– Hayır, hiç! Şaşkınlık içindeyim. Bu ilgiye de inanamıyorum. Müthiş bir sevgi seli, destek…
“Birbirine dokundukça uyanan, uyandıkça birbirine dokunan hikâyeler” olarak tanımlıyorsun yazdığın hikâyeleri…
– Hepimiz belli şablonlar, kodlar, tanımlamalar ve sosyolojik örüntüler içinde yaşıyoruz. Bir an geliyor hepsi, gömleğimizden silkelediğimiz kırıntılar gibi dökülüveriyor üzerimizden. Bu, birinin bizim hayatımızdaki rolüyle de gerçekleşebilir, tam tersine, biz bir başkasına el uzattığımızda da olabilir. Değiştirdiğimizle birlikte biz de değişiriz. Aynı kalmayız. Değiştikçe de yeniden bir başka türlü etkileriz çevremizi…
“Herkesin biricik hikâyesi vardır. Kendine uyanış hikâyesi. “O” hikâyesi. Senin yok mu? Olacaktır…” ne demek bu?
-“Bu iş böyle gitmez!” demek. Byron Katie’nin çok güzel bir sözü var; “Tepki verdiğiniz, hiçbir zaman bir başkası olmadı. Önce anlamsız olana bir anlam yüklüyorsunuz, sonra yüklediğiniz anlama tepki gösteriyorsunuz!” diyor. Hepimiz “Ben şöyleyim, böyleyim!” diye tanımladığımız hayatlarımızda dıgıdık dıgıdık at sürerken, başımıza bir acı, bir aşk, bir başarı, bir başarısızlık, bir sağlık sorunu ya da bir şey gelir, iyi ya da kötü ve birden “Ben ne yapıyorum ya?” der ve uyanırız… Neye? Her şeyin bir rüya olduğuna! Olana bitene, sıkı sıkı tutunup anlam yüklediklerimizin anlamsızlığına… Ama bunun devamı hüzün değil, sevinç ve özgürlüktür…
Senin biricik hikâyen ne?
– Benim biricik hikâyem, rahatsızlığım. Anxiety Disorder. Yani “Kaygı Bozukluğu.” 12 yıldır mücadele ediyorum. Ama şimdi görüyorum ki, beni böyle süründürmeseydi, kendimi iyileştirmek için bu kadar yol kat etmeseydim, asla şu anki ben olamazdım! Bu romanı da yazamadım. Çılgınca ama iyi ki başıma gelmiş! Ben kaygılarımdan kurtulmak için yazıyorum ve hikâye kurguluyorum. Bu rahatsızlık edebiyatçı bile yaptı beni…
KENDİ KURGULADIĞIMIZ KURGULAR İÇİNDE KAYBOLMAYALIM
Esas olarak ne söylüyorsun bu kitapta?
-“Kendi kurguladığımız kurgular içinde kaybolmayalım!” diyorum. Ne kadar çok kalp ağrısı çekiyorsak, hırs veya acı veya kıskançlık veya öfke duyuyorsak, o kadar net, içinde bulunduğumuz durumdan uyanma vaktimiz gelmiş demektir. Saçmalıyoruz demektir. Dokuz hikâyede de bunun örneklerini vermeye çalıştım. Bir tek, ilk karakter Bora’yı kurtaramadım…
‘TANIDIĞIM EDİTÖR YOKSA BASMAZLAR!’
Peki “Uçan Tabut”un yayınlanma macerası nasıl gerçekleşti?
– Romanımı bitirdim. Öyle duruyorum. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok. Bana söylenen, yayınevlerine günde 10 dosya gittiği, tanıdığım bir editör olmazsa, dosyamın aylarca masada bekleyeceği, büyük ihtimalle 15 yayınevine de göndersem cevap alma şansımın çok düşük olduğuydu. Belki de yanlış bir yönlendirmeydi, ama ben bunu içselleştirdim. Bu arada bir yayınevine de gönderdim, geçen şubattan beri kimse geri dönmedi. Ben de “Amaaan! Kendi imkânlarımla bastırırım. Bana, eşe, dosta bir anı olur!” dedim, öyle de yaptım…
Ne tür tepkiler alıyorsun okuyanlardan…
– Çok çok coşkulu tepkiler alıyorum. O kadar ki utanıyorum.
