Henüz bir cinayetim yok
Almanya’da yetişmiş bir anne ve Vanlı bir baba. Nasıl bir formül?
-Zor bir formül! Babam, geleneksel bir aile yapısından geliyor, annemse ultra modern. Evlere şenlik bir çifttiler…
Yolları nasıl kesişiyor?
-Babamın babası, dört eşiyle birlikte İstanbul’a geliyor. Dedemin basbayağı dört karısı ve 14 çocuğu var. Karaköy’de bir apartman dairesine yerleşiyorlar. Babam Recep, Karaköy Alt Geçidi’nde kalem pil, kaset ve plak satıyor. O dönemler Türkiye’ye yabancı plak getiren tek adam…
Annen peki?
-Avusturya Lisesi’nde okuyan bir liseli. Tüm hayatı Almanya’da geçmiş. Babası, Heidelberg Üniversitesi’ni bitirmiş bir bilim adamı. Okulun, 600 yıllık tarihinde, 100 üzerinden 100’le okulu birincilikle bitiren nadir akademisyenlerden biri. Almanya’da bir Alman’a âşık oluyor. Annem de onların yarı Türk-yarı Alman çocuğu. Tayini çıkıyor dedemin, araştırma yapmak için Alman eşiyle bir süreliğine İstanbul’a geliyor. Kızını da Avusturya Lisesi’ne kaydediyor…
Eeeeee?
-Eeee’si annem, Almanya’da dinlediği müzikleri arıyor. Plak almak için gidebileceği tek yer de Karaköy Alt Geçidi. Babam, orada çalışan çok yakışıklı bir adam, eğitimi yok ama ağzı iyi laf yapıyor, cazip, çekici. Annem tabii ona âşık oluyor.
ALMAN BABAANNE
Babanın eğitimi ne?
-Ortaokul terk. Daha sonra, açıktan bitirdi liseyi.
Bilim adamı olan dede ne yapıyor bu ikili birbirine âşık olunca?
-E deliriyor tabii! Hiç kabullenemiyor bu durumu, Alman anneanne de öyle. Ama hiçbir şekilde engel olamıyorlar, bizimkiler evleniyor.
Sen, kendini hatırladığında neredesin?
-Kültür çatışması yaşanan bir evde. Annem, evde Avrupa’da edindiği gelenekleri sürdürmek istiyor. Ne bileyim, Noel’ini, Paskalya’sını kutlamak istiyor; babamsa kendi geleneklerini, bayramlarını…
Baban, bu Alman kültürü almış kadına uyum sağlayabilmek için kendini geliştiriyor mu?
-Onun kendisini geliştirmeye filan ayıracak vakti yok, bir şekilde var olması ve ayakta kalması gerekiyor. Artık çocukları da var. Yıllar içinde, plak sattığı dükkânın sahibi oluyor.
Annen çalışıyor mu?
– Eskiden Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı vardı. Bir süre orada çalıştı. Bolluca’da çocuk köyüne çok sık gidip geldi. İkisi, tamamen farklı insanlardı, bir arada olamayacak, olmaması gereken insanlardı…
Ayrıldılar mı?
-Kaçınılmaz olarak! Ben 7-8’ken, hır gür başladı, 13’ken tamamen koptular. Kolay bir boşanma da değildi. O durumu atlatmak, 10 yılımı filan aldı. Bir yandan ergenliğin getirdiği hormonal değişiklikler, “Beni kimse anlamıyor!” tripleri, bir yandan da gerçekten iki farklı kültüre adapte olmaya çalışmak. Muhakkak bana kattığı bir zenginlik vardır ama çok hırpalandım…
Sen nerede okudun?
-Birçok okulda. Üç ilkokul, iki ortaokul, dört tane de lisede! Bir şey oluyordu, ‘hop’ taşınıyorduk…
Annenden neler aldın, babandan neler?
-Tutkulu tarafım babamdan, sakin tarafım annemden. İkisinden de aldığım, birbiriyle çelişen çok özellik var. Öyle bir ortamda yaşıyor olmak ‘bipolarite’nin habercisi.
Depresif ve manik hallerin mi var?
-Son iki yıldır biraz daha iyi ama uzun yıllar çok sert dalgalanmalarım oldu…
Annen ve baban boşanınca ne oldu?
-Önce annem ve kardeşimle birlikte bir eve çıktık. Bir süre sonra annem uğraşamadı benimle, babama gittim. Yıllarca bir ‘bavul’ gibi gittim, geldim. Göçebe bir hayat, bir orada, bir burada, bir arkadaşlarda. Sonra babam, yeniden evlendi, bir başka çocuğu daha oldu. Annemse hiç evlenmedi. 17 yaşında, kendi evime çıktım. O zamandan beri de yalnız yaşıyorum. Ama zor bir çocukluk geçirdim.
İnişli çıkışlı mizacını, geçirdiğin çocukluğa mı bağlıyorsun?
-Tamamen değil ama kesinlikle bir altyapı oluşturmuştur.
Oyunculuk ne zaman aklına düştü?
-Çocukluğumda müzisyen olmayı istiyordum. Nirvana ve Kurt Cobain hayranıydım. Nirvana sözlerini Türkçeye çevire çevire İngilizceyi söktüm. Gitar çalıyordum. Ortaokulda bir grup kurdum, birkaç konser de verdim.
Peki hiç “Müzik mi, oyunculuk mu” diye çelişki yaşamadın mı?
-Yaşamaz mıyım? Ama oyunculuk daha ağır bastı. Lise sonda oyuncu olmak istediğime karar vermiştim. Ama okulla da sorunu olan biriydim. Otoriteyi iplemiyordum. Sürekli bir meydan okuma hali. Hiçbir şeye ilgim de yoktu, sadece oyunculuk…
Oyunculuk, neden senin için bu kadar önemli?
-Çünkü hayatta en çok emek verdiğim şey. Ve ne yaptıysam, kendim yaptım, o yüzden. İlk kamera deneyimim 16 yaşında Coca Cola reklam filmiydi. Tamamen şans eseri oldu. Sonra Şahika Tekand’ın atölyesi ‘Stüdyo Oyuncuları’na gittim. İyi ki de gitmişim. Bana çok şey öğretti. Üniversite yerine bütün vaktimi orada geçiriyordum.
Ondan sonraki dönem…
-Sürekli bir çıkış arıyorum, enerjimi akıtabileceğim, kendimi ifade edebileceğim bir şey. Müzik seviyorum, DJ’lik yaptım ama bir türlü kendimi bir yere ait hissedemedim. Sonra gece hayatından ve DJ’likten de sıkıldım. Kendini sanatçı olarak değerlendiren DJ’ler var, hiç kusura bakmasınlar, filarmoni orkestrası değiller, altı üstü parça değiştirip, mix yapıyorlar. O dönem, hocam Kürşat Alnıaçık, LAMDA’yı (The London Academy of Music and Dramatic Arts) aklıma soktu.
“Âşıkken heyecanlı ve tutkuluyum. Kendimi kontrol etmem, edemem. Aşk, benim için üstün bir frekans, gözümün kör olduğu nokta… “
LONDRA YILLARI
Londra’da okuyacak paran var mıydı?
-Nerdeee? Ama para, son mevzu çünkü Türküm ve öyle bir okula kabul edilmem kolay değil. İngilizcem var ama Shakespeare oynayacak düzeyde değil.
Haluk Bilginer’in okuduğu okul değil mi?
-Evet. Başta ailem olmak üzere, çevremdeki herkes, gerçekçi olmam konusunda beni uyarıyordu. Ama hiç unutmam, bir gece feci hastayım, LAMDA’nın web sitesine girip, son başvuru tarihi ne zaman diye baktım. Ertesi sabahtı! Formu, ertesi gün postayla okula ulaştırmamın imkânı yok. Durdum durdum, “Hayatım hep böyle mi olacak!” dedim ve o formu elden götürmeye karar verdim. Gecenin 2’sinde Türk Hava Yolları’nı aradım, sabahın 5’ine bilet aldım, hayatımda ilk defa Londra’ya öyle gittim. Sora sora okulu buldum. Sonra Türkiye’ye döndüm, seçmeler için iki-üç ay çalıştım. O sene LAMDA, ilk ve son defa İstanbul’da seçmeler açtı. 25 Türk girdik, bir tek beni geri aradılar…
Vayyy müthişmiş! Sonra?
-Esas sınav tarihi geldi. 4 bin kişi başvuruyor, 25 kişi alınıyor, genelde de anadili İngilizce olan insanlar. Üç yıllık programa kabul edilebileceğim aklımın ucundan bile geçmiyor! Ama oldu! Hayatımın en önemli dönüm noktasıdır. Beni, ben yapan sürecin başlangıcı!
Annen baban ne yaptı?
-Çok gurur duydular. Babam, “Sen, böyle bir okulu kazandıysan ne yapıp edip seni orada okutacağım. Gerekirse ceketimi satıp yine okuturum” dedi. Sağ olsun okuttu da. Londra pahalı, okulu pahalı… Süründüm ama bitirdim.
Burada konservatuvar eğitimi alanlarla kendini kıyaslayınca…
-Kıyaslamak bile istemem. Tamamen farklı eğitimler. Ben aslında Türkiye’ye dönmek istemiyordum, İngiltere’de National Theatre’da oynama hayalleri kuruyordum. Fakat son yıl çok depresif geçti, kendimde değildim. Özel hayatımdaki iniş çıkışlar, yalnızlık, sürekli zorlanıyor olmak beni çok hırpaladı. O arada, Ay Yapım’ın ‘Son’ dizisinden teklif geldi. “Biraz nefes alırım, para da kazanırım” diye kabul ettim. Gerçekten de beni rahatlattı, Londra’ya geri döndüm. Derken yine Türkiye’de bir dizi için aradılar. “İstemiyorum” dedim “N’olur bak! Çok farklı bir şey” dediler. Baktım. ‘Kayıp Şehir’deki ‘İrfan.’ Bayıldım. Ve başladık…
“Yargılama! Beni en çok haksızlık, yargılamak ve yargılanmak sinirlendirir… Öfke krizleri yaşadığım oluyor ama henüz bir cinayetim yok!”
‘KÖTÜ’NÜN İYİLİĞİ
‘Kayıp Şehir’le patladın. Üç bölüm sonra seni tanımayan kalmadı. Peki egon, bu krizi nasıl yönetti?
-Benim ünlü olmakmış, âleme girmekmiş gibi dertlerim yoktu. Alakam da. Çok sıkı bir eğitimden geçtim, tek derdim iyi oyunculuk sergilemekti. Tamamen o kafayla yürüdüm, hâlâ öyle yürüyorum…
Senin oyunculuğunda öne çıkan ne?
-Detay. Karakterler zaten detaydan çıkıyor. Gözdeki en ufak bir değişim, seğirme, yürüyüş şekli gibi…
‘Kayıp Şehir’de sevimli, sakin ama fırlama piçin tekini oynuyordun. Kadınların sana bayılmasında, ‘kötü çocuk’ imajının payı ne kadar? ‘Kötünün iyiliği’ mi insanları etkiliyor?
-Kesinlikle! Şu an ‘Kayıp’ta ‘Falco’yu oynuyorum, ki İrfan’a kıyasla çok daha kötü bir karakter ama o da bir ‘insan’ benim için. ‘Kötü adam’ı, sadece kötü adam gibi oynamamak benim için çok önemli. Evet, ‘İrfan’ da fırlamalık yapıyordu, ailesini üzüyordu ama tertemiz bir yüreği vardı. Yaptığı şeyler saflığından ve kontrolsüz enerjisinden geliyordu. O kontrastı yansıtabildiğiniz sürece, karakter yaşar. ‘Falco’da da bölümler ilerledikçe, anlaşılacak ki, evet kötü bir karakter ama bir ‘derdi’ var adamın. Onun ruhundan bir parça gösterebildiğin zaman, o karaktere bir sempati başlıyor.
Bir gün hâlâ Londra var mı aklında?
-Tabii. ‘Kayıp’ ile anlaşma imzalamadan önce, ‘Da Vinci’s Deamons’ dizisinden Sultan II. Bayezid rolü gelmişti. Setler çakıştığı için olmadı. Bir gün kaldığım yerden devam edeceğim…
Son olarak annenle babanınki ‘aşk’ mıydı sence?
-Alakası yok. Aşk değil, gençlik aptallığıydı!
“Fiziksel güzellik, benim için ilk sırada yer almıyor, bir kadında ilgimi çeken kendine haslık, zekâ, yetenek, tutku, enerji… ”
GECE HAYATINDAKİ AHTAPOTLAR
10 yaşından bu yana dalıyorum. Dalış hocasıyım. Suyun altı insanı çok eğitiyor. Gece dalışı seviyorum. Gündüz her şey normal ama gece, ‘avlanan hayvan’lar çıkıyor piyasaya. Ahtapotlar, kalamarlar… Hooop, sinsice uyuyan balıkları yutuveriyorlar. İnsan karakterlerini de çözümlüyorsun oradan. Gece bir bara gidiyorsun, aaa o ahtapotun insan versiyonunu görüyorsun! Kollarını, kızın etrafından doluyor. Kız da öylece duruyor. Av gibi. Birazdan yutacak kızı haberi yok!
Kadında topuklu ayakkabı sevmem
Kadında doğallığı seviyorum. Mesela topuklu ayakkabı sevmiyorum. Bir kere içinde yürümeyi bilmiyorlar. Bir kadında en çok dikkatimi çeken, beden farkındalığı ve kullanımı…
Fotoğraf: Cem TALU