Kimselere benzemeyen bir adam. Ultra yaratıcı. Aslında bir çağdaş sanatçı, aynı zamanda üniversitede hoca ama o kendinde “dokumacı” demeyi tercih ediyor. Kumaş tasarlıyor, iplik tasarlıyor. Dokuyarak portreler yapıyor ama sanatsal portreler… Sergileri tüm dünyayı dolaşıyor. Tayland Kraliçesi, doğum günü kutlamaları için onu ülkesine davet ediyor. Yetmiyor, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in portresini dokuyor! Londra, Paris ve İstanbul Fashion Week’te yer alıyor. İlk erkek giysi koleksiyonunu New York Fashion Week’te geçtiğimiz şubatta sergiledi. Güzel sanatlarda çalışırken hocaları tarafından mobbing’e uğruyor. O da ona mobbing yapan tüm hocaları, tuvalet kapısının altından bacakları görünüyorken dokuyor. İç çamaşırlarını, pantolonlarını, eteklerini… Esere bakan, hocaların kim olduğunu anlıyor! Kendini de duvara karşı ‘İşeyen Fırat!’ olarak dokuyor. Bu eserleri ‘Akıl Hastanesi’ adı altında sergiliyor, sergi ve istifa mektubunu bölüm başkanının masasına bırakıp çıkıyor. İşte bu olay, Fırat Neziroğlu’nun sanat hayatında bir sıçramaya yol açıyor, eserler o kadar tutuluyor ki, ülke ülke dolaşıyor.
Hikâyen nerede başladı?
– İzmir’de… Futbolcu bir baba, terzi bir anne… İkisi de sanat delisi. Çocukluğum resim, müzik, spor yaparak geçti. Ve dans ederek… Hepsi birbirinin içindeydi. Benim için oyun gibiydi. Yapmayı en sevdiğim, yaparken zamanın nasıl geçtiğini unuttuğum şeyler. Milletin anne-babası ekonomi, işletme filan okusun ister. Benimkiler sanat okumazsam galiba beni evlatlıktan reddedeceklerdi. 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tekstil okudum.
Ama önce ayakkabı tasarımı yaptın. O nereden çıktı?
– Güzel sanatlarda okurken bir ilan gördüm: Ayakkabı Tasarım Yarışması. İlgimi çekti, katıldım ve kazandım. Üretici firma, mezuniyetimden sonra bana iş teklif etti. Küçücük bir alanda, insanın yaratıcılığını zorlayan çok zevkli bir şey.
Sonra neden kumaşa döndün?
– Çünkü tasarım benim için duygu tasarlamak aslında. Bütün tasarımlarda esas olarak yaptığınız bu. Ayakkabı tasarımcısı olarak derilerin içinde çalışırken bir ilan daha gördüm: Türkiye’de düzenlenen ilk kumaş dokuma tasarım yarışması… Üniversitede ödev olarak hazırladığım tasarımlarla katıldım.
Yine mi birincilik?
– Evet. İki ayrı tasarımımla hem birinci hem ikinci oldum. Öğrencilerime de ödevlerini her zaman kendileri için yapmaları gerektiğini anlatıyorum. O kumaşları ödev olarak görmemiştim, kendim için dokumuştum.
9 Eylül’den sonra bir de Çukurova Üniversitesi macerası var. O nasıl oldu?
– İşte kumaşla yeniden buluşunca, yüksek lisans sürecim başladı. O sırada da Çukurova Üniversitesi Tekstil Bölümü kuruldu ve asistan aranıyordu. Sınavı kazandım ve devlet memuru olarak Çukurova Üniversitesi’nin ilk hocalarından biri oldum. Bir süre ders verdikten sonra yeniden 9 Eylül’e döndüm ve doktora sürecinin sonuna kadar orada kaldım. Az gezdim, arkadaşlarıma, aileme az vakit ayırdım, dokudukça dokudum. İnsan şu hayatta bir şekilde var olmaya çalışıyor. Ben de dokuyarak var oldum! Ne yazık ki yaptığım dokumalar okulda değer görmüyordu ama yurtdışından sürekli ödüller alıyordum. Yıllar içinde daha önce kimse tarafından yapılmamış, hâlâ tam olarak taklit edilemeyen, dünya çağdaş sanatı içinde kabul gören bir dokuma tekniğim oldu.
Dur dur, bir dakika, hızlı geçtin! 2002-2011 yılları arasında ne oldu?
– 9 Eylül’de hocalarım tarafından mobbing’e uğradım.
Ne tür bir mobbing?
– Değer vermemek, yok saymak, engel çıkarmak, küçümsemek… Yurt içi ve dışı sergilerim için izin alamadım mesela. İzmir Caz Günleri’nin kapanış konserinde Baki Duyarlar’ın piyanosuna sahnede dokuma yaparak eşlik etmek istedim. Ama ne prova için ne de sahne için izin verdiler. Bunun gibi tonla olay. Bir gün yine okuldaki odamda dokuyorum, bir kâğıt geldi: “İvedilikle odanızı boşaltın!” “Tezgâhtaki dokumam bir haftaya biter, bitirip çıkayım” dediysem de kimse dinlemedi, attılar beni odadan. Koca okulda tezgâhı sokacak yer bulamadık, bütün kapıları kapattılar. Okulun koridorlarında dokudum.
Peki sonra ne yaptın?
– Bana mobbing yapan tüm bu hocaları tuvalet kapısının altından bacakları görünüyorken dokudum! İç çamaşırlarını, pantolonlarını, eteklerini… En bilinen kıyafetleriyle. ‘Akıl Hastanesi’ diye bir sergi açıp sergi davetiyem ile istifa mektubunu bölüm başkanının masasına bırakıp çıktım.
Dokurken eğlendin mi bari?
– Çook! Hem yaratma güdüsü hem dokuma eyleminin meditasyonu tarifi zor bir huzur veriyor. Biraz da eğlence katınca işin içine, tadından yenmiyor.
Peki ne demek istedin?
– “Siz buradan kendinizi tanırsınız. Sizin için birinin ne iş yaptığı önemli değil, insanların ne giydiğiyle ilgileniyorsunuz!” dedim. Ah şu şekilcilik yok mu! Her şey tek tip olsun, önceki gibi olsun. Benim itirazım buna. Ben güzel sanatlarda eğitici olan insanların öğrencilerine alan açmaları gerektiğini, hocaların kendi sanat dillerini -eğer varsa tabii- öğrencilere dikte etmemeleri gerektiğini anlatmaya çalıştım. Onlarsa insanların özüyle değil, görüntüsüyle ilgileniyorlardı.
Nereden geldi aklına onları böyle dokumak?
– Kendi kendime sordum, “Şimdi n’apiim ben? Kapılarına mı dayanayım, darp mı edeyim?” Bunları yapabilecek bir adam değilim. Bence yapılacak en iyi şey, önce kibar olmak, sonra da en iyi bildiğin dille cevap vermek. Benim de hayatta en iyi bildiğim şey dans ve dokuma.
Zarif bir intikam biçimi ama neticede intikam, onları en zayıf halleriyle resmetmek…
– Yüzlerini dokumadığım için alanlarına tecavüz etmedim! Bu arada kendimi de dokudum.
Nasıl?
– Arkam dönük duvara işerken… “Küstüm size! Arkamı döndüm, içimi döküyorum!” demek istedim. Ama içimi döktüğüm yer duvar. Tam da karşımdaki topluluk gibi, onlar da duvar gibiydi bana karşı.
Peki sonra?
– ‘Akıl Hastanesi’ sergisi bomba etkisi yarattı tabii. Uzun bir süre, üniversitelerin tekstil bölümlerinde iş bulamadım. ‘İşeyen Fırat’ kulaktan kulağa yayıldı. Önce Akbank Günümüz Sanatçıları Sergisi’nde sergilendi, sonra da Siemens Sanat Sergisi ödülünü kazandı. Sonra Galeri Zilberman’la çalışmaya başladım. Sonra ben Kore’ye gittim, ‘İşeyen Fırat’ da Londra’da Sotheby’s müzayedesine… Derken Christie’s müzayedesine girdim. Hatta katalog kapağı oldum. İtiraf etmem gerekiyor, ‘Hocalarımın bacakları’ ve ‘İşeyen Fırat’ bana müthiş bir ivme kazandırdı.
Bunu bekliyor muydun?
– Dalga mı geçiyorsun? Asla! Sanırım beklemeyince oluyor her şey. Salınca, bırakınca oluyor. Ve her şey çok güzel oluyor.
İnsanlar hikâyeden mi dokumadan mı daha çok etkilendi?
– İnsanlar en çok duygudan etkileniyor. Bir ruhu olsun istiyor. Dokuma çok kadim bir teknik. Hem tanınıyor hem de nasıl dokunduğu tam olarak bilinmiyor. Bu teknikle yaptığım realist resimler, izleyicide müthiş bir heyecan yaratıyor. İkisi birleşince de bir ruha bürünüyor.
ORTADA BİR BAŞARI VARSA NEDENİ DUYGU ALIŞVERİŞİ
Senin dışında bu kadar popüler dokumacı yok. Neye bağlıyorsun?
– Ben geleneksel teknikleri modernleştirmeye çalışmıyorum. Kilim dokuyor olmama rağmen geleneksel Anadolu motiflerini anlamsız şekilde eserlerimin arasına da sıkıştırmıyorum. Olanı olduğu kabul etmeyi öğrendim. İpliği kendisi gibi kullanıyorum, boşluğu boş bırakmayı seçiyorum. Seçtiğim modellerin tamamı arkadaşlarım. Hiçbirine pozlar verdirmiyorum. Kurgu yapmıyorum. Bilgisayar ve teknoloji kullanmıyorum. İşlerimin karşısına geçtiğinizde, size bakan bir çift göz ve sessizce duygusunu anlatan bir suretle baş başa kalıyorsunuz. Ortada bir başarı varsa, bu duygu alışverişinden kaynaklanıyor olmalı.
BANA YAPILAN YAMUKLAR SANATIMA HİZMET ETTİ
Sonra başına bir şey geliyor…
– Evet, hastalandım. Üç yılım hastanede geçti. Hastane sürecinde İstanbul Fashion Week’te yer alan bir moda tasarımcısı için dokumalar yaptım. Boynumdan bir parça alınırken doktor yanlışlıkla sinirimi kesti. Bunu fark etmedi ve beş ay sonra sağ kolum felç oldu. Doktorumla konuşmak istedim, bana hiçbir açıklama yapmadan gitti. Ben de bir video hazırladım. Bu video, İstanbul Tasarım Bienali’nde sergilendi.
Sana her yamuk yapana sanatla mı karşılık veriyorsun?
– Galiba ben bir şey söylüyorum en iyi bildiğim şekilde, o da sanat gibi bir şey oluyor. Ama tuhaftır, bana yapılan her yamuğu, her haksızlığı dışa vurmam sayesinde öncekinden daha geniş kitlelere ulaşır oldum.
Sonra neler oldu?
– Dünyalık hallerden elimi çekmeye başladım. Dokumayı da bıraktım. Kendi içime döndüğüm zamanlarda bir bahçede sebze yetiştirmeye başladım. O sıra bir telefon geldi. “Yurtdışında bir sergi için sizi düşünüyoruz” diye. “Çok teşekkür ederim katılamam, elimde hiç iş yok!” dedim. “Biz sizin ‘İlk Nefes’ işinizi biliyoruz. Sizde olmalı” dediler. Hayat en güzel organizatör. Yormadan, kasmadan, kendiliğinden oluyor her güzel olan. Aynı telefondan çok sonra gelen bir mesajla öğrendim ki, Norveç Büyükelçiliği himayesinde bir sergi bu. Yarım günde vizem çıktı, neredeyse zorla Oslo’ya götürüldüm. Orada bir şeyler yeniden dürttü beni, “Doku Fırat!” diye. Ve yeniden dokumaya başladım. Bir sonraki yıl, Tayland Kraliçesi’nin doğum günü şerefine yapılan kutlamalarda kraliçenin kendisine bir kumaş dokumak üzere ülkeye davet aldım. Bu yıl bir sürpriz daha oldu. Londra’da gelen bir teklifle Kraliçe Elizabeth portresi dokuyorum şimdi.
Kendine neden sanatçı yerine, dokumacı diyorsun?
– Kendime bakıyorum, sanki dokumacı gibiyim. Mis gibi dokuyorum. Sanatın bir modası olduğunu düşünüyorum. Ben o modası olan, değişen söylem ve görsellerin hızına yetişemiyorum. Zaten dokuma o kadar hızlı olmuyor. Tek başıma, ortalama 500 saatte dokuyorum bir portreyi. O yüzden dokumacıyım diyorum. Bundan da gurur duyuyorum.
HER ŞEYİN EN İYİSİ OLMAK İSTEMİYORUM
Hayalin ne? Ulaşmaya çalıştığın ne?
– Hiç hayalim yok aslında. Hayattan gelen güzellikleri kabul ediyorum her yeni gün. Aynı anda dans da ediyorum. “Dans mı, dokuma mı?” demişlerdi bir gün. “Her an ikisinden de vazgeçebilirim!” demiştim. Hâlâ öyle hissediyorum. New York Fashion Week’te defilemi yaptım. Bir sonraki sezon olmayabilir. Bu bana kötü hissettirmiyor. Her şeyin en iyisi olmak istemiyorum. Yaptığım her şeyde bolca duygu olsun, bu duygular başkalarıyla buluşsun, çoğalsın… İstediğim bu kadar.
ZİHNİN ESNEMESİ İÇİN VÜCUDUN ESNEMESİ GEREKİYOR
Her ders başında veya sonunda neden yoga yaptırıyorsun?
– Dil de bir kas. Öğrencilerimle iletişimim kelimelerle. Bir soru sorduğumda, arkadaşları arasında küçük düşmemek için önceleri kimseden ses çıkmıyor. Bu onların suçu değil. Zira ilkokuldan üniversiteye kadar test çözüyorlar. Kimse fikirlerini sormamış. Okulun koridorlarında tanıdık-tanımadık herkesin ortasında yoga yaptırıyorum öğrencilerime. İlk başta utanıyorlar. Ama nefeslerine odaklanınca, hem dışarıda ne varsa önemini yitiriyor hem de vücutları esniyor. Zihnin esnemesi için önce vücudun esnemesi gerekiyor. Ardından sorularıma cevap bulabiliyorum.
İLK DANSIMI EŞEK OLARAK YAPMIŞTIM
Dans maceran nasıl başladı?
-İlkokulda bir eşek olarak ilk dansımı yapmıştım. Hem çok utanıyordum sahnede olmaktan hem de müzik eşliğinde hareket etmenin güzelliğine karşı koyamıyordum.
Dans ne ifade ediyor senin için?
-Uzun bir geceden sonra uyandığım yeni günde üzerimden nevresimi kaldırmak, temiz havayı içime çekmek için nefesle doldurduğum diyaframım ve kolumla açtığım perde, pijamamı üzerimden çıkarırken vücudumun aldığı şekil, kahvaltı sırasında masamın üzerindeki örtüyü kaldırışım, duştan sonra havluyla kurulanmam, boynumdaki dikişlerin üzerine yerleştirilen pansuman bezinin gerginliğini esnetmek için sağa sola çevirdiğim başımın hareketi, kapıdan çıkarken ayakkabılarımın bağcıklarını bağlayışım… İşte benim dansla böyle bir bağım var!
İZMİR’İN İLK VE TEK MODERN DANS TOPLULUĞUNU KURDU
2011’de İzmir’in ilk ve tek modern dans topluluğu Modern Dance Lab’i kurdun… Neler yapıyorsunuz?
-Dokumadan vazgeçtiğim zaman dans hocamı aradım, dans dersi vermek için izin istedim. Internetten bir duyuru yaptım ve hayali dans etmek olan çılgın 12 kişi için Modern Dance Lab’i kurdum. Ne salonumuz ne sahnemiz vardı. Evimizin salonunda, Bostanlı sahilinde, fitness salonlarının küçük odalarında geçti günlerimiz dans ederek. ‘Küçük Prens’ ile başladık maceraya, kitabı baştan sona anlatan tek perdelik bir eser sahneledik. Sonra Müzeyyen Senar’ın hayatını anlatan müzikal formatta bir eser hazırladık. Kızı Feraye’den izin aldım, kostümlerinin birer replikasını yaptık, 164 kostümle, ‘Müzeyyen’i ilk kez sahneledik. ‘Aklımın İplerini Saldım’la da sahnede dokuma ve dans performansını birleştirdik ve Neşet Ertaş’ı andık. Eylemlerimiz devam ediyor!
HER ŞEYDEN VAZGEÇEBİLİRİM
Hiçbir yere, gruba, yola ait değilim. Yaptığım şeylere körü körüne bağlı değil, hiçbir şeyin kölesi değilim. Tecrübelerimle geldiğim bugün, her şeyi bir kenara bırakabilirim. Bugüne kadar yaptığım her şeyden de vazgeçebilirim.
Ne bir dokumacı görürsünüz bende, ne bir dansçı, ne bir yogacı, ne bir şifacı. İplikler beni tanımlamaz, esneklik beni tanımlamaz, doğada pozlar, veganlık beni tanımlamaz, metafizik ya da gerçeklikle de beni tanımlayamazsınız.
Her şeyin bir ‘bütün’ olduğuna inanırım. Herkesten bir parçam olduğuna, herkesin benden bir parça bulduğuna inanırım. Öylesine yokum şu hayatta, öylesine varım herkesin bir köşeciğinde. Ufaklıklar bana mesaj yazıyorlar özelden, “Fırat Abi, sen ne iş yapıyorsun? Biz senin ne iş yaptığını hiç anlamıyoruz” diyorlar. Ben bir insanım, hayatı yaşıyorum. İşim bu benim. Okuduklarımı, duyduklarımı deneyimlemeden aktarmayan bir insanım. Korkmadan yaratma cesaretine sahip bir insanım. Hiçbir şeyi gösteriş için yapmayan bir insanım. Varsa var, yoksa yokluğumla oyun oynamayı bilen bir insanım.
Her yeni günde değişen, bir günü diğerini tutmayan bir insanım. Dengesiz mi derler? Desinler, hayatla oyun oynayan bir insanım. Birçok çocuğum var. Birçok üniversitede, pırıl pırıl. Hepsinin gözlerindeki ışıkla aydınlanan bir insanım. Sonu olmayan, yaşla ölçülmeyen, sınırları çizilmemiş bir hayatın içinde herkesten bir parçayım. Bu kadarcık sözü olan bir insanım.