Bir de okuyamayanlar var…
-Evet ya, çünkü bu ilgiye hazırlıksız yakalandım! İlk baskılar hemen bitti, yeniden baskıya girdi. Az kaldı. Bu hafta herkes bulabilir…
HAFIZANIZ SİZİ YANILTIR!
“İnanmak ve bilmek aynı şeyler değil” diyorsun…
– Evet, çünkü istediğine inanabilirsin ama bi-le-mez-sin!!!! İnsanlık, tarih boyunca, kendi inandığı ama bir diğerinin inanmadığı şeyler üzerinden birbirine zulmetti. Bunun büyük örneklerini de görürüz her zaman. Toplumun en küçük birimi aile içi örneklerini de…
Hatıralarınıza da güvenmememizi öneriyorsun…
– Evet. “Hatıralarınıza güvenmeyiniz. Hatıralarınızın kabuğu olanı hafızanıza da. Hafızanızın kabuğu zihninize de. Çünkü hiçbiri aynı kalmaz!..” Deri hücrelerimiz 21 günde kendini yeniliyordu galiba. Organlarımız şu kadar zamanda, saçlarımız bu kadar zamanda. Hafızamız da sadece gerekli-gereksiz dosyalarını güncelliyor. E kayıplar oluyor haliyle. Sonra biz, o kayıpların üzerine bir daha hikâye yazıyoruz. “O gün aslında tam da şöyle olmuştu. Aslında o bakışıyla şunu demek istemişti!” İhtiyacımız doğrultusunda yeniden o anıyı yorumluyor, inanıyor ve dosyalıyoruz. Bul bakalım 20 yıl önce ayrıldığın ve bir daha görmediğin o adamı… Sen ne hatırlıyorsun o günden, o ne hatırlıyor? Oturup gülersin…
BENZER FREKANSTAKİ İNSANLAR BİRBİRİNİ ÇEKER
“Sen nasıl bir hikâye anlatırsan anlat, en derindeki hislerin yansımasıdır hayat” diyorsun…
– Evet. Başına bir olay gelmiş örneğin, tatsız bir şey. Havaalanındasın, güvenlik görevlisiyle tartışmışsın, hatta tartaklanmışsın. Anlatıyorsun, “Bu ne rezalet! Nasıl mağdur oldum”, ağlıyorsun, sen oysa çok nazik ve adil birisin, bunu hak etmedin… Tabii ki kimse hak etmez, o ayrı konu da benzer frekansta insanlar birbirini çeker. Sen istersen ağzını bile açma, bir şekilde, öfke dolu güvenlik görevlisi senin o kimselere anlatmadığın, için için yanan öfkeli halinin kokusunu alır! Hepimiz birbirimizin kokusunu alırız. Sonra bir başkasıyla değil de,seninle tartışır. Sonra neden senin başına hep aynı şeyler gelir? Bazen oturup düşünmemiz gerek…
HAYAT BİR RÜYA O YÜZDEN HİÇBİR ŞEYDE FAZLA ANLAM ARAMA
Peki hayat bir rüya mı? Ve hiçbirimiz bir b.k değiliz, öyle mi? O yüzden de her şeye anlam aramaktan vaz mı geçelim? Rüya deyip geçelim mi?
– Evet. Aynen bu. Ben, hayatın bir rüya olduğuna inanıyorum. Bil-mi-yo-rum. İnanıyorum! Evet, bana göre iyi ya da kötü olan hiçbir şeyde fazla anlam aramanın bir âlemi yok. Bu hayattaki görevini bul, gerekeni yap ve yola devam et…
“Başımıza gelen her şey, bizim yüzümüzden. İçimizdekiler, ‘hayat’ denen perdemize yansıyor…”
ACININ İÇİNDE KAYBOLMA Kİ ACIN ŞİFAYI DÖNÜŞEBİLSİN
*Bana göre hayattaki her şey, sadece rastlantı. “Olanı”, iyi-kötü, güzel-çirkin, acı-tatlı diye tanımlayan, sadece bizim zihnimiz. Gerçekte sadece “olan” var. Tüm gezegence, yaşayan tek bir organizma olduğumuzu idrak edene kadar da “Neden ben?” demeye devam edeceğiz. İsyan etmemek çok zor biliyorum. Ben de ediyorum. O zaman “Neden ben?” diye soracaksak, cevabını olgunlaşmak ve özgürleşmek için arayalım. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Acının içinde kaybolma ki, acın şifaya dönüşebilsin!